Geçen yazımda bir yersiz yurtsuzlaş(tır)ma durumundan bahsetmiştim. Yersiz yurtsuzlaşma, bir yandan insanı sabitelerden yoksun kılarken, diğer yandan buna bağlı olarak ayağını bastığı yerin de kaymasına sebep olmaktadır. Doğrusu “ne olsa gider” gibi bir mentalitenin kuvvetle işliyor olması, insanın sınırları aşarak özgürleşmesi gibi bir durumu getiriyor görünse de, büyük oranda değer ve ahlak çizgilerini aşındırma ile sonuçlanmaktadır.
Bunlar, içinde yaşadığımız ve artık etkilerini iyiden iyiye göstermeye başlayan postmodern perspektifin sonucudurlar. Fakat ilginç olan; bunun insan tarafından bir dirençle karşılanması gerekirken yüksek düzeyde gönüllülükle içine dahil olunmasıdır. Belki de modernlikten farklı olarak postmodernliğin yaklaşım ve üslubu böyle bir sonucu karşımıza çıkarmaktadır.
20. yüzyıla baktığımızda modernliğin uygulamalarının ürettiği totaliterlikler, insanlık için çok ciddi maliyetlere sebep olmuştur. Modernlik dini belli söylem, alan ve pratikler içerisinde konumlandırarak ona sınırlar çizerken, çatışmalar bu cepheleşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Postmodernlik din ve değerlere açıktan cephe açmazken, onların semantik dokusuna müdahale ederek içerden dönüştürmektedir. Bizim bir fenomen üzerine “içinin boşalması” diye tanımladığımız durum tam da budur.
Meselâ; postmodernlik başörtüsü ile çatışmaya girmez; ona karşı bir cephe açmaz. İnsanları olduğu gibi kabullenir görünür. Bu postmodernliğin söz gelimi başörtüsünün refere ettiği değerleri benimsediği anlamına gelmez. Fakat öyle bir strateji yürütmektedir ki, tüm değerler alanının içini boşaltarak, artık başörtü takmakla takmamak arasındaki farkları değerlere referans açısından belirsizleştirir.