Son dönemlerde dünyanın gidişatına ilişkin ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte yapılan analizlerde belirsizlik vurgusu öne çıkıyor. Ekonomi, toplum, kültür, güvenlik ve uluslararası düzen gibi alanları kapsayan bu belirsizlikler gün geçtikçe daha tedirginlik veren bir mahiyet kesbediyor.
İran, Hasan Ruhani hükümetinin iş başına geldiği 2013 yılından çok farklı bir noktada bulunuyor. Geride kalan yıllar Ruhani’nin birçok konuda bir B planının dahi olmadığını gösterdi. Buna gerekçe olarak Cumhurbaşkanı Ruhani şimdiye dek sürekli olarak, sistem içinde hareket alanını sınırlayan kısıtlara sığındı. Ruhani’nin enerjik bir cumhurbaşkanı olmaması ve Mahmud Ahmedinejad’dan sonra gelmenin sosyo-psikolojik getirilerini fazlaca kullanması gibi zaafları bir yana bırakılırsa belki de en haklı olduğu konu bu. Gerçekten de İran’ın birçok alanda tavır değişikliğine gitmesi gerekiyor.
Son olarak yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını da ufuktaki muğlak katmanı kesifleştirdi. İstisnasız her devleti etkileyen bu gidişatta en büyük hasarı ise esneme ve koşullara intibak etme kabiliyeti düşük olanlar alacak. Zira çeşitli boyutlarda buhranların eş zamanlı olarak ortaya çıkması hızlı ama daha büyük sorunlara yol açmayacak tedbirleri almayı gerekli kılıyor. Devlet yapısı, ideolojisi ve dışlayıcı siyasal elit ağı nedeniyle esneklik kabiliyeti düşük olan İran İslam Cumhuriyeti, bu süreci hayli sarsıntılı geçiren devletlerden biri. Ülke içinde ve dışında son dönemlerde yaşananlar İran’ın geleceğine ilişkin net fikirler veriyor. 2009 yılındaki Yeşil Hareket ve bundan kısa süre sonra Orta Doğu’da meydana gelen gelişmelerle kritik bir sürece giren Tahran yönetimi, bu sürecin kısa vadeli adımlarla aşılamayacağı gerçeğiyle karşı karşıya. Süreci yönetmek için atılması gereken adımlara ise ülkedeki siyasal sistemin yapısı izin vermiyor.
Tek sorun yaptırımlar mı?
ABD’nin 2020 yılının ilk günlerinde, Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’yi suikastla öldürmesinden itibaren yaşanan gelişmelerde İran devleti hayli dağınık bir görüntü ortaya koydu. Olası riskleri hesaba katarak suikasta ölçülü bir tepki veren İran’ın bu tavrı anlaşılabilir ise de ardından yaşananlar için bunu söylemek imkânsız. İlk olarak, Süleymani’nin cenaze merasimi onlarca kişinin yaşamına mal olan büyük bir izdihama sahne oldu. Bunun ardından, suikasta misilleme olarak 8 Ocak’ta ABD’nin Irak’taki Ayn el-Esed ve Erbil üslerine roket atışları yapan İran, aynı gün Ukrayna’ya ait bir uçağı Tahran’daki Uluslararası İmam Humeyni Havalimanı’ndan havalandıktan kısa süre sonra yanlışlıkla vurdu ve uçaktaki 176 yolcu hayatını kaybetti. Son olarak, Tahran yönetiminin Kovid-19 salgını konusunda tedbir almakta oldukça geç ve yetersiz kalması resmi rakamlara göre 41 bin 495 kişinin hastalığa yakalanmasına, bunlardan 2 bin 757’sinin ise ölümüne neden oldu. Tüm bunlar yaşanırken İran’ın özellikle Dışişleri Başkanı Cevad Zarif’in dilinden sürekli ABD yaptırımlarından yakındığı görüldü.
İran, Devrim Rehberi Ali Hameney’in “kahramanca bir esneklik” gösterdiklerini söylemesiyle Temmuz 2015’te tarafları arasında ABD’nin de bulunduğu nükleer anlaşmaya imza atmıştı. İran anlaşmadan beklediğini bulamadığı gibi Donald Trump yönetiminin Mayıs 2018’de anlaşmadan çekilerek 2016 yılından itibaren kaldırılmış olanlar dahil İran’a bir dizi tek taraflı yaptırım uygulaması bu ülke açısından ciddi sorunlara neden oldu. Bu tarihten itibaren İran’ın petrol gelirleri hızla azalarak dip yaptı ve İran ekonomisi alarm vermeye başladı. Her ne kadar ilaç sektörü ABD’nin yaptırımlarının doğrudan kapsamı dahilinde değilse de bir bütün olarak “yaptırım rejimi” yabancı şirketlerin İran’la iş yapmasını ve ödemelerini almasını zorlaştırdığı için bu sektör de süreçten payını aldı. Ne var ki İran’ın sağlık sektöründeki sorunları yalnızca ABD yaptırımlarıyla açıklamak imkânsız. Her ne kadar sağlık alt yapısının nicel yönü açısından bölgenin görece iyi durumdaki ülkelerinden biri olsa da 82 milyonluk İran, hastane sayısı, kişi başına düşen hekim sayısı ve genel anlamda sağlık harcamaları gibi hususlarda dünya ortalamasının altında. Normal koşullar altında 15 bin yoğun bakım ünitesine ihtiyaç duyan İran’da bu rakam fiilen 7 bin. Bin kişiye 1,6 hekimin düştüğü İran bu alanda da iyi bir karneye sahip değil. Bu nicel verilerin dışında, İran’da hastanelerin teçhizat sıkıntısı ve tam teşekküllü hastanelerin bölgelere göre dağılımındaki dengesizlikler sorunların da var olduğu görülüyor.
Benzer bir durum İran’ın genel ekonomik gidişatı için de geçerli. 30 yaşın altındaki genç nüfusuna istihdam sağlamakta zorluk çeken İran yönetimi, geride kalan 40 yıl boyunca nüfus artışını teşvik etmesine rağmen artan nüfusun istihdam, gıda, su ve mesken gibi ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılamaya yetecek yapısal çözümler üretemedi. Ekonomi politikalarını, Direniş Ekonomisi adı verilen genel bir çerçeveye oturtan İran, pratikteki pragmatizmiyle bu ilkeleri esnetse de ilke bazında ideolojik tutumunu sürdürdü. Trump yönetimiyse İran’ı bu anlamda tavır değişikliğine mecbur etmeye çalışıyor. Belki de İran’ı ekonomi alanında bekleyen en kayda değer belirsizlik bu ikircikli tavrını değiştirme iradesi gösterip gösteremeyeceği. İran’ın dış politikası için de benzer bir durum geçerli ve bilhassa Orta Doğu’da son dönemlerde yaşananlar bu anlamda İran’ı yakından ilgilendiriyor.
İran’ın bölgesel amaçları ne?
İran’ın dış politikasını özellikle de Orta Doğu vizyonunu belirleyen sabiteler, bu ülkenin mevcut politikalarını açıklamak için son derece önemli. Normalleşmeyi engelleyen abartılı tehdit algısı, askeri kapasiteye duyulan aşırı güven ve uluslararası düzenin kaotik bir alan olduğu kabulü bunlardan birkaçı. Şah’ın özellikle 1970’ler boyunca İran’ın bölgesel nüfuzunu artırmak için attığı adımları devralan İran İslam Cumhuriyeti, 1979’dan sonra bu üç eksende bölgesel eylemlerini genişletti. ABD’nin 2001 yılında Afganistan’ı işgal etmesiyle beraber bu eylemler çok daha kapsamlı bir hal aldı ve takip eden yıllarda İran bölgede önemli nüfuz alanları kazandı. Ne var ki bu nüfuz en azından iki boyutuyla sorunluydu ve bu sorunlar İran’ın işini zorlaştırmaya devam ediyor. Buna göre İran, bölgedeki nüfuzunu sağlamak ve sürdürmek için sürekli olarak önemli harcamalar yapmak ve özellikle bölgedeki vekil güçlerini kontrol altında tutmak için büyük maliyetler üstlenmek zorunda. İranlı yetkililerin aksi yöndeki açıklamalarına rağmen bu durum, mevcut ekonomik daralma döneminde ciddi bir sorun teşkil ediyor. Ayrıca İran, bu nüfuzunu sürdürmek için küresel bir himayeye ihtiyaç duyuyor. Çin’in bu konuda gönüllü olmadığı ortada. Rusya’nın desteği ise İran’ın ihtiyaç duyduğu boyutta olmadığı gibi oldukça da çekimser. İran’ın bölgesel amaçlarının net olmaması da durumu karmaşık hale getiriyor. Bu, özellikle Yemen ve Suriye’de net olarak görülüyor.
Lübnan ve Irak, İran’ın nüfuzunun görece güçlü olduğu ülkeler. Bu iki ülkede mevcut koşullarda İran’ı denklem dışı bırakmak neredeyse imkânsız. Yine de özellikle Irak sokaklarında artan İran karşıtı hissiyat dikkat çekiyorsa da İran’ın bunu pek önemsemediği açık. Mart 2015’te başlayan ve beşinci yılını dolduran Yemen savaşında ise İran en azından rakibi Suudi Arabistan kadar sorunlu bir yerde duruyor. Şimdiye dek, İran ve Suudi Arabistan’ın başı çektiği Yemen’deki sorumsuz savaşta büyük çoğunluğu çocuklardan oluşan çeyrek milyon insan hayatını kaybetti. Ülkede açlık trajik boyutlarda ve yeni virüs salgını krizi daha da derinleştirecek gibi duruyor. Uluslararası toplum Yemen savaşını unutmuş gibi davransa da savaşın tarafları olan ülkeler ciddi anlamda yıpranıyor. İran ve Suudi Arabistan’ın paranoya düzeyine varan karşılıklı husumet hali bölgede ciddi sorunlara yol açıyor. Dahası, Yemen’de zor zamanlar geçiren Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ekseninin İran’ı Suriye’de de sıkıştırma yoluna gittiği görülüyor. İran’ın Suriye özelinde Türkiye’yi ve hatta belirli ölçülerde Rusya’yı da kaybettiği hesaba katılırsa işi kolay olmayacaktır.
İran'ın ihtiyacı "makul" esneklik
Uzun süredir fiilen BAE’nin kontrolünü elinde bulunduran Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed’in 27 Mart Cuma günü Beşşar Esed’i arayarak yeni tip koronavirüs salgını vesilesiyle dayanışma mesajı vermesi önemli. Bu, Şam Büyükelçiliğini Aralık 2018’de resmi olarak yeniden açan BAE’nin Esed ile yakınlaşma sürecinin en güncel verisi. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın da benzer bir tutum içinde olduğu ve Esed’i tekrar kazanmak istediği biliniyor. Her iki ülkenin Esed’den ortak beklentisi ise İran’la arasına mesafe koyması. Zayed’in hamlesinden birkaç gün önce 21 ve 22 Mart'ta, BAE ordusu ile 4 bin ABD askeri Kovid-19 salgınına rağmen BAE’nin El-Hamra eğitim kampında bir tatbikat gerçekleştirdi. Körfezde sular ısınırken İran’ın Suriye’de pozisyon değişikliğine gitmeden kalması imkânsız. Son olarak, İdlib krizinde hemen hiç sesi çıkmayan İran’ın, Türkiye ile Rusya arasında 5 Mart’ta Moskova’da varılan mutabakattan memnun olmadığı biliniyor. İran’ın yenilenmiş ateşkes statükosunu sonlandırmak için yapılacak bir provokasyona doğrudan müdahil olması beklenmese de dolaylı şekilde onay vermesi şaşırtıcı olmaz. Suriye’deki amaç ve beklentilerini güncelleme süreci İran’ın önündeki bir diğer belirsizlik olacak.
İran, Hasan Ruhani hükümetinin iş başına geldiği 2013 yılından çok farklı bir noktada bulunuyor. Geride kalan yıllar Ruhani’nin birçok konuda bir B planının dahi olmadığını gösterdi. Buna gerekçe olarak Cumhurbaşkanı Ruhani şimdiye dek sürekli olarak, sistem içinde hareket alanını sınırlayan kısıtlara sığındı. Ruhani’nin enerjik bir cumhurbaşkanı olmaması ve Mahmud Ahmedinejad’dan sonra gelmenin sosyo-psikolojik getirilerini fazlaca kullanması gibi zaafları bir yana bırakılırsa belki de en haklı olduğu konu bu. Gerçekten de İran’ın birçok alanda tavır değişikliğine gitmesi gerekiyor. Eski cumhurbaşkanlarından Haşimi Rafsancani ahir ömründe yeni bir anayasanın gerekliliğinden bahsederken esasen bu noktaya işaret ediyordu. Ancak yeni bir anayasa bile İran’da anlamlı bir paradigma değişimi getirmeyecektir. Modern İran tarihinde siyasal sistemlerin doğal bir seyirle tekâmül ettiği bir görüntünün olmadığı da unutulmamalı. Denebilir ki İran İslam Cumhuriyeti’ni bekleyen kritik belirsizlik bu anlamda bir açılım sağlamak. Değilse, ekonomik ve bölgesel sorunlar İran’ın yüz yüze kalacağı en büyük meydan okuma olmayacaktır. İran’da bu durumun farkında olan ve sorunları teşhis eden çok sayıda isim var. Belki de artık İran’ın ihtiyaç duyduğu şey “makul” bir esneklik. Bunun olup olmayacağını ise zaman gösterecek.
[Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Leiden Üniversitesi İran Çalışmaları bölümünde tamamlayan Dr. Serhan Afacan İstanbul Medeniyet Üniversitesi öğretim üyesidir]