Tefekkür, “düşünme” demektir Düşünme ise “Duyum ve izlenimlerden, tasarımlardan ayrı olarak aklın bağımsız ve kendine özgü durumu” nu ifade eder.” Karşılaştırmalar yapma, ayırma, birleştirme, bağlantıları kavrama yetisi” [1] olarak da tanımlanır. Biri gündelik, diğeri bilimsel olmak üzere iki çeşit düşünme arzı mevcuttur. Bunlardan gündelik düşünmede mukayese etme, ayırma, birleştirme ve tasarlama söz konusu olurken; bilimsel düşünmede bir konu üzerinde sistematik ve derinlikli bir tefekkür söz konusudur. [2]
Zira bilimsel düşünme, dinî, tarihî, felsefî, sosyal ve kültürel bilgilere ihtiyaç hisseder ve bu ortamlardan destek alır ve beslenir. Dolayısıyla düşünme geleneği ne kadar köklü ve derin ise, bilim insanlarının kendine öz güvenleri de o kadar güçlü ve köklü olur. Bunun için de bilim insanın, geniş bir okuma yelpazesine sahip olması gerekir. Ancak böyle bir okuma ile insan, derinlemesine konuya vâkıf olma ve merakını giderme imkânı elde eder. Bilindiği gibi merak “Bir şeyi anlamak veya öğrenmek için duyulan istektir.” [3] Dolayısıyla da düşünmenin ilk merhalesini oluşturmaktadır. Zira merak olmadan -buna ilgi de denilebilir- bilgi; bilgi olmadan da bilinç oluşmuyor. Bilinç oluşmayınca da derinlemesine tefekkür olmuyor. Bu nedenle merak sahibi olmayan insanların, genellikle geçmişe takılı kaldıkları, sürekli geçmişi düşündükleri, ama geleceğe dair bir öngörü, bir hayat felsefesi veya bir proje oluşturamadıkları da görülüyor.
Kur’an, bir taraftan insanların düşünmesini isterken, diğer taraftan da onların merakını çekecek konulardan söz eder ve bu konular üzerinde derinlemesine düşünmelerini ister. Bu konular arasında, Kur’an’ın tedebbür edilmesi; [4] yerin ve göklerin yaratılışı ve insanın emrine verilişi; tabiat olayları; eşler arasındaki sevgi ve merhamet; balın oluşumu, ziraat ve ölüm konuları en dikkat çekili olanlarıdır. Nitekim “Şüphesiz göklerin ve yerin yaradılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah’ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutlan evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır” [5] ayeti, buna bir örnektir. Hatta Hz. Peygamber’in, bu ayet nazil olduğunda, “Bu ayeti okuyup da düşünmeyenlere yazıklar olsun” [6] dediği de nakledilmektedir.
Tefekkür, elde edilen bilgilerden yeni bilgi üretme ile sonuçlanan zihinsel bir süreçtir. Bu süreç, insanın yalan ve yanlış bilgilere dayanarak acele ile karar vermesine engel olur, bundan daha da önemlisi insanı sistematik ve analitik düşünmeye sevk eder. Bu sebeple Kur’an, zihni uyarabilecek her şeyin düşünülmesini ister. Gerek insan üzerinde düşünülsün; gerek kainat ve din üzerinde düşünülsün fark etmiyor, zira her durumda temel fonksiyon değişmiyor. O fonksiyon da tefekkür oluyor. Bu da imanın temelinde tefekkürün, inkarın temelinde ise tefekkürden yoksunluğun bulunduğuna işaret ediyor. Bu nedenle düşünen insan, gerçekleri yakalayabilme şansına daha çok sahip olduğu halde, düşünmeyen insan, bu şansa yeterince sahip olamıyor. Bu durum, kimi insanların, hakikatlerin peşinde değil de kendi doğrularının peşinden gittiğini ve ön yargılarından da bir türlü kurtulamadığını gösteriyor.
Düşünmek, aynı zamanda kendi hakkında düşünmek ve kendini sorgulamak, nefis muhasebesi yapmak anlamına da geliyor. Zira bu muhasebe, insanın arzu ve isteklerine esir olup olmadığını düşünmeye başlamasını; bir diğer ifade ile Dünya Sağlık Teşkilatı’ nın normal insan tanımına uygun bir hayatının olup olmadığını sorgulaması anlamını da ifade ediyor. Bu tanıma göre, “Normal insan; önce kendisi, sonra âilesi, sonra hısım ve akrabaları, sonra komşuları ve hemşerileri ve sonra bütün dünya insanları ve hepsinden önce ALLAH’I ile iyi geçinen insandır.” [7]
Bu nedenle tefekkür, normal insanın, ünlü bilim adamı Abraham Harold Maslow’un, yemek, içmek, uyumak, solumak, cinsellik gibi temel içgüdüsel; can ve mal varlıklarının korunması gibi güvenlik; sevme, sevilme, bir gruba mensup olma, yardımseverlik ve şefkat gibi sevgi; tanınma, sosyal statü sahibi olma, başarı elde etme, takdir edilme gibi saygı; kendini geliştirme, zorlu hedefleri başarma gibi kendini gerçekleştirme ihtiyaçlarını, gözden geçirmesi ve bunlar arasında denge kurup kurmadığını anlamaya ve fark etmeye başlaması anlamını da içeriyor. Allah Teâlâ, bunu elde edebilmesi için insandan tefekkür etmesini ve aklını kullanmasını istiyor ve “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, sen ne yücesin! Bizi cehennem azabından koru” [8] sözü ile de böyle düşünenleri takdir ediyor. Ancak Müslümanların, Allah’ın bu isteğine ne kadar uyup uymadığı konusunda bir sorun bulunuyor. Uyduğunu söyleyen kimi Müslüman, Allah’ın bu isteğine ne ölçüde ve ne oranda uyduğunu veya neyi ne kadar tefekkür ettiğini düşünmüyor ve sorgulamıyor. Zira Müslümanların, çoğunlukla Kur’an’ı anlama ve yaşama konuları başta olmak üzere kainatı ve içindekileri tanımak ve öğrenmek için gereken çabayı göstermedikleri ve böyle bir amaç taşımadıkları biliniyor. Dolayısıyla Müslümanlar, bazı özel durumlar hariç Batı’nın bilim ve teknolojilerine muhtaç oluyor. Zira bilim üretmiyor/üretemiyor, ithal etmeyi tercih ediyor. Dolayısıyla üretimde Dünya milletleri içindeki payı bir Almanya edemiyor.
Mesela, “toplam nüfusu 1.8 milyar olan Müslüman ülkelerin Dünya üretimindeki payı %7 iken; nüfusu 83 milyon olan Almanya’nın Dünya üretimindeki payı %10.2dir. Dünyanın en fakir 50 ülkesinden 32 tanesi Müslüman nüfusa sahip bulunuyor. Bu ülkelerden bazılarının devlet başkanları ise Dünyanın en zengin 500 kişisi arasında yer alıyor.”
Bu çelişkiyi nasıl izah edeceğiz? Bunun sebepleri nelerdir? Hiç düşündük mü? Bu durum, temelde aklı kullanmamanın ve düşünmemenin bir sonucu değil midir? Zira Kur’an’da akıl ilgili 49 ayetten yirmi civarındaki ayette, “aklını kullanmıyorlar”; yaklaşık yirmiye yakın ayette ise “aklınızı kullanmıyorsunuz” denilmekte ve aklını kullanmayanlar ve gereği gibi düşünmeyenler /düşünemeyenler kınanmaktadır. Zira Kur’an’a göre akıl, insanı insan yapan, onun her türlü aksiyonlarına anlam kazandıran ve ilâhî emirler karşısında yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan yetinin adıdır. Dolayısıyla akıl, “bilgi edinmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen bilgi” şeklinde tarif edilmiştir.” [9] Bu nedenle Kur’an, sadece “bilenlerin akledebileceğini” [10] söyler. Bu yetisini iyi kullanmadıkları için de kâfirleri, “…Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akletmezler” [11] diyerek yerer ve “aklını kullanmayanları pisliğe (kötülüğe) dûçâr edileceği” [12] ni anlatır. Kur’an, ayrıca eşyadaki nizamı anlama gücüne sahip olan akla, aynı zamanda ilâhî hakikatleri sezme, anlama ve onların üzerinde düşünüp yorum yapma görev ve yetkisinin verildiğini de hatırlatır ve “Allah âyetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır” [13] sözü ile aklın bu fonksiyonuna işaret eder. Zira akıl, kendisine hangi tür bir bilgi, ya da bilgiler ulaşmış ise, onlar üzerinde işlevsel olur. Bu nedenle düşünmek ve aklı kullanmak, Kur’an’ın Müslümanlara olan tavsiyeleri arasında önemli bir konuma sahiptir. Ne hazindir ki Müslümanların kahir ekseriyeti, bu bilinçten yoksundur ve içine hapsoldukları fasit daireden de bir türlü kurtulamamaktadır.
Bununla birlikte bazı Müslümanların, İslâm’ın ilk çağlarında olduğu gibi yaşadığımız çağa hitap edecek 2. Bir İslâm Medeniyeti oluşturma düşüncesinde oldukları görülmektedir. Ancak bu arzunun toplumda genel bir bilgilenme, bilinçlenme ve ortak bir kültür oluşturmadan nasıl mümkün olacağı konusu, tartışmaya açıktır ve bazı sorunları da beraberinde getirmektedir. Zira böyle bir arzunun gerçekleşebilmesi için her şeyden önce, Müslümanlarda bir zihniyet değişimine ihtiyaç bulunmaktadır. Bunu elde edebilmenin yolu da okuyarak bilgilenmekten, bilinçlenmekten; kategorik düşünce tarzından uzaklaşıp analitik düşünce tarzını benimsemekten, elde edilen bilgilerden yeni bilgiler üretmekten ve aklı işlevsel hale getirmekken geçmektedir. Maalesef Müslümanların kahir ekseriyeti, bunu idrak edebilecek bir bilgi birikimine ve bilincine sahip değildir.
Her ne kadar ülkemizde bazı alanlarda özellikle elektronik harp araçlarının üretiminde bir başarısı söz konusu olsa da, aynı başarı bilimin diğer dallarında da olmadıkça ve gelişmedikçe, daha da önemlisi erdemli bir toplum inşası için Kur’an merkezli İslâmî bir kültür oluşturulmadıkça, bu düşüncenin temenniden öte bir anlam ifade etmeyeceği de açık ve seçik olarak kendini göstermektedir. Ancak böyle bir değişim ile birlikte ilmî, fikrî ve ahlâkî gelişme, ne zaman toplumun zihin kodlarında mayalanmaya ve yayılmaya başlar ve toprağa atılan tohum misali zihinlerde filizlenirse işte o zaman bu durum değişebilir ve 2. Bir İslâm Medeniyetinin oluşumu için elverişli bir zemin oluşturabilir . Umarım bu düşünce, bir gün gerçekleşir ve Thomas More’un “Utopia”sına da benzemez.
[1] TDK, Türkçe Sözlük, Ankara 2005, s.592.
[2] Bkz.Nihat Aycan, Hediye Şule Atcan, Düşünme ve Düşünce Analizinden Deney Tasarımına, JOTCSC, Cilt: 1, Sayı: 1, 121-122.
[3] TDK Türkçe Sözlük, s.1370.
[6] Tantavî Cevheri, el-Cevahir, Kahire, 1931,1/36
[7] Adnan Ziyalar, “Aile Gençlik İlişkileri”, Devlet Bakanlığı ve Erciyes Üniversitesi, Türk Toplumu ve Gençlik Sempozyumu Bildirileri( 3-5 Nisan 1989), Kayseri 1989, s.137.
[9] Süleyman Hayri Bolay, Akıl, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul,1989,2/238-242.