Akıl, kendisine verilen her soruyu sürekli tekrarlar, her cevabı bir başka soruya dönüştürür. Sonsuz bir döngüye kapalıdır, çünkü hakikat arayışı asla tamamlanamaz. Akıl, her şeyi sorgular, hatta yaratıcıyı ve dini bile sorgulamaktan geri durmaz. Bu, onun doğasında var olan bir şüphecilik, bir arayış arzusudur. Tıpkı yelkenlisi olmayan, rüzgârla savrulan bir kuş gibi, akıl da yönsüz, amaçsızca dalgalanır. Ancak bu dalgalanma, ona bir huzur ya da sonlu bir hedef vermez; sürekli bir tatminsizlik, sürekli bir arayış içinde kalır.
Aklın soru sorma yeteneği, onu durmaksızın bir yerden bir yere götürür. Ancak hiçbir zaman nihai bir cevaba ulaşamaz. Bilgi, her zaman eksiktir; bulduğu her hakikat, yeni bir soru yaratır. Bu sonsuz döngü içinde akıl bir varlık olarak durmaksızın hareket eder, fakat hiç bir yere varmaz. Oysa mutlak hakikat, akıl ile değil, teslimiyetle bulunur. Aklın sorgulaması, mutlak hakikati anlamak yerine, onu parçalara ayırma çabasına dönüşür. Oysa hakikat, bütünsel bir görüştür, ona yaklaşmak için parçalara ayırmak değil, birleştirmek gerekir.
Salt akıl, hakîkatin derinliğine ulaşmayı asla başaramaz. Şayet öyle olduğunu düşünse bile, kısa sürede yine o hakîkati sorgulamaya başlar. Ancak akıl, kendini bu döngüde tutmayı tercih eder. Akıl için en büyük ceza, sorgulayamamak, yani sabit bir hakîkate teslim olmamaktır. Oysa vahiy, insan aklını bir sınırdan başka bir sınıra taşır. Vahiy, akıla yön verir, ona bir hedef belirler. Peygamberlerin aklı, bir rehberdir; bir yoldaşlık ve ışık kaynağıdır.
Gerçek akıl, yalnızca Yaratıcıyı tanıyıp kabul eden akıldır. Salt akıl, yalnızca dışsal dünyayı sorgulayan ve içsel boyutunu kaybeden bir akıldır. Oysa "Akletmiyor musunuz?" ayeti, insanı yalnızca dışsal varlıkları değil, içsel varlığını da sorgulamaya davet eder. İnsan, evrenin hakîkatini anlamadan önce, önce Rabbini anlamalıdır. Akıl, yalnızca dışsal gerçekliklere dair fikirler üretmekle yetinemez; evrenin içsel, ruhsal hakîkatini de keşfetmelidir.
Felsefe, nihayetinde aklın başıboş arayışıdır. O, hakîkati bulmaya çalışırken, amacından sapar ve sürekli olarak kendi içinde bir çıkmazda sıkışır. Oysa akıl, bir yön olmadan, bir amacı olmadan yol almaz. Din, akla yön verir, ona bir çerçeve çizer. Ve bu çerçeve, aklı doğru yolda ilerletir.
İşte burada, aklın gerçek amacı belirginleşir. İman ve vahiy ile birleşen akıl, yalnızca doğruyu değil, doğruyu nasıl bulacağımızı da öğretir. Aklın gerçek yolu, vahyin ışığında şekillenir. Çünkü akıl, yalnızca imanla birleştiğinde, varoluşun gerçek anlamını keşfedebilir.
Aklın üç türü vardır:
1. Akl-ı Mücerret: Soyut, teorik akıl. Fakat bu akıl, yalnızca düşüncenin sınırlarında kalır, hayata dair gerçek bir etki yaratmaz.
2. Akl-ı Musedded: Vahiy ile birleşen, imanla güçlenen akıl. Bu akıl, yaşamla ve gerçeklikle daha derin bir bağ kurar.
3. Akl-ı Müeyyed: İmanla doğrulanan, ahlakla pekişmiş akıl. Bu akıl, insanı yalnızca doğruya götürmekle kalmaz, aynı zamanda ona ruhsal ve ahlaki bir olgunluk kazandırır.
İman ve vahiy ile birleşen akıl, akıl-ı selîmdir. Bu akıl, insanı yalnızca dünyevi değil, uhrevi bir kurtuluşa da taşır. Gerçek akıl budur.