Çalıştık dünya için. Allah da verdi. Kural neydi “Allah çalışana verir.” Kim ne için çalışıyorsa çalıştığını elde eder. Ama her elde ettiğine, bir bedel öder. Karşılıksız hiçbir şey yok bu dünyada. Karşılık, ya burada ya orada, ya ödül ya ceza… Çünkü çalışma, niyete göre değer kazanır. Niyet iyiyse hayır, niyet kötüyse şer. Bir topluluk imtihan olur da, zalimiyle mazlumuyla, suçlusuyla masumuyla… Eee, bela gelince ayırt etmez. Zalimi de alır mazlumu da, zengine gelir fakire de, sahtekarı da vurur dürüstü de… Ama son değerlendirme niyetlere göre olur. Zalimle mazlum, asiyle masum orada ayrılır; kitap ortaya konur, hesap görülür, herkes niyetine göre karşılığını alır: ya ceza ya mükâfat.
Ne demiştik? Çalıştık dünya için, Allah da verdi. Çok kazandık, refah içinde yüzdük, parayla yoğrulduk, hatta refaha boğulduk. Bencildik daha bir bencilleştik. Refahımıza el uzatanların, yollarına barikat kurduk, tel örgü çektik, silah çektik, ateş ettik, kiminin hevesini kiminin nefesini kestik. Ama bir anda oldu ne olduysa. Bizim nefesimiz kesildi. Hem de hiç beklemediğimiz yerden, ta ciğerimizden vurulduk. Düştük, kimse tutmadı elimizden; seslendik, ses çıkmadı dilimizden…
Öyle bir havaya girmiştik ki, dağları yaratamazdık ama yok edebilirdik. Ettik de nitekim. Küçüklerinin dibine otel, büyüklerinin tepesine motel… Dar ettik hayvanlara dağları, düzleri, hatta çölleri… Yeşili yok ettik, partisini kurduk. Hayvanları yok etti derneklerini kurduk. İnsan mı? Onu kalbinden vurduk. Bütün bunlar nasıl oldu? Çünkü insan önce kalbinden oldu. Görme tutkusuna kapıldı, duyguyu yitirdi. Duyma tutkusuna kapıldı haberi bitirdi. Gördüğüne inandı, duyduğuna kapıldı. Duyguları köreldi, haber kaynakları kurudu. Gözünün yanılacağı, kulağının ayartılacağı hiç aklına gelmedi. Akıl mı kaldı ki? Duygudan, vicdandan, kalpten yoksun bir akıl, akıl mıdır Allah aşkına?
Kendimizi çok beğendik yediden yetmişe. Görünmeyi ve göstermeyi çok sevdik. Ellerimizle icat ettiğimiz sanal dünya bunu bize fazlasıyla verdi. Her yerimizi gösterdik, her şeyimizi ortaya döktük. Dinlisi-dinsizi, demokratı-laikçisi, muhafazakârı-yenilikçisi, yollusu-yolsuzu… hasılı herkes şov peşindeydi. Kim neyin peşindeyse Allah ona onu verdi. Ya hayrına ya şerrine! Bizim için hayır-şer epey uzaktaydı. Koronavirüs kadar!? Onu düşünecek halimiz, harcayacak vaktimiz yoktu. Bir kere havaya girmiştik, hiç bir şeyi görecek durumda değildik. Öyle havalandık ki, saydırdık ötekine, gaz verdik berikine. Heveslendik her şeye, sürüklendik her yere. Keyfe keyif kattık, her şeyi dağıttık. Azıttıkça azıttık. Anasını sattık babasını aldık… Uçuyorduk zevkin doruğunda en uç noktasında. İşte o an oldu, ne olduysa! Tam da en tepe noktasında, keyifler dorukta. Ciğerimizden vurulduk ve en dibi bulduk. Anladık ki, zavallı bir kulduk…
Özgürdük. Ne küçüğü gördü gözümüz ne büyük tanıdık. Kimi zaman haykırdık, kimi zaman çemkirdik. Ayaklandık ve bütün sınırları dağıtık. Önümüzde engel arkamızda çengel yoktu. Ne baba kâr ne ana yar idi. Aile bize zindan, yerimiz meydandı. Çarptık kapıyı çıktık, kendimizi dışarılara vurduk, her gördüğümüzü sevdik, her gösterileni beğendik, döndük ha döndük sonunda dövündük ama olan olmuştu. Her şey donmuş, nefesler kesilmiş, ciğerpare ciğerler solmuştu.
Bireydik, beydik, kraldık… Birey birey takıldık, ucuz sevdalara kapıldık; uyduruk hayatların, kıytırık hayallerin peşindeydik… Kimseyi dinlemedik, herkese diklendik, dibine kadar indik, sarhoş olduk, beynimizden uyuştuk. Elimizde bir kürek, ne var ne yok kürüdük, sonunda pankart açıp sürtüklüğü bile övdük, insanımızı dövdük, değerlerimize sövdük. O köşeden bu köşeye savrulduk durduk… Bugünler hiç geçmeyecek sandık, her denilene kandık, kandırıldık… En son kendimizi acizler yurdunda bulduk. Ne olduysa oldu, bir hava esti, burun deliklerimizden girdi, görünmez minnacık bir şeydi. Taaa ciğerimize değdi. Fark ettik son anda ki, ciğerimizden vurulduk… Solduk bir köşede, uyutulduk kimsesiz izbe bir yerde, götürüldük sessizce, bir kutuya konulduk ve unutulduk…
Oldu mu şimdi böyle ya, ah be hülyalım!
Çektin de gittin bir başına, haylaz belalım!
Candı, canandı, ciğerdi, ciğerpareydi… Ne kaldı ondan geride?
Hadi, otur şimdi dört duvar arasında, haline ağla!
Kaldıysa göz pınarlarında akacak bir damla…
*
Gücümüz vardı. Her şeyi vurabilirdik. Uçan da kurtulamazdı kaçan da. Füzelerimiz oldu en menzillisinden. Radarlarımız oldu en keskininden. Yerdeki de bizimdi gökteki de… Her şey kontrolümüzdeydi nefeslerine kadar. Fakat bir şeyler oldu. Bir anda kontrolden çıktı, güvendiğimiz her şeyi yıktı. Gök altımızda yer üstümüzde kaldı. Boğuluyorduk, yapayalnızdık. Soluksuz kalmıştık. O an anladık. Ciğerimizden vurulduk. Alabora olduk, bir balonduk, patladık ve solduk…
Sınırlar koyduk tanrısal bir eda ile. Geçit vermez kapılar, kuleler, duvarlar… Binalar diktik, şatoları gölgede bırakan. Çelik kasalar, kendimizi sağlama alan yasalar... Ömrümüz uzun neslimiz kısa olsun istedik. Her gelen nesil yeni bir ortaktı. Onlara da barikat kurduk. Adına da nüfus planlaması dedik. O kadar tanrısal bir havaya girmiştik ki. Her şeyi kontrol edebilir, her şeyin sınırını çizebilirdik. Her sırrı çözer, her zenginliğe çökerdik. Her şeyi uzatır her şeyi kısaltabilirdik. Doğumları kısar ömürleri uzatırdık. Uzattık da nitekim. Allah da izin verdi, derece derece aşağıya doğru. Hevesimizin sarhoşluğundan yön duygumuzu yitirdik. Yukarı gidiyor sandık, dibe gittik. Nefesimiz kesildi. Hiç beklemediğimiz bir yerden, ciğerimizden vurulduk. Her birimiz bir yana savrulduk.
O kadar büyümüştü ki gözümüzde kendimiz. Yere göğe sığmaz olduk. Dar geldi dünya uzaylara attık kendimizi. Bir bulsaydık! Bulamadık ne yazık, ne içecek bir damla su ne nefeslenecek bir gıdım hava. Ama gene de gözümüz yukarılardaydı. Ne demişti büyük (!) düşünür? Tanrı olsaydı, indirir, yerine otururduk. Öyle bir hevesti ki bizdeki, esti de esti, nefsimizi kesti. Bir soluklanalım dedik, soluk yoktu. Farkına o an vardık. Ciğerimizden vurulduk. Küçüldükçe küçüldük, bir delikten içeri düştük.
Dışardan kimse vurmuyordu. Yumruklar içten geliyordu. Çünkü biz bize vuruyorduk. Vura vura içeriyi parçalamıştık. Duyguları yere sermiş, vicdanı topa tutmuş, kalplerimizi hedef yapmış; haz ve hız tutkusuyla ha bire vuruyorduk. Akıl hedefe kilitlenmiş; göz, kulak bir şey görmez olmuş… Döv babam döv. Vicdan patlamış, kalp parçalanmış, “Duruuun!” diyen haberci dinlenmez olmuş; akıl çığırından çıkmış, göz perdelenmiş, kulak tıkanmış. Fakat bir şey oldu. Her şeyler durdu. Ne olduysa o sırada oldu, bir anda hevesler kursakta kaldı, nefesler kesildi... Son anda anladık ki, ciğerimizden vurulduk. Her şey tuz buz. İçten içe doğranıyor zavallı ciğerimiz! Ve en önce onu kaybettik.
*
Niye şaşıyorsun ki buna!?
Biz ciğerimizi vicdanımızı yitirdiğimizde kaybettik. Kırklı yılları hatırla! Yetmiş milyon insanı bir heves uğruna katlettiğimizde, Hitlerin gaz odalarında, İsrail zindanlarında, Vietnam işgalinde, Guantanama izbelerinde, Ebu Gureyb vahşetinde, Afgan işgalinde, Uygurlara zulümde, halkın tepesine inen hain darbelerde, Myanmar kindarlığında, Bosna katliamında, Suriye bombardımanında, Yemen yıkımında, Libya kaosunda, sınır boylarında göçmen avında…
Biz ciğerimizi, aklımızı hevesimizin yeline kaptırdığımızda yitirdik. Hani her şeyi kontrol edecektik, doğumlara kadar? Güya ömürleri uzatacaktık sonsuza kadar!
Ne oldu? Niye böyle kalakaldın dört duvar arasında!?
Ev ortamında!
Öyle bir vurdu ki! En çok da ikinci çocuğu yasaklayanları vurdu. Deniz ortasında göçmen avlayanları, tel örgü çekip çelme takanları, parayla her şeyin olacağını sananları, güç sarhoşlarını, koltuk ayyaşlarını… Belinde silah efelenen kovboyları, peşlerine takılan goygoycuları…
Behey şaşkın!
Biz ciğerimizi, nefeslerimizi heveslerimize harcadığımızda yitirdik…
Ne mi yapalım diyorsun şimdi?
Otur evinde de, şu belanın başımızdan gitmesini bekle sakince!
Cağfer KARADAŞ
01.04.2020