İsrail’in Filistinlilere yönelik orantısız saldırıları nihayet iki taraf arasında varılan ateşkesle son buldu. Tarihi tecrübeye dayanarak, ateşkesin kalıcı olup olmayacağı ya da İsrail’in saldırılarının yakın bir zamanda yeniden başlayıp başlamayacağı konusunda net bir şey söylemek mümkün değil. İsrail’in izlediği yayılmacı ve saldırgan politikaları durduracak –İsrail’i dengeleyecek bir gücün ortaya çıkışı gibi– yeni ve ciddi bir gelişmenin varlığından bahsedemeyiz. Şimdilik Filistin halkı ve uluslararası kamuoyu ABD’nin bu işe el atmasına bel bağlamış görünüyor. Lakin çatışmaların akabinde akıllarda kalan tek şey, uluslararası sistemin süper gücü ve lideri konumundaki ABD’nin yönetim düzeyinde izlemiş olduğu yanlı, duyarsız ve pasif politika oldu. ABD bir kez daha adalet beklentilerini karşılayamadı ve gerçek anlamda lider bir ülke olamayacağını gösterdi. ABD yönetiminin önde gelen isimleri, İsrail’in sivilleri hedef alan orantısız güç kullanımını olabildiğince absürt bir şekilde, “İsrail’in kendisini savunma hakkı var” iddiasıyla geçiştirmeye çalıştı. Sanki savaşan iki eşit taraf varmış ve İsrail hukuk dışı bir şekilde Filistinlileri yerlerinden etmiyormuş gibi, “taraflara” yarım ağızla çatışmaları azaltma çağrısında bulundu. Bu vurdumduymaz tavır, Biden yönetiminin dış politikada ABD’yi “yeniden oyuna sokmak” ve çok taraflı ve adil bir uluslararası düzen kurmak gibi iddialı vaatleri göz önüne alındığında, büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Birçok insan doğal olarak ABD’nin hem küresel liderliğini –nitekim bir süredir zaten Çin’in ABD’yi koltuğundan edeceği ciddi anlamda tartışılıyor– hem de İsrail’le olan “özel” ilişkilerini sorgulamaya başladı.
Lobi faktörü
Uluslararası siyasette devletlerin ittifak ilişkilerine girmesi ve bu bağlamda güçlü devletlerin kendilerinden daha zayıf devletlere kendilerini takip etme karşılığında askeri, diplomatik ve ekonomik yardımda bulunması olağan bir durumdur. Olağan olmayan ise ülkelerin müttefiklik ilişkilerini herhangi bir koşula –mesela insan haklarına saygı ya da başka yükümlülükleri yerine getirmek gibi– bağlamadan ve sürekli olacak şekilde sürdürmesidir. Uluslararası siyasette devletlerin çıkarları vardır, değişmez dostları değil. ABD ile İsrail arasındaki askeri ve ekonomik ilişkiler büyük ölçüde uluslararası siyasete has bu olağanlıktan mahrumdur. 1948’de Filistin topraklarını işgal ederek gerçekleşen kuruluşundan itibaren İsrail’e arka çıkan ABD, 1970’lerde İsrail’e her yıl 3 milyar dolar ekonomik yardım yapmaya başlamış ve her türlü askeri desteği sağlamıştır. Ekonomik yardımın miktarı ABD’nin 44. başkanı Barack Obama döneminin sonunda (2016) yapılan bir anlaşmayla yıllık 3,8 milyar dolara yükseltilmiş durumda. Liberal Obama her ne kadar İsrail’in sağcı Başbakanı Binyamin Netanyahu’dan siyaseten hoşlanmasa da bu anlaşmaya imza atmak zorunda kalmıştı.
ABD ile İsrail arasındaki özel ilişkileri uzmanlar genellikle iç politikadaki Yahudi lobisinin etkisine bağlamaktalar. Bu meyanda ABD’nin önde gelen uluslararası ilişkiler akademisyenlerinden Stephen Walt ve John Mearsheimer’ın 2007 yılında yayımladığı İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası kitabına bakılabilir. Bu bağlamda öne çıkan aktör, 1950’lerin başında kurulan ve 50 binin üzerinde üyeye sahip Amerikan-İsrail Halkla İşleri Komitesi’dir (AIPAC). AIPAC ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasında büyük etkiye sahip. Sahip olduğu devasa finans ve insan kaynaklarını kullanarak ABD’li Kongre üyeleri üzerinde büyük bir baskı kurmakta. Kongre üyeleri koltuklarını kaybetmemek ve siyaseten marjinalleşmemek için, ilkelerine ve çıkarlarına karşı olsa bile İsrail’i eleştirmekten kaçınarak lobiyle çatışmamaya özen gösterirler. İsrail’e yönelik en küçük eleştirinin dahi antisemitizmle suçlanmaya sebep olacağı ve ilgili kişinin siyasi kariyerinin sona ermesiyle sonuçlanacağı Washington’da çok iyi bilinir.
2016 ve 2020 başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti’nin başkan adayı olmak için mücadele veren sol-popülist ve Yahudi asıllı Vermont eyaleti senatörü Bernie Sanders da İsrail’in Filistinli sivillere yönelik şiddetini ve hukuk dışı eylemlerini ağır bir dille eleştiriyor. Tüm bu gelişmelerin sonucunda, halen marjinal bir konumda olsa da Filistinlilerin sesinin daha fazla duyulmaya başlandığı söylenebilir.
Yahudi lobisi bu etkinliğini kurarken yalnız değil. Lobinin en büyük ortağı Evanjelik Hristiyan gruplardır. Özellikle Cumhuriyetçi Partili başkanlar döneminde etkisi artan Evanjelik Hristiyanlar, dini inançları gereği “Büyük” İsrail devletinin kuruluşuna, yani Siyonist ideolojiye büyük önem atfederler. Hazreti İsa’nın yeryüzüne yeniden inip İncil’e göre dünyanın sonunu getirebilmesi için, Yahudilerin Tanrı’nın vadettiği toprakların tamamını kapsayacak bir devlet kurmaları gerektiği inancını taşırlar. Bu sebeple Evanjelik Hristiyanların önemli bir kısmı, İsrail’in yayılmacı politikaları kapsamında giriştiği her türlü şiddet eylemini meşru görmekte ve siyasilerin üzerinde İsrail’e destek vermeleri için baskı kurmaktadır. Donald Trump’ın başkanlığı döneminde tüm uyarılara rağmen tek-taraflı olarak Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması gibi radikal kararlar almasında Evanjelik Hristiyanların büyük etkisi bulunmaktaydı. Başkan Yardımcısı Mike Pence’in de bu grubun bir üyesi olduğu unutulmamalı.
ABD siyasi sistemi içinde bu lobilerin etkisi, onları dengeleyecek Müslüman ya da liberal insan hakları savunucusu aktörlerin yokluğu ya da zayıflığı nedeniyle katmerlenmekle birlikte, yine de son dönemde yaşanan bazı olumlu gelişmeler gözden kaçırılmamalı. Birkaç yıldır özellikle Demokrat Parti çevrelerinde bazı grupların İsrail’in Filistinli sivillere yönelik şiddet eylemlerine açıktan tepki gösterdiği görülüyor. Bu gruplar İsrail ile ilişkilerin bir koşula bağlanması gerektiğini ve bu koşulun da İsrail’in sivillere yönelik şiddet kullanmaması, işgal politikasından vazgeçmesi ve hak ihlallerine girişmemesi olması gerektiğini dillendiriyorlar. Filistin asıllı Demokrat Partili temsilciler meclisi üyesi Rashida Tlaib ve bir başka Müslüman milletvekili İlhan Omar bu konuda parti içinde istikrarlı bir şekilde seslerini yükseltiyorlar. 2016 ve 2020 başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti’nin başkan adayı olmak için mücadele veren sol-popülist ve Yahudi asıllı Vermont eyaleti senatörü Bernie Sanders da İsrail’in Filistinli sivillere yönelik şiddetini ve hukuk dışı eylemlerini ağır bir dille eleştiriyor. Tüm bu gelişmelerin sonucunda, halen marjinal bir konumda olsa da Filistinlilerin sesinin daha fazla duyulmaya başlandığı söylenebilir. Yakın zamanda Washington DC merkezli Gallup araştırma şirketinin yaptığı bir araştırmaya göre, Demokrat Partili seçmenlerin yüzde 25’lik bir kesimi (bu oran 2018’de yüzde 18-19 civarındaydı) İsrail’den ziyade Filistinlilere sempatiyle bakmaktalar. Aynı şekilde, Demokrat Partili seçmenlerin çoğunluğu (yüzde 53) çatışmaların çözümü için ABD’nin İsrail’e baskı uygulaması gerektiği kanaatini taşımakta. Bu oran 2018 yılında yüzde 40’lar civarındaydı.
Yaşanan tüm şiddet olaylarına rağmen İsrail’e olan toplumsal desteğin etkisinin kırılmasını güçleştiren başka bir etkenden daha bahsetmek gerekir. Soğuk Savaş sonrasında ABD’de “neo-con” olarak bilinen muhafazakâr elit, dış politikada yeni bir düşman arayışı kapsamında İslam’ı ve Müslümanları hedef aldı ve onları terörle özdeşleştirme politikası güttü. Bu politika 11 Eylül 2001’de ikiz kulelere yönelik terör saldırılarından sonra toplumsal karşılık buldu ve toplumda kök saldı. ABD Irak ve Afganistan’ı işgal etti. Bu işgallerde binlerce sivil Müslüman ölürken ABD de önemli sayıda askerî kayıp verdi. Bu kayıplar ve ana akım medyaya dahi sirayet eden İslam karşıtı söylem ve yayınlar Amerikan toplumunda İslamofobinin yükselişe geçmesine sebep oldu. Bunun akabinde ABD’de sosyal hayatta Müslümanlara yönelik sözlü ve fiziksel saldırılar başladı. Ülkede yaşayan Müslümanlar hukuksuz bir şekilde güvenlik güçlerinin takibine ve tutuklamalara maruz kaldı. Yükselen İslamofobinin gölgesinde geçen son 20 yıl zarfında ABD toplumunun ve siyaset yapıcılarının Filistin meselesine bakışları olumsuz bir şekilde etkilendi. Bu sayede İsrail ve Yahudi lobisi ABD kamuoyunu kendi çıkarları için çok kolay bir şekilde manipüle edebilir hale geldi.
Şayet Yahudi lobisinin etkisi sadece Amerikan iç siyasetiyle sınırlı olsaydı ve uluslararası alanda daha demokratik ve adil bir ortam var olabilseydi, ABD üzerinde uluslararası toplumun baskı kurmasının yolu açılabilirdi.
Amerikan iç politika alanının yanı sıra, ABD ile İsrail arasında özel ve uzun süreli ittifak ilişkisinin bulunmasına neden olan yapısal nedenlerden de bahsetmek gerekir. Örneğin İsrail’in küresel çapta uluslararası medya, entelektüel dünya ve finans çevrelerinde sahip olduğu büyük etki, İsrail’e yönelik en küçük eleştirinin dahi antisemitizm olarak yaftalanmasına ve bastırılmasına sebep oluyor. Dolayısıyla uluslararası toplumu etkisi altında tutan bu İsrail yanlısı çarpık düzen, İsrail ile ilişkilerini gözden geçirmesi konusunda ABD üzerinde baskı kurulmasına müsaade etmiyor. Şayet Yahudi lobisinin etkisi sadece Amerikan iç siyasetiyle sınırlı olsaydı ve uluslararası alanda daha demokratik ve adil bir ortam var olabilseydi, ABD üzerinde uluslararası toplumun baskı kurmasının yolu açılabilirdi.
Stratejinin rolü
Bir başka yapısal unsur ise ABD’nin Ortadoğu’da İsrail’e –ve elbette İsrail’in de ABD’ye– duyduğu stratejik ihtiyaçtır. Her ne kadar bu durum ilişkilerin özel olarak tanımlanmasına diğer etkenler kadar katkı sunmasa da ve iki ülke arasındaki ilişkilerin uluslararası siyasetin mantığına uygunluğunu sağlayan yegâne unsur olsa da kesinlikle göz ardı edilmemesi gereken bir husus. ABD kendi bölgesinde (Amerika kıtası) hegemonyasını kurmuş ve bunu sürdürmeye çalışan bir süper devlettir. Dünyanın diğer bölgelerinde ABD karşı-hegemonik ve statüko gücü rolü oynuyor. Karşı-hegemonik statükocu bir güç olarak ABD, yeni bölgesel hegemonyaların kurulmasına dışarıdan dengeleme (offshorebalancing) politikası takip ederek engel olmaya çalışıyor. Örneğin Çin ve Rusya kendi bölgelerinde hegemon devletlerdir. ABD her ne yaptıysa bu iki devletin bölgesel hegemon olmasının önüne geçememiştir. Ortadoğu’da ise ABD bu amacına büyük oranda ulaşmış durumda. 1950-60’lı yıllarda pan-Arabist ideolojiyle Mısır’ın ve 1980’lerde pan-İslamist ideolojiyle İran’ın bölgesel hegemonya kurma girişimlerini engellemeyi başarmıştır. Bu girişimlerde ABD’nin birincil müttefiki İsrail –ve İsrail’in peşine takılan otoriter rejimlere sahip statüko güçleri– olmuştur. İsrail de bölgede yürüttüğü yayılmacılığın ve “Büyük İsrail” hedefinin akamete uğramaması için bölgesel hegemonya girişimlerini son derece tehdit edici bir unsur olarak görmektedir. İsrail’in revizyonist politikalarını hayata geçirebilmesi ve yayılmacılığını sürdürebilmesi için bölgede güç boşluğuna ihtiyacı vardır. Bölgenin parçalı ve birbirine düşman devletlerden müteşekkil bir yapıda kalması hedefi, ABD ile İsrail’i birbirine yaklaştırmakta ve güçlü müttefiklik ilişkisine stratejik zemin teşkil etmektedir.
Müslümanlar “çantada keklik” olarak görülüyor. Bu sadece Filistinlilerle de sınırlı değil; Doğu Türkistan ve Myanmar’da akan Müslüman kanı ve karşı karşıya kalınan zulümler de aynı gerekçeye dayanmakta. Dünyada Müslümanların haklarını koruyacak ve askerî-ekonomik anlamda caydırıcı güce sahip bir devletin yokluğu büyük bir sorundur.
Yapısal nedenler arasında, uluslararası sistemde ABD’yi dengeleyecek ve böylece Ortadoğu’da keyfi kararlar almasına engel olacak bir gücün eksikliğinden de bahsetmek gerekir. Filistinlilerin hamisi konumunda başka bir küresel güç var olmuş olsaydı, İsrail’in uluslararası siyasetin normlarını ve hukuku bu denli ayaklar altına alan politikalar takip etmesi daha zor olabilirdi. Ortadoğu’da ABD ve İsrail’i dengeleyecek güç bölge dışından olabileceği gibi bölge içinden de olabilir. Bu noktada, İslam dünyasının dağınıklığı ve bölgedeki birçok otoriter rejimin İsrail ile olan bağımlılık ilişkisini gündeme getirmek gerekir. İslam dünyasının bir bütünlüğe ve kurumsal yapıya sahip olmaması, Müslümanlara yönelik şiddet eylemlerine pek bir endişeye kapılmadan girişilmesine yol açıyor. Müslümanlar “çantada keklik” olarak görülüyor. Bu sadece Filistinlilerle de sınırlı değil; Doğu Türkistan ve Myanmar’da akan Müslüman kanı ve karşı karşıya kalınan zulümler de aynı gerekçeye dayanmakta. Dünyada Müslümanların haklarını koruyacak ve askerî-ekonomik anlamda caydırıcı güce sahip bir devletin yokluğu büyük bir sorundur. Bölgedeki otoriter rejimlerin İsrail’e olan bağımlılığı meseleyi daha da ileri bir boyuta taşıyor. Bu rejimlerin bir kısmı kendi toplumlarını asli tehdit olarak görmekte ve siyasi varlıklarını sürdürmek için kendi toplumlarına karşı ya da diğer Müslüman devletlere karşı İsrail ile ittifak kurmaktadır. İçerideki rakipleri dışarıdaki güçlerle dengelemek, otoriter üçüncü dünya devletlerine has bir dengeleme siyasetidir.
Çözüm reelpolitik
Tüm bu tartışmadan ortaya çıkan sonuç, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik politikasında fikir değiştirmesi ve İsrail’in devlet terörüne son vermesi için reelpolitik çözümlerin gerekli olduğudur. Reelpolitik çözümler uluslararası hukuk, normlar ve kurumların devletlere ve toplumlara tam anlamıyla bir güvenlik garantisi sunmadığı fikrine dayanmaktadır. Yetmiş seneyi aşkın bir süredir Filistin topraklarında yaşananlara bakarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Uluslararası hukuk ve normlar İsrail gibi uluslararası sistemin ayrıcalıklı devletlerine işlememektedir. O halde çözüm, İsrail’in hukuk tarafından sınırlandırılmasını ya da cezalandırılmasını beklemek değil, İsrail’in ve destekçilerinin gücünün dengelenmesidir. Bunun da geçici ve kalıcı olmak üzere iki yolu bulunmaktadır. Geçici çözüm, ABD içinde Yahudi lobisi ve destekçilerinin gücünü dengeleyecek başka lobilerin ortaya çıkmasını beklemektir. Böylece İsrail önemli bir destekçisini kaybedecektir. Ancak bu durumda İsrail’in kendisine başka bir hami bulmayacağının garantisi yoktur. Bir diğer çözüm, uluslararası alanda İsrail’e karşı Filistinlilerin haklarını koruyacak bölge dışı bir süper gücün inisiyatif almasını ummaktır. Fakat günümüzde bu güce sahip olan Rusya ve Çin’i ne yazık ki Filistinli sivil halkın ölümünü ABD’yi rencide etmek için bir fırsat olarak görmenin ve kullanmanın dışında bir hareket içerisinde görmemekteyiz. Uluslararası siyasette güvenlik başka bir devletin insafına bırakılamayacak kadar hayati bir husustur. O halde, her ne kadar uzun vadeli olsa da kalıcı çözümleri gündeme almak gerekiyor. Tek kalıcı çözüm, bölgede Müslümanların hakkını ve hukukunu koruyabilecek ölçüde caydırıcılığa sahip büyük bir devletin ortaya çıkmasıdır. Bunun dışındaki çözümlerle ne Filistinlilerin ne de bölgedeki diğer Müslüman halkların güvenliği tam olarak garanti altına alınmış olacaktır.
[İbn Haldun Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olan Dr. Ali Aslan aynı zamanda SETA Toplum ve Medya Direktörlüğü’nde araştırmacıdır]