Ümit, “geleceğe dair iyimser bir bakış açısını” ifade eder. Ümitsizlik ise insanın, bu bakış açısını kaybederek “hayatını anlamlı ve değerli kılacak her şeyden uzaklaşma hissine kapılmasını” da ifade eder. Nitekim pek çok insanın, deprem ve sel gibi tabiî, savaş ve anarşi gibi sosyal afetler karşısında ne yapacaklarını bilemedikleri için aciz ve çaresiz kaldıkları ve çoğu zaman da ümitsizliğe kapıldıkları görülür. Zira umudunu yitiren insan, karamsar olur; çalışma ve olumsuzluklarla mücadele etme azmini yitirir, dahası “ne olacaksa olsun”; “başa gelen çekilir” veya “kaderim böyle imiş ne yapayım” düşüncesine kapılır. Oysa “Umut, bir inanç, duygu ve düşünce hâlidir. Dinamiktir; alternatif yollar, iyimserlik, cesaret ve en önemlisi amaçlara ulaşmak için kendini yeterli hissetmeyi ve bu anlamda bir mücadeleyi barındırır. Umutlu insanların hedeflerine ulaşmakta daha başarılı olduğu, özsaygılarının daha gelişmiş olduğu, psikolojik sağlamlıklarının daha iyi olduğu görülmektedir” [1] Bu nedenle ümit, insana mutluluk hissi verirken, ümitsizlik mutsuzluk hissi vermektedir.
Ümitsizliğin bir çok sebebi mevcuttur, bunlar arasında acizlik, çaresizlik, karasevda/aşk, yoksulluk ve günah en dikkat çekici olanlarıdır. Daha açık bir ifade ile savaş ve yaptığı tahribatın tetiklediği çaresizlik duygusu, adına aşk veya karasevda denilen tutkunun karşılık bulmaması ve daha da önemlisi kıtal, gasp, hırsızlık, tecavüz, zina, faiz, kumar, içki, iftira, dedikodu vs. gibi haramları işleyen kimi insanlarda oluşturduğu pişmanlık duygusu veya bu günahların işlendiğini ve gittikçe de yaygınlaştığını gören duyarlı kimi Müslümanın, bunları önlemede elinden bir şey gelmemesi de ümitsizliğe kaynaklık eden sebepler arasında yer alır. Bu nedenle psikologlar, psikiyatristler, din adamları ve düşünürlerin, ümitsizlik konusunda kendi alanları ile ilgili tavsiyelerde bulundukları ve çaba harcadıkları bilinmektedir.
Fen bilimlerinden farklı olarak sosyal olaylarda laboratuvar tarihtir. Bu nedenle tarihe gidildiğinde pek çok insanın, ümitsizliğe kapıldıkları, bazı insanların da kapılmadıkları görülür. Ümitsizliğe kapılmayan bu insanlardan biri de Mehmet Akif’tir. Nitekim onun, Balkan Savaşı sırasında ülkenin içine düştüğü kütü durumdan umutsuzluğa kapılan insanlara hitaben 14 Mart 1913 tarihide yazdığı şiir, buna bir örnektir ve ümitsiz olmama konusunda önemli mesajlar içermektedir:
“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın?
Esbâbı elinden atarak ye’se yapıştın!
……………
“Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar…
Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.
Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
‘İş bitti… Sebâtın sonu yoktur! ‘ deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.” [2]
Bu şiirini yazarken Mehmet Akif’in “Evlatlarım! Şimdi gidin ve ne yapın edin Yusuf ile kardeşini araştırın. Ama sakın Allah’ın inayetinden ümidinizi kesmeyin. Zira kâfirlerden başkası Allah’ın inayetinden ümidini kesmez” [3] ayetinden ilham aldığı görülüyor. Bu ayette, iki oğlunu kaybettiği halde ümitsizliğe kapılmayan Hz. Yakub’un, umudunu yitirmediği ve daima içinde bir ümit ışığı taşıdığı ve bu nedenle de diğer oğullarını Mısır’a gönderirken, “Allah’tan ümidinizi kesmeyin!” dediği ifade ediliyor. Âkif de kaybedilen vatan topraklarının acısını derinden hisseden ve umudunu yitirmeyen bir münevver olarak bu ayetten ilham alıyor ve ümitsizliğe düşen insanlara umut aşılamaya çalışıyor. Zira umut, kötü durumlarda insanın onunla başa çıkmasını sağlayan bir etkiye sahip bulunuyor.
Günümüzde ise kimi Müslümanın, Batı’nın bilim ve teknolojik üstünlüğü ve hakimiyeti karşısında İslâm aleminin geriliği ve çaresizliği; kimi Müslümanın da fert toplum hayatına hâkim olan hedonist, konformatist ve narsist davranışların oluşturduğu ahlâkî çöküntü nedeniyle ümitsizliğe kapıldıkları müşahede ediliyor. Daha açık bir ifade ile geçmişte insanların, savaş ve olumsuz sonuçları sebebiyle ümitsizliğe kapıldıkları, günümüzde ise savaş ve bunun olumsuz sonuçlarına ilaveten yoksulluk, yolsuzluk, adaletsizlik, geri kalmışlık, ahlaksızlık gibi sebeplerle mutsuz oldukları ve bu mutsuzluğun da onları ümitsizliğe sevk ettiği görülüyor.
Osman Müftüoğlu’na göre “İnsanlar, genellikle mutluluğu olmadık yerlerde ararlar. Mal, mülk, para ve iktidar elde ederek içlerindeki çatışmayı çözmeye çalışırlar ama sonunda elde ettikleri şey tatminsizlik ve eksiklik hissidir… Evlenir, boşanır, aşk maceraları yaşar, yaptıkları işleri, yaşadıkları kentleri değiştirirler. Ama her değişiklikle birlikte mutsuzluğun ve huzursuzluğun yalnızca geçici olarak azaldığını, iç kemiren bir hoşnutsuzluğunsa geri geldiğini görürler. Mutluluğa ya da huzura giden yolun bir sonu ya da bitiş çizgisi yoktur. Yalnızca başlama noktası vardır. Şu anda bulunduğumuz yer ise başlamak için en uygun noktadır… Herkesin arzulamakta olduğu o “şey’, olağan ve geçici mutluluktan ziyade olağanüstü ve kalıcı keyifli bir huzurdur. Psikolojik bir ifadeyle, ruhlu ve manevi bir varlığa demir atmış tam bir yetişkinlik halidir ve bu ruh halinin kapısını ancak hem ruhu hem de maneviyatı içeren birleşik bir anahtar açabilir. Bu anahtar ruhu sevgi vasıtasıyla içerir: Başkalarını sevmek, çalışmayı sevmek ve ait olmayı sevmek. Maneviyatı ise inanç vasıtasıyla içerir: Kutsala inanmak, birliğe inanmak ve dönüşüme inanmak…” [4]
Bu açıklamadan da anlaşılıyor ki mutsuzluğun ve bunun bir sonucu olan ümitsizliğin şifası, inançtır, imandır. Mehmet Akif’in de dediği gibi “İmansız olan paslı yürek sînede yüktür!” Prof. Dr. Nevzat Tarhan da inancın insan üzerindeki etkisini şöyle izah etmektedir: “İnsan aldığı ilacın gerçek olduğuna inandığı an yüzde 40 iyileşiyor” “Plasebo etkisi, bir insana hap diye sahte nişasta veriyorsun, ‘Bu senin baş ağrına iyi gelecek.’ diyorsun. 100 kişiden 40’ı hatta bazen 50’sinin baş ağrısı geçiyor. Sonra bu kişilere vücuttaki morfini susturan bir madde veriyorlar. Maddeden sonra o kişilerin geçen baş ağrıları tekrar başlıyor. Bir insan aldığı ilacın gerçek ilaç olduğuna inandığı an yüzde 40 iyileşiyor. Onun için hastanın hekime güvenmesi hastanın yüzde 40 artısına oluyor. Hekime güvenmiyorsa yüzde 40 eksiyle başlıyor. Bazı durumlarda bu oran yüzde 50-60’lara çıkıyor. Beyin inanırsa ona göre iç eczane harekete geçiyor ve beyin iç kimyasallar salgılıyor.” [5]
İnancın insan üzerindeki etkisi ise Kur’an’da şöyle ifade ediliyor:
“Ey müminler! (Uhud’da yenildik diye) gevşemeyin; cesaretinizi yitirmeyin ve aslâ üzülmeyin; üstün olan sizsiniz, çünkü siz inanmış insanlarsınız.”
“Eğer siz (Uhud’da yenilmekle) bir felâkete uğradıysanız, unutmayın ki karşınızda olanlar da (Bedir’de) hezimete uğramışlardı. (Dünya hâli işte böyledir) Biz iyi ve kötü günleri; zaferi ve yenilgiyi insanlar arasında döndürür dolaştırırız. Allah bunu, imanlarında sebat edenleri belirlemek ve sizden şehitler, gelecek nesillere örnek kişiler çıkarmak için yapmıştır. Allah, inandığı halde savaşta görevlerini yerine getirmeyenleri sevmez.” [6]
Bu ayetler, Uhut’ta ki yenilgiden umutsuzluğa kapılan bazı sahabîlere, umutsuzluğa kapılmamalarını, zira inanan insanların daima üstün olduklarını söylüyor. Zira hayat, daima düz bir çizgide gitmiyor, tıpkı yeryüzü gibi inişli-çıkışlı, ya da mevsimler gibi ılık, sıcak ve soğuk olarak devam ediyor. İnsan, bu fizikî ve tabiî şartlara nasıl uyum sağlıyorsa, hayatın da kötü, acı ve zor taraflarına da uyum sağlaması gerekiyor. Dolayısıyla her insan gibi inanan insan da başarılı veya başarısız oluyor/olabiliyor. Başarılı olduğunda şımarmaması; başarısız olduğunda da ümitsizliğe kapılmaması, dertlenip toparlanması, risklere aldırış etmeden hiçbir şey olmamışçasına korkmadan, çekinmeden yeni faaliyetlere girişmesi icap ediyor. Ne var ki ümitsizlik, sadece savaştaki yenilgi ile sınırlı kalmıyor, dinî, ahlâkî, iktisadî, siyasî ve içtimaî alanlarda da kendini belli ediyor. Bu sebeple çoğu insan yaptıkları hatalar ve işledikleri günahlar sebebiyle ümitsizliğe kapılabiliyor. Bu sebeple Allah Teâlâ, kullarından asla ümitsizliğe kapılmamaları istiyor.
“Ey günah işleyerek kendilerine yazık eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyin! Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir ” [7] ayeti de bunu ifade ediyor.
Peygamberimiz de “Müminler Allah’ın azap ve azabının miktarını bilselerdi hiç biri Cennet’i ümit etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiç biri O’nun rahmetinden ümit kesmezdi.” [8] diyerek ümmetini bu konuda uyarıyor. Ayrıca günahlarından dolayı ümitsizliğe kapılan kişilere ümitsiz olmamaları için bazı örnekler verdiği de biliniyor. Bu nedenle alimlerimizin, “Onlar korkarak ve ümit ederek Rablerine dua ederler” [9] ayetinden ve benzeri diğer ayetlerden hareketle bu konuyu “beyne’l havf ver recâ/ korku ile ümit arasında” olma şeklinde tanımlıyor. Sonuç olarak umutsuz bir durum yoktur, ama ümitsiz ya da ümitvar olan insan vardır. Bu nedenle her insanın umudunu yitirmemesi ve geleceğe umutla bakması gerekir. Zira hayatta insanı umutsuz edecek olaylar olduğu gibi ona ümit verecek ve umut aşılayacak olaylar da mevcuttur.
[1] Nevzat Tarhan, Umutsuz Yaşanmıyor, pozitif psikoloji, uskudar.edu.tr
[2] Mehmed Akif, Safahat, İstanbul 1950, 209-210.
[4] Osman Müftüoğlu, İyi Bir Hayat Nasıl Olur? Hürriyet, 27.01.2025.
[5] Nevzat Tarhan, Ümitsizliğin Arka Planında Korku Var uskudar.ed.tr, 18 7. 2024.
[6] Al-i İmran, 3/139-140.