Bir arayış var.
"Hira dinginliği" arayışı.
Bu dinginlik için kalbi mi Hira'da aramak gerekir, Hira'yı mı kalpte?
Cevabını bilmemekle birlikte, bizimkisi sadece bu sorunun yarattığı huzursuzluğu unutma gayesi.
Çünkü cevap her iki ezan çağrısı arasındaki mesafe kadar belirgin, bir sonraki vakte çıkmanın kestirilemez oluşu kadar belirsiz.
Dairesel bir odada köşe kapmacanın boşu boşunalığı gibi.
Bu boşu boşunalıkla edinilen çeşitli uğraşlar var:
İş var, eş var, aş var...
Yanlış seçimlerin tatmini ve nefsi mutmain etmeyen doğru kararlar.
Zihindeki kıyamet radyosunun sesini kısmak için kapatılan kulaklar yahut duymamak adına mütemadiyen kendini meşgul tutanlar.
Bu meşguliyet ile kendine bir şeyler katıp geliştirebileceğine inananlar.
Öyle ya, her motivasyon konuşmasının özü budur: Kendini geliştirmek için, kendine sürekli bir şeyler katmak gerekir.
Halbuki gelişim kendine kattıklarınla değil, kendinden eksilttiklerinle mümkündür.
Her daim hayatına eklenenlerle değil, olmadan da yaşayabileceğin ağırlıkları hayatından çıkarıp yükselmekle:
Hem işi, hem eşi, hem aşı.
Terk etmekle.
Oruç buna vesiledir aslında.
Oruçla birlikte pek çok hal terk edilir.
Aşırılıktan kaçınılır.
Peki ya aşırılığından kaçınılmayan şeyler de var mıdır?
İbadet, iyilik, şükür...
Yahut, edep.
Sahi, edep de terk edilmeli midir?
Fazlası, evet. Çünkü edebin fazlası da edepsizlik doğurur.
Bu sebeple hata yapmak iyidir. Allah'ın en sevdiği de kulun hatadan boynu bükülen halidir. Kabarmış bir egoyla ve sözüm ona hatasız olmanın verdiği böbürlenmeyle huzura çıkmak ne büyük bir felakettir.
Dört kitabı ezbere bilen ve Allah'a şahitlik eden şeytanı dahi cennetten kovduran da bu kibir değil midir?
Kendini üstün görmek.
Kendini Adem'den üstün gören şeytan ve kendini adem oğlundan üstün gören "ben".
Ben olgusu. İşte asıl terk edilecek olan.
Terk etmek. Tüm bildiklerini.
Yeterli mi?
Kişi, terk ettiklerini de terk etmeli.
Terk-i Terk.
Terk etmiş olduklarını terk ettiğini anmayı ve bu sebeple yas tutmayı yahut gururlanmayı da terk etmek.
Terk ettiklerini tamamen bilincinden ve ruhundan atmak.
Kolay, değil mi?
Söylemesi öyle.
Dünyayı, ardından cenneti, sonrasında varlığınızı dahi terk etmek ve en sonunda tüm bu arzuları terk ettiğinizi dahi unutmak pek bize göre durmuyor. Yapabilene helal olsun.
Bizim istikametimiz ne olabilir?
Örneğin, birinci aşamada dünyalık meseleleri terk etmek mümkün olabilir.
En azından, emekli olduktan ve iş işten geçtikten sonra, "Bir hırka, bir lokma" düsturu modern dervişlik kavramına oturmasa da, insan malı mülkü satıp bir dağ evine yerleşebilir.
Peki aynı insan, bu dağ evinde, yalnızca Rabbine ibadet ederek geçirdiği bu süreçte arkadaşlarını, gezdiği mekanları, izlediği dizileri, bindiği arabaları özlemeyecek ve onları anmayacak mı?
Bir avuç insanın yaşadığı bir köyde tüm gün ekip biçmek ve güneş batınca uyumaktan ibaret olan dönemlerle, ahir zamandaki dikkat dağıtıcı unsurlar bir mi?
Her şeyin birbirine gark olduğu, herkesin birbirinin yatak odasına kadar girdiği bu dönemde, yani günümüzde, terk-i dünya mümkün mü?
Belki milyonda bir görülebilen, görüldüğü zaman da "Yazık, meczup herhalde" diye yorumlanan bir vaka olur ancak.
Veliler, deli olur.
Aklı başında gözükmek önemli.
Hem aklı başında gözükmek hem bu yola baş koymak isteyebiliriz.
O halde yukarıda sözü edilen "eksilterek gelişme"yi tekrar gözden geçirmeliyiz.
Terk-i dünya ahir zamanda mümkün değildir belki, ama o mümkün olmasa dahi size zarar veren, manipüle eden ve hayat enerjinizi sömüren kişi veya şeyleri terk etmek; onlar için harcadığınız zamanı ve emeği Allah'ın nazargahına, yani kendi kalbinize kanalize etmek mümkündür.
Gerçi bu da bir hayli zordur. Çünkü unutmamak gerekir:
Dünya, kalpten küçüktür.
Öyle ki isyan da oradadır, huzur da; Hira da oradadır, Pompei' de; geçmiş de oradadır, gelecek de.
Ying ve Yang gibi, ilahilerdeki gibi:
Bize derman olacak olan dert de oradadır.
Terk edilenler de oradadır.
Ve elbette, terk'in kendisi de.