Cağfer KARADAŞ
-Ooo… Hoş geldiniz efendim. Merhaba! Şöyle buyurun oturun.
-Hoş bulduk azizim. Çoktandır görünmüyorsunuz. Doğrusu merak ettim, bir ziyaret edeyim, nedir şu dostumuzun hali, neden görünmez, bir derdi mi var?
-Efendim, öncelikle teşekkür ederim. Düşünen ve arayan dostların olduğunu bilmek insana hem güç ve hem de umut veriyor.
-Ne demek efendim. Düşünmeyene, aramayana dost denilir mi?
-Efendim garip bir vakayla karşılaştım. Onun üzerine çalışmalarımı yoğunlaştırdım. Eğer değerli vakitlerinizi almayacaksam sizinle de paylaşayım, tavsiyeleriniz ve görüşleriniz benim için yeni ufuklar açar.
-Ne demek efendim, lütfen buyurunuz. Küçük bir katkımız olursa ziyadesiyle seviniriz.
-Efendim, biliyorsunuz bendeniz son zamanlarda gen üzerinde kafa yoruyorum, epeyce de çalışma yaptım. O kadar yoğunlaşmışım ki, gece rüyalarıma girmeye, gündüz hayaliyle dolaşmaya başladım.
-Aman efendim, kendinizi bu kadar kaptırıp yormayınız lütfen. Şurada sağlıklı ve afiyette kaç dostumuz kaldı sizin gibi.
-Tam bu işe bu kadar yoğunlaşmışken bir vaka geldi. Derdini anlatmaya başladı. Problemi: her şeyi öğrenmeye çalışıyor fakat hiçbir şeyi gizleyemiyor.
-Bunda ne var efendim, gayet normal görünüyor.
-Hah! Ben de tam öyle dedim. Ama vaka beni uyardı. “Önce bir dinleyin doktor bey, hemen karar vermeyin” dedi. Dinlemeye başladım.
-Efendim, bende bir garip öğrenme merakı başladı. Her şeyi öğrenmek, her gizliliği bilmek istiyordum. Önce normal gibi geldi bana. Öğrendiklerim bayağı da işe yarıyordu. Önce hanımın telefonunu karıştırmaya başladım. Hanımdan iyi bir zılgıt yiyince, bu işin iyi olmadığını anladım ama durduramadım kendimi. Sonra çocukların telefonlarını karıştırdım çaktırmadan. İyi gidiyordu. Çocukları takip ediyordum, arkadaşlarını tanıyordum, gittikleri geldikleri yerleri öğreniyordum. Bir iki konuşmamız sırasında çocuklar bunu fark etti, telefonlarını şifrelediler. Fakat bu da beni durduramadı. İşyerinde arkadaşların telefonlarına dadandım. Odadan ihtiyaç için çıkarken telefonlarını bıraktıklarında karıştırmaya başladım. Ooo… neler var neler! Bazılarında sadece aile bilgileri ve görüşmeleri vardı. Olsun onları da öğreniyordum. Sonra bu merak beni iyice sardı. Duramıyordum. Çantalar, evraklar, toplantı tutanakları, görüşme notları aklınıza ne gelirse hepsini okuyor veya resmini çekiyordum. Teknolojinin canı sağ olsun, hepsi saniyelik işti. Şıppadanak hafızaya alıyordu. Bir süre sonra bunlar da kesmedi beni. İşyerinde, evde, lokantada her konuşmaya kulak kabartmaya başladım. Sakin ve iyi giyimli olduğum ve sesimi çıkarmadığım için kimse benden şüphelenmiyor, rahat rahat konuşuyorlardı.
-Ne yapıyormuş bütün bu bilgileri?
-Ben de tam sizin gibi bunu sordum. Başladı anlatmaya…
-Efendim, ben de sizin gibi düşünmeye başladım. Topladığım onca bilgi ne olacaktı? Sonunda karar verdim ifşa etmeye. Ucundan kıyısından ifşa ettikçe herkesin merakını çekmeye başladı. Merak edilmesi, beni daha da tahrik etti. Sonunda bütün bilgileri açtım. Oluşan ortam pek iyi değildi ama herkes beni konuşuyordu ve bu benim çok hoşuma gidiyordu. Adeta kendimden geçiyor, aklınıza gelebilecek en hoş hoş halleri yaşıyordum. Yeni bilgiler bulmam gerek diye düşündüm. Artık eski yeni her türlü tekniği kullanıyordum. Telefonların şifrelerini kırmayı bile yavaş yavaş öğrenmeye başlamıştım. Bir ara kendimi gece yarısı duvarda buldum. Kulağımı dayamış, komşunun evini dinliyorum. Eskiden bazı kadınların bardakla dinlediklerini duymuştum, onu bile denedim. Bu öğrenme ve ifşa etme, bende marazi bir hal almaya başlamıştı. Artık evde hanım ve çocuklar bile yüzüme bakmıyordu. Bir arada oturamaz, beraber yemek yiyemez olmuştuk. Ayrılan bir tek bendim. Onların hepsi bir aradaydı. Sokakta, işyerinde, çarşıda, pazarda, camide kimse yüzüme bakmıyordu. İnsanlar yanımda birbiriyle selamlaşmaya korkuyorlardı… Doktor ben bu hastalıktan nasıl kurtulurum?
-Acayip bir şeymiş bu.
-Sen ne diyorsun!? Daha benim sana anlattıklarım onun anlattıklarının özeti. İki gün kendimi toparlayamadım. Vakayı kabul edip etmeme noktasında epeyce kendimi zorladım. Çünkü herkes gibi benim de mahremlerim, sırlarım, özel hallerim ve kişisel bilgilerim vardı. Bu vaka buraya bir dadanırsa ne mahrem kalır ne sır ne özel…
-O zaman reddettin herhalde. Böyle bir vaka üzerinde çalışılmaz.
-Ben de tam söylediğim gibi düşünmüş ve karar vermiştim ki, birden üzerinde çalıştığım gen aklıma geldi. Acaba bu tür ahlaksızlığın, mahrem duygusu eksikliğinin genlerle bir alakası olabilir miydi? Bu beni heyecanlandırdı. Bütün risklerine rağmen vakayla ilgilenmeye karar verdim. İlk teşhisim, tedavisinin imkansız olduğu şeklindeydi ama milyonda bir umut da olabilirdi. Hiç olmazsa bilime bir katkım olurdu.
-Peki, vakayı nasıl ikna ettin, bu uzun araştırma ve tedaviye.
-Bir kere vakaya araştırma demedim. Tedavi boyutunu söyledim. O kadar itilmiş durumdaydı ki, intiharın eşiğine gelmişti. Ne desem kabul etmeye hazırdı.
-Öyleyse ikna oldu.
-Oldu, hatta daha ilerisine de razı oldu. Bu yüzden gerekli tüm numuneleri kolaylıkla aldım. İncelemem uzun sürdü. Dışarıda görünmememin nedeni bu.
-Peki, şu ana kadar ne çıktı.
-Ön bilgiler hem şaşırttı beni hem de doğruladı. Biraz da heyecanımı artırdı. Adamın bazı genlerinin gelişmemiş olduğunu tespit ettim. Acaba bu genlerle ahlaksızlık ve mahremiyet eksikliği arasında bir paralellik var mıydı? Özellikle bu nokta üzerine yoğunlaştım. Eğer bunu bir tespit edersem, insanlık adına büyük bir bilimsel buluşa imza atmış olacaktım.
-Ne demek efendim! Ben bile heyecanlandım.
-Yalnız bunu şimdilik kimse bilmesin! Bilirse, senin genlerinden de şüphe ederim haberin olsun…
-Aman efendim! Bana güvenmiyor musunuz? Ne zaman ben sizin bir özelinizi, mahremiyetinizi, sırrınızı faş ettim?
-Benden hatırlatması. Bu adamı görünce doğrusu insanlara olan güvenim azaldı. Baksana en yakın ve güvendiğim dostum sana bile böyle diyorsam…
-Haklısın efendim. Ortam bir acayip oldu.
*
15 gün sonra
*
-Efendim! Müsaadeniz var mı, şöyle bir uğrayayım dedim.
-Gel aziz dostum gel. Anlatacaklarım var. Senden başka kimseye de bunları anlatamam herhalde!
-Ne oldu, bir aksaklık mi oldu araştırmanızda? Sizi çok üzgün hatta çökmüş görüyorum.
-Hem de nasıl. Bizimki meğer ne öngörülemeyen vakaymış. Araştırma iyi ve yolunda giderken bir gün bizim vaka çıka geldi. Bir sevinç bir sevinç ki sorma gitsin. Çocuklar gibi şen...
-Ne olmuş, doğrusu ben de merak ettim.
-Aman efendim pek meraklı olmayın sonra onun gibi olursunuz, Allah korusun!
-Aman Allah korusun efendim!
-Meğer bizim vaka evinden ve çevresinden ayrılmış, yeni bir muhite taşınmış, bir stüdyo daire tutmuş, daha da önemlisi başka bir birime görevlendirilmiş. Aradığı her şey var birimde, hatta fazlası. Yöneticiler bir temkinli bir temkinli. Kimse ona dokunamıyor. İstediği gibi atını oynatıyor. Anlayacağınız gece rüyasında göremeyeceği, gündüz hayalini kuramayacağı her şey var. Anlattığına göre el değmemiş, göz görmemiş, kulak duymamış bir hazine... Ben bu hazineyi keşfedip ifşa etmeden, öylece bırakıp tedavi olmam dedi tutturdu. Altından girdim, üstünden çıktım; adeta yalvardım yakardım dinletemedim. Bir anlatıyor bir anlatıyor… Ah bir görseniz. Sanırsın mükellef bir ziyafetten gelmiş, dünyanın yedi harikasını aynı anda bir mekânda bulmuş, mezara girmiş geri dönmüş, mahşer yerinde herkesi üryan görmüş…
-Eee… sonuç ne oldu?
-Sormayın efendim! Hayatımın en büyük hatasını yaptım. Onun tatlı anlatımının etkisiyle öyle kendimden geçmişim ki, bir an sıkıştığımı anladım ayakyoluna gideyim dedim. Efendim gitmez olaydım! Döndüğümde telefonumu her zamanki yerinde bulamadım. Yeri değişmiş, pozisyonu değişmiş en önemlisi de sanki biraz kurcalanmış… Şifresi de vardı ama bizim vaka maharetli.
-Eeeeeee…. İnşallah aklıma gelen olmamıştır.
-Sanki olmuş efendim…
-Artık bundan sonra olacakları beklemekten başka yapacak bir şey yok sanki. Kasabını bekleyen kurbanlık misali…
-Gitti bunca araştırma. En önemlisi de özelim, mahremiyetim ve kişisel sırlarım…