BİR ANKET BİR ANALİZ 2
MAKALE
Paylaş
02.11.2025 12:45
98 okunma
Cemal Akkuş

Türk Kamuoyunun Gözünden Türkiye-İsrail İlişkilerinin Stratejik Kavşağı

Alternatif Araştırmalar Merkezi (ALARM) tarafından yayınlanan anket, Türkiye-İsrail ilişkilerinin mevcut durumuna dair salt bir veri seti olmanın ötesinde, Türk toplumunun kolektif bilincinin ve beklentilerinin güçlü bir yansıması olarak ortaya çıkmaktadır. Anketin en çarpıcı bulgusu, katılımcıların ezici bir çoğunluğunun İsrail'e karşı uzlaşmacı veya diplomatik kanalları önceleyen politikalardan ziyade, çatışmacı ve sertlik yanlısı bir duruşu tercih etmesidir. Ankete katılanların yaklaşık %89'u, diplomatik ilişkilerin tamamen kesilmesinden ve sert yaptırımlardan, bölgedeki İsrail karşıtı gruplara aktif destek verilmesine ve hatta Suriye üzerinden askeri bir mücadeleye kadar uzanan geniş bir yelpazedeki radikal seçenekleri desteklemektedir. Bu durum, Türk kamuoyunda ılımlı ve diyalog odaklı yaklaşımların ne denli değiştiğini gözler önüne sermektedir.

Bu tablo, Türk dış politika yapıcılarının kendilerini içinde buldukları stratejik mengeneyi net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bir yanda, tarihsel şikayetler, ideolojik bağlılıklar ve Filistin davasına yönelik derin bir toplumsal duyarlılıkla beslenen, İsrail'e karşı cezalandırıcı bir tutum benimsenmesi yönündeki yoğun iç kamuoyu baskısı bulunmaktadır. Diğer yanda ise bölgesel istikrarın korunması, ekonomik çıkarların devamlılığı ve diplomatik manivela gücünü kaybetmeme gibi reelpolitik zorunluluklar yer almaktadır. Bu bağlamda, Türkiye-İsrail ilişkileri, Ankara'nın son yıllarda benimsediği "stratejik otonomi" doktrininin en çetin sınavdan geçtiği bir arenaya dönüşmüştür. Bu analiz, ALARM anketini bir başlangıç noktası olarak alarak, Türk kamuoyunun beklentileri ile jeopolitik gerçekler arasındaki bu hassas ve tehlikeli dengeyi derinlemesine incelemeyi amaçlamaktadır.

Bölüm 1: Toplumsal Nabız: Anketler Ne Söylüyor?

1.1. ALARM Anketinin Derinlemesine Analizi: Radikalleşen Beklentiler

ALARM anketinin sonuçları, Türk kamuoyunun İsrail'e yönelik politika beklentilerinde belirgin bir radikalleşmeyi işaret etmektedir. Anketin en dikkat çekici sonucu, %29 ile en yüksek desteği alan seçeneğin "Bölgede İsrail karşıtı ülke ve gruplara aktif destek verilerek, İsrail güçsüzleştirilmeli" olmasıdır. Bu bulgu, toplumun pasif bir kınama veya diplomatik protestonun ötesinde, proaktif ve vekalet unsurları içeren bir strateji arzusunda olduğunu göstermektedir. Bu dolaylı mücadele seçeneğini, %17 ile "Diplomatik ilişkiler tamamen kesilmeli, sert yaptırımlar uygulanmalı" ve %15 ile "Suriye üzerinden savaş verilmeli" gibi daha doğrudan ve sertlik yanlısı seçenekler takip etmektedir.

Bu çatışmacı seçeneklerin toplamda ulaştığı yüksek oran, diplomatik ve ılımlı yaklaşımlara verilen cılız destekle keskin bir tezat oluşturmaktadır. "Taraf tutulmadan arabuluculuk ve barış girişimleri ön planda olmalı" seçeneği yalnızca %6 destek bulurken, "İlişkiler korunmalı ama İsrail politikaları açıkça eleştirilmeli" diyenlerin oranı ise %7'de kalmıştır. Türkiye'nin bu meseleye hiç karışmaması gerektiğini düşünenlerin %2'lik oranı ise istatistiksel olarak anlamlı bir tabana sahip olmayan, marjinal bir görüşü temsil etmektedir. Bu veriler, Türk kamuoyunda İsrail ile ilişkilerde diyalog ve angajman kanallarını açık tutma fikrinin neredeyse tamamen gözden düştüğünü ve yerini cezalandırma ve caydırma odaklı bir beklentiye bıraktığını ortaya koymaktadır.

1.2. Karşılaştırmalı Perspektif: Tutarlı Bir Güvensizlik ve Memnuniyetsizlik Örüntüsü

ALARM anketinin bulguları, münferit bir durumu yansıtmaktan ziyade, Türkiye'de kamuoyunun İsrail-Filistin meselesine bakışını ortaya koyan diğer kapsamlı araştırmalarla da tutarlılık göstermektedir. GÜNDEMAR tarafından yapılan bir araştırma, bu toplumsal hissiyatın temel dinamiklerini anlamak için kritik veriler sunmaktadır. Bu araştırmaya göre, Türk halkının %80'i Filistin'e sempati duyarken, İsrail'e sempati duyanların oranı sadece %6'dır. Ancak daha da önemlisi, aynı anket, halkın hükümetin Gazze krizlerine yönelik tepkisinden duyduğu derin memnuniyetsizliği de ortaya koymaktadır. Katılımcıların %42'si hükümetin tepkisini "etkisiz" bulurken, %26'sı "yetersiz" olarak nitelendirmektedir.

Bu memnuniyetsizlik, ilişkilerin normalleşme sürecinde dahi kendini göstermiştir. Türkiye Raporu tarafından Ekim 2022'de, yani ilişkilerin büyükelçi düzeyine çıkarıldığı bir dönemde yapılan anket, halkın %65'inin ilişkilerin iyileşmesini desteklemediğini, hatta %34'lük bir kesimin bu durumu Filistin davasına "ihanet" olarak gördüğünü ortaya koymuştur. Bu veriler, İsrail'e yönelik olumsuz kamuoyu algısının sadece kriz anlarına özgü bir tepki olmadığını, aksine ilişkilerin yapısına işlemiş derin ve köklü bir güvensizliğe dayandığını kanıtlamaktadır.

Bu farklı anketlerden elde edilen bulgular bir araya getirildiğinde, ortaya çıkan tablo nettir: Türk kamuoyu sadece ideolojik olarak Filistin davasının yanında yer almakla kalmamakta, aynı zamanda kendi hükümetinin bu konudaki politikalarını zayıf ve yetersiz bulmaktadır. Hükümetin politikalarının "etkisiz" olarak algılanması, ALARM anketinde görülen daha radikal ve sertlik yanlısı politika taleplerini doğrudan besleyen bir geri bildirim döngüsü yaratmaktadır. Kamuoyu, diplomatik eleştiri ve mevcut politikaların İsrail'in eylemlerini durdurmada başarısız olduğunu düşündükçe, daha zorlayıcı ve cezalandırıcı tedbirlerin uygulanmasını talep etme eğilimine girmektedir. Bu durum, her bir politik başarısızlık algısının, bir sonraki krizde tırmanma yönündeki iç baskıyı daha da artırdığı bir sarmal oluşturmaktadır.

Bölüm 2:

Tarihin Uzun Gölgesi: Stratejik Ortaklıktan Kalıcı Güvensizliğe

2.1. Jeopolitik Zorunluluklar Dönemi (1949-1990): Soğuk Savaş'ın Gölgesinde Pragmatizm

Türkiye-İsrail ilişkilerinin temeli, ideolojik bir yakınlıktan ziyade, Soğuk Savaş döneminin getirdiği jeopolitik zorunluluklara dayanmaktadır. Türkiye'nin 1949'da İsrail'i tanıyan ilk Müslüman ülke olması, bu pragmatik yaklaşımın en somut göstergesidir. ORSAM tarafından yapılan analizlerde de belirtildiği gibi, bu ilişkinin temel harcını iki ortak tehdit algısı oluşturuyordu: Sovyetler Birliği'nin bölgedeki nüfuzunu artırma çabası ve radikal Arap milliyetçiliğinin yükselişi. Bu dönemde Türkiye, Arap dünyasıyla ilişkilerini dengelemek adına kamuoyu önünde İsrail ile mesafeli bir duruş sergilese de, özellikle istihbarat ve güvenlik alanlarındaki iş birliği, 1956 Süveyş Krizi gibi dönemsel gerilimlere rağmen kesintisiz bir şekilde devam etmiştir.

2.2. İttifak (1990'lar): Ortak Tehditler, Ortak Çıkarlar

Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte, Türkiye-İsrail ilişkileri yeni bir evreye girmiş ve İsrail açısından "altın çağ" olarak nitelendirilen bir stratejik ortaklığa dönüşmüştür. Bu yakınlaşmanın arkasındaki temel itici güç, her iki ülkenin de Suriye ve Irak gibi devletlerden algıladığı ortak tehditler ile PKK terörü ve İran'ın artan bölgesel etkinliğine yönelik endişelerdi. Bu ortak tehdit algısı, ilişkileri pragmatik bir iş birliğinden tam teşekküllü bir stratejik ittifaka taşımıştır. 1996 yılında imzalanan Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması ile Serbest Ticaret Anlaşması, bu ittifakın kurumsal temelini oluşturmuş ve iki ülke arasındaki askeri, ekonomik ve siyasi bağları en üst düzeye çıkarmıştır. Bu dönem, ilişkilerin tamamen güvenlik ve reelpolitik ekseninde şekillendiği zirve noktasını temsil etmektedir. Halbuki ABD üzerinden PKK ve diğer terör örgütlerinin Türkiye aleyhine beslendiği gerçeği ancak daha sonraları anlaşılacaktı.

2.3. Kırılma Anları ve Psikolojik Kopuş (2002-Günümüz)

2000'li yılların başından itibaren, hem bölgesel dinamiklerin değişmesi hem de Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AK Parti) iktidara gelmesiyle birlikte ilişkilerde bir gerileme süreci başlamıştır. AK Parti hükümetinin, Türk dış politikasını daha ideolojik bir çerçeveye oturtarak Filistin davasını merkeze alan bir söylem benimsemesi, İsrail ile olan ilişkilerin doğasını temelden değiştirmiştir. Bu süreçte yaşanan bir dizi kriz, gerilimi tırmandırmış ve ilişkilerde geri dönülmez kırılmalara yol açmıştır. 2009 Davos Zirvesi'ndeki "one minute" çıkışı ve 2010 yılındaki "Alçak Koltuk Krizi" gibi olaylar, artan husumeti diplomatik sahneden kamuoyunun gözleri önüne taşımış ve siyasi gerilimi dramatize etmiştir.

2.3.1. Mavi Marmara: Bir Travma Olarak Dış Politika

Türkiye-İsrail ilişkilerindeki en derin ve onarılması en güç kırılma, 31 Mayıs 2010'da Gazze'ye insani yardım götüren Mavi Marmara gemisine İsrail ordusu tarafından düzenlenen ve Türk vatandaşlarının hayatını kaybettiği saldırıyla yaşanmıştır. Bu olay, diplomatik bir kriz olmanın çok ötesinde, Türk toplumu için ulusal bir travma niteliği taşımaktadır. İsrail askerlerinin Türk sivilleri öldürmesi, siyasi bir anlaşmazlığı halk nezdinde bir "kan davası" anlatısına dönüştürmüştür. Saldırının ardından diplomatik ilişkilerin en alt seviyeye indirilmesi, yıllar sonra İsrail'in özür dilemesi ve tazminat ödemesi dahi bu psikolojik kopuşu tamir etmeye yetmemiştir. Birçok analistin de belirttiği gibi, bu olaydan sonra ilişkilerin bir daha asla "eski haline dönmeyeceği" yönündeki tespit, Mavi Marmara'nın yarattığı derin yaranın bir göstergesidir. Olay, Birleşmiş Milletler'i harekete geçirmiş ve dünya genelinde protestolara neden olarak sorunu uluslararası bir boyuta taşımıştır.

İlişkilerin tarihsel seyri incelendiğinde, çatışmanın doğasında temel bir dönüşüm yaşandığı görülmektedir. 1949'dan 2002'ye kadar olan dönemde, ilişki, kamuoyundan büyük ölçüde yalıtılmış, elitler tarafından yönetilen ve jeopolitik hesaplamalara dayalı bir devletlerarası ilişkiydi. AK Parti'nin iktidarıyla birlikte, Türk kimliğini daha geniş İslam dünyası içinde konumlandıran ve Filistin davasını sahiplenen yeni bir siyasi söylem hakim olmuştur. Mavi Marmara hadisesi ise bu dönüşüm için bir katalizör görevi görmüş, elit düzeydeki bir siyasi anlaşmazlığı, halkın derinden hissettiği popüler bir şikayete dönüştürmüştür. Kurbanların Türk siviller olması, çatışmayı Türk halkı için kişisel bir mesele haline getirmiştir. Sonuç olarak, Türkiye-İsrail ilişkileri artık sessiz diplomasiyle kolayca yönetilebilecek bir alan olmaktan çıkmış, ALARM anketinde de görüldüğü gibi, kamuoyunun yoğun baskılarına maruz kalan, herhangi bir normalleşme adımının siyasi maliyetinin yüksek olduğu bir hale dönüşmüştür.

Bölüm 3:

İdeoloji ve Reelpolitik Çatışması: "Vadedilmiş Topraklar" ve Bölgesel Güç Mücadelesi

3.1. Siyonizmin "Arz-ı Mev'ud" Doktrini ve Türkiye'nin Tehdit Algısı

Türkiye-İsrail ilişkilerindeki güvensizliğin temelinde, reelpolitik çıkar çatışmalarının yanı sıra derin ideolojik ve tarihsel endişeler de yatmaktadır. Bu endişelerin merkezinde, Siyonist ideolojinin temel taşlarından biri olan "Arz-ı Mev'ud" (Vadedilmiş Topraklar) kavramı bulunmaktadır. Tevrat'taki kökenlerine dayanan bu doktrin, Tanrı'nın Hz. İbrahim ve onun soyuna vaat ettiği iddiasındaki toprakları ifade etmektedir. Türkiye'deki stratejik çevrelerde bu kavram, soyut bir dini inanç olarak değil, İsrail'in potansiyel yayılmacı hedeflerinin ideolojik bir planı olarak algılanmaktadır. Bu algıyı besleyen en önemli unsurlardan biri, "Büyük İsrail" projesini tasvir ettiği iddia edilen ve Vadedilmiş Topraklar'ın Türkiye'nin güneyindeki Hatay, Gaziantep, Kahramanmaraş gibi vilayetlerin bir kısmını da kapsadığını gösteren haritalardır. Bu Türkiye'de varoluşsal bir tehdit anlatısını körüklemekte ve ALARM anketinde görülen çatışmacı tutumlar için ideolojik bir zemin hazırlamaktadır.

3.2. Vekalet Savaşları Arenası: Suriye Cephesi

Günümüzde Türkiye ile İsrail arasındaki jeopolitik rekabetin en somut ve tehlikeli sahnesi Suriye'dir. Suriye İç Savaşı, iki ülkenin dolaylı bir vekalet mücadelesi yürüttüğü bir arenaya dönüşmüştür.

İsrail'in Hedefleri: İsrail'in Suriye'deki temel stratejisi, İran destekli milislerin ve Hizbullah'ın kendi sınırlarında kalıcı bir askeri varlık oluşturmasını engellemek ve Suriye'de güçlü, istikrarlı ve potansiyel olarak kendisine düşman bir merkezi otoritenin yeniden kurulmasını önlemektir. İsrail, bu hedefe ulaşmak için Suriye'nin etnik ve mezhepsel fay hatlarını kullanarak ülkeyi istikrarsızlaştırmayı ve İran'a ait olduğu iddia edilen hedeflere düzenli olarak hava saldırıları düzenlemeyi bir politika olarak benimsemiştir. İsrail için ideal senaryo, kendi stratejik derinliğini koruyabileceği, parçalanmış ve zayıf bir Suriye'dir.

Türkiye'nin Hedefleri: Türkiye'nin Suriye'deki öncelikleri ise tamamen farklıdır. Ankara'nın temel amacı, güney sınırında PKK/YPG uzantılı bir terör koridorunun veya özerk bir Kürt yapılanmasının oluşmasını engellemek, mülteci akınını kontrol altında tutmak ve Suriye'nin kuzeyindeki nüfuz alanlarını güvence altına almaktır. Bu hedefler, Suriye'nin toprak bütünlüğünü savunan (ancak önceki rejime karşı olan) ve belirli bir düzeyde istikrar gerektiren bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır.

Çıkar Çatışması: Bu iki ülkenin hedefleri birbiriyle taban tabana zıttır. İsrail'in Suriye devletini ve müttefiklerini zayıflatmaya yönelik her adımı, Ankara tarafından dolaylı olarak Türkiye'nin bölgedeki artan askeri ve siyasi nüfuzunu sınırlamaya yönelik bir hamle olarak algılanmaktadır. Bu durum, Suriye'yi iki bölgesel gücün hamlelerini birbirine karşı yaptığı, düşük yoğunluklu ancak oldukça değişken bir satranç tahtasına çevirmiştir.

Suriye'deki bu rekabet, aynı zamanda bir tür gayriresmi iletişim ve stratejik sinyalleşme alanı işlevi de görmektedir. Hem Türkiye hem de İsrail, Suriye'nin karmaşık ve kalabalık hava sahasında faaliyet gösteren iki büyük askeri güçtür. Aralarında yaşanacak doğrudan bir askeri çatışma, her iki taraf için de felaketle sonuçlanabilecek ve Rusya ile ABD gibi süper güçleri de içine çekebilecek bir potansiyele sahiptir. Bu nedenle, iki ülke arasındaki hava olaylarını önlemek için bir "kırmızı hat" mekanizmasının varlığı bilinmektedir. Bu durum, Suriye'nin fiili olarak yönetilen bir çatışma alanına dönüştüğünü göstermektedir. İsrail'in Türk kontrolündeki bölgelere yakın noktalara düzenlediği hava saldırıları, İran varlığına ve dolaylı olarak Türk nüfuzunun genişlemesine ne kadar müsamaha göstereceğinin bir sinyali olarak okunabilir. Benzer şekilde, Türkiye'nin terörle mücadele operasyonları da Kürt devletleşmesi konusundaki kırmızı çizgilerinin pazarlığa açık olmadığının bir ilanıdır. Bu, üçüncü bir ülkenin topraklarında oynanan, tehlikeli ancak şimdilik kontrollü bir güç oyunudur.

Bölüm 4:

Müttefikler, Rakipler ve Değişen Dengeler

4.1. Türkiye'nin Stratejik Duruşu: Yalnızlaşma ve Otonomi Arayışı

Türkiye'nin mevcut dış politikası, "stratejik otonomi" arayışı olarak tanımlanabilir. Bu politika, geleneksel Batı/NATO ittifakını korurken, aynı zamanda Rusya ve diğer Batılı olmayan aktörlerle pragmatik ortaklıklar kurarak bir denge oluşturma çabasına dayanmaktadır.

NATO: 1952'den beri Türkiye'nin güvenlik mimarisinin temel taşı olmasına rağmen, son yıllarda Rusya'dan S-400 hava savunma sistemlerinin alınması, Suriye politikalarındaki ayrışmalar ve Finlandiya/İsveç'in üyelik süreçlerindeki tutum gibi nedenlerle ilişkiler oldukça gerginleşmiştir.

Rusya: Türkiye'nin Rusya ile ilişkisi, "rekabetçi iş birliği" olarak nitelendirilebilecek karmaşık bir yapıya sahiptir. İki ülke enerji ve ticarette önemli ortaklar iken, Suriye ve Libya gibi sahalarda karşıt tarafları desteklemektedir. Bu denge politikası Ankara'ya bir manevra alanı sağlasa da, aynı zamanda ciddi zafiyetler de yaratmaktadır.

Bölgesel İttifaklar: Türkiye, Türk Devletleri Teşkilatı gibi platformlarda aktif rol oynamakta ve Katar gibi ülkelerle stratejik ortaklıklar kurarak, Suudi Arabistan/BAE eksenine alternatif bir blok oluşturma çabası içindedir.

4.2. İsrail'in Güvenlik Mimarisi: ABD Çapası ve Bölgesel Entegrasyon

İsrail'in güvenlik stratejisi ise iki temel sütun üzerine inşa edilmiştir: ABD ile olan sarsılmaz ittifakı ve yeni bölgesel entegrasyon çabaları.

ABD İttifakı: İsrail'in ulusal güvenliği, ABD ile olan "kırılmaz" stratejik ortaklığına endekslidir. Bu ortaklık, milyarlarca dolarlık askeri yardımı, en ileri teknolojilere erişimi ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ndeki diplomatik veto kalkanını içermektedir.

İbrahim Anlaşmaları (Abraham Accords): Son yıllarda bölgedeki en önemli stratejik gelişme, İsrail'in Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn ve Fas gibi Arap ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirdiği İbrahim Anlaşmaları'dır. Bu anlaşmalar, ortak İran endişesi ve ekonomik/teknolojik iş birliği arzusu temelinde yeni bir bölgesel güvenlik mimarisi yaratmıştır.

Türkiye'ye Etkisi: Bu anlaşmalar, Arap ülkelerinin İsrail ile normalleşmek için Filistin sorununun çözümünü bir ön koşul olarak görme geleneğini fiilen ortadan kaldırmıştır. Bu durum, Türkiye ve Katar'ın Hamas'ı destekleyen ve Filistin davasını önceleyen tutumunu bölgesel olarak izole etmiştir. Anlaşmalar, Türkiye'nin bölgesel hedeflerine şüpheyle yaklaşan, ABD destekli güçlü bir koalisyonun ortaya çıkmasına neden olmuştur.

4.3. Üçüncü Aktörlerin Rolü: ABD ve Rusya'nın Stratejik Hesapları

Amerika Birleşik Devletleri: ABD, hem İsrail'in bir numaralı güvenlik garantörü hem de paradoksal bir şekilde, Türkiye-İsrail gerilimlerinde kilit bir arabulucu rolü oynamaktadır. Özellikle son dönemde ABD yönetimleri, gergin ilişkilere rağmen Türkiye'nin sahip olduğu özgün nüfuzu pragmatik bir şekilde kullanarak, Gazze'deki gerilimi düşürme ve ateşkes müzakerelerine Ankara'yı dahil etme yoluna gitmiştir.

Rusya: Moskova, bölgedeki tüm kilit aktörlerle (İsrail, Türkiye, İran ve Suriye) aynı anda işlevsel ilişkilere sahip tek büyük güç olarak benzersiz bir konumdadır. Bu durum, Rusya'ya Suriye gibi kriz bölgelerinde çatışmaları kendi çıkarları doğrultusunda yönetme ve Batı ittifakı içindeki çatlaklardan faydalanma imkanı tanımaktadır.

İbrahim Anlaşmaları, sadece İsrail ile Arap ülkeleri arasında barışı tesis etmeyi amaçlayan bir dizi anlaşma değildir; aynı zamanda Türkiye'nin bölgesel vizyonuna meydan okuyan ve bu vizyonu çevrelemeyi hedefleyen rakip bir jeopolitik ve jeoekonomik bloğun başarılı bir şekilde kurulmasını temsil etmektedir. AK Parti döneminde Türkiye'nin dış politikası, Suudi Arabistan ve BAE gibi monarşilerin koruduğu statükoya meydan okuyan, Müslüman Kardeşler ve Hamas yanlısı bir çizgi izlemiştir. İbrahim Anlaşmaları, İsrail'i tam da bu statükocu güçlerle (BAE, Bahreyn) resmi bir ittifak içine sokmuştur. Bu yeni blok, ortak bir tehdit algısını (İran) paylaşmanın yanı sıra, Türkiye'nin hedefleri ve muhalif İslami yapılara verdiği destek konusunda da ortak bir rakip algısına sahiptir. Ekonomik olarak, İsrail gazını Yunanistan ve Güney Kıbrıs üzerinden Avrupa'ya taşımayı hedefleyen EastMed boru hattı projesi, Türkiye'yi enerji denkleminin dışında bırakmaya yönelik doğrudan bir girişimdi. Proje şimdilik rafa kalkmış olsa da, arkasındaki niyet açıktı. Dolayısıyla, İbrahim Anlaşmaları, Türkiye'nin manevra alanını daraltan ve dış politika yönelimini izole eden bir tür "yumuşak" stratejik kuşatma olarak yorumlanabilir.

Bölüm 5:

Krizden Fırsata? Türkiye'nin Arabuluculuk Rolü ve Gelecek Senaryoları

5.1. Barış Görüşmelerindeki Yeni Aktör: Türkiye'nin Vazgeçilmez Konumu

Son dönemdeki krizler, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki derin sorunları gün yüzüne çıkarırken, aynı zamanda Ankara'ya beklenmedik bir diplomatik fırsat da sunmuştur. Türkiye, Hamas ile İsrail arasındaki ateşkes ve esir takası müzakerelerinde kritik bir kolaylaştırıcı aktör olarak öne çıkmıştır. Hamas'ın siyasi liderliği ile uzun yıllara dayanan ve açık iletişim kanallarına sahip olması, özellikle Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) aracılığıyla, Türkiye'yi diplomatik sürecin vazgeçilmez bir parçası haline getirmiştir. Hamas'ı bir terör örgütü olarak tanıyan ve doğrudan temas kuramayan ABD başta olmak üzere Batılı güçler için Türkiye, güvenilir bir aracı ihtiyacını karşılamıştır. Bu rol, ABD tarafından aktif olarak teşvik edilmiş ve Ankara'ya Gazze'nin geleceğinin şekillendirilmesinde "masada bir sandalye" ve önemli bir diplomatik sermaye kazandırmıştır.

5.2. Türkiye İçin Potansiyel Adımlar ve Stratejik Seçenekler

Bu noktada Türkiye'nin önünde, ALARM anketinde yansıyan iç kamuoyu baskıları ile jeopolitik gerçekler arasında bir denge kurmasını gerektiren birkaç stratejik seçenek bulunmaktadır:

Senaryo A: Halkın Talebi: ALARM anketinin ortaya koyduğu talepleri bütünüyle benimsemek. Bu senaryo, İsrail ile kalan tüm diplomatik ve ekonomik bağların koparılmasını, sert yaptırımların uygulanmasını ve bölgedeki İsrail karşıtı vekil güçlerin aktif olarak desteklenmesini içerir. Riskleri: Batı dünyasından tamamen tecrit olma, potansiyel ABD yaptırımlarına maruz kalma, ikili ticaretin çökmesi ve en önemlisi, kazanılan değerli arabuluculuk rolünün kaybedilmesi.

Senaryo B: Mevcut Rota: Mevcut ikili politikayı sürdürmek: İç kamuoyunu tatmin etmeye yönelik sert söylemleri devam ettirirken, perde arkasında vazgeçilmez bir diplomatik arabulucu olarak sessiz angajmanı sürdürmek. Faydaları: Uluslararası alanda aktif kalmayı sağlar, hem Hamas hem de İsrail üzerinde bir manivela gücü sunar ve taktiksel esneklik sağlar. Riskleri: Hem iç hem de dış kamuoyunda ikiyüzlü olarak algılanma riski taşır; strateji doğası gereği istikrarsızdır ve liderlerin kişisel ilişkilerine bağımlıdır.

Senaryo C: Koalisyon Arayışı: Katar, Malezya ve Pakistan gibi ülkelerle birlikte hareket ederek İsrail-İbrahim Anlaşmaları bloğuna karşı resmi bir denge unsuru oluşturmak için proaktif bir çaba içine girmek. Bu, bölge için alternatif vizyonu kurumsallaştırma girişimi olacaktır. Faydaları: Daha istikrarlı bir bölgesel güç dengesi yaratabilir. Riskleri: Bölgede daha kemikleşmiş ve düşmanca bir soğuk savaş ortamına yol açabilir.

Türkiye'nin Batı ve İsrail ile ilişkilerindeki en büyük stratejik yükümlülüğü olan Hamas ile açık ve destekleyici ilişkisi, paradoksal bir şekilde, mevcut jeopolitik bağlamda en değerli ve benzersiz stratejik varlığına dönüşmüştür. Yıllarca Türkiye'nin Hamas ile olan bağları, İsrail ve ABD ile sürtüşmenin ana kaynağı olmuş, teröre destek verdiği suçlamalarına yol açmış ve Ankara'nın Batı'dan uzaklaşmasına neden olmuştur. Ancak, 7 Ekim sonrası ortaya çıkan yeni gerçeklik, esirlerin serbest bırakılması ve ateşkesin sağlanması gibi kritik müzakereler için Hamas ile güvenilir bir muhatap bulmayı zorunlu kılmıştır. Batılı güçler ve hatta bölgesel rakipler, bu düzeyde güvenilir bir erişim kanalından yoksundur. Türkiye, Katar ile birlikte bu boşluğu benzersiz bir şekilde doldurmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye'yi "sorunlu bir oyuncu" haline getiren politika, şimdi onun vazgeçilmezliğinin ve manivela gücünün kaynağı olmuştur. Bu durum, Türkiye'nin çatışmadaki mevcut rolünün temel dinamiğini oluşturmaktadır.

Sonuç: Tarihsel Kavşakta Bir Dış Politika

ALARM anketi, sadece anlık bir kamuoyu tepkisini değil, daha derin bir durumun belirtisini ortaya koymaktadır: Türk halkının duygusal ve ideolojik talepleri ile 21. yüzyıl jeopolitiğinin karmaşık ve çıkar odaklı hesaplamaları arasında giderek açılan bir makas. Anket sonuçları, Türk dış politikasının, halkın iradesi ile dünyanın acımasız gerçekleri arasında sıkışıp kaldığını göstermektedir.

Sonuç olarak, Türkiye-İsrail ilişkileri, ikili bir sorun olmanın ötesine geçmiştir. Bu ilişki artık, Türkiye'nin daha geniş dış politika hedeflerini, Doğu ile Batı arasında kendi yerini tanımlama mücadelesini ve yeni ittifaklarla yeniden şekillenen bir Ortadoğu'da yolunu bulma kapasitesini ölçen kritik bir barometre haline gelmiştir. Türk liderliğinin önündeki nihai meydan okuma, sadece İsrail ile hasmane bir ilişkiyi yönetmek değil, aynı zamanda halkının talepleri ile küresel sistemin dayattığı gerçekler arasındaki bu derin ve büyüyen uçurumu yönetmektir.

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya