Yaşlanma, “canlının olgunlaşma süreci tamamlandıktan sonra biyolojik, fizyolojik ve psikolojik yetilerinin zayıfladığı ve yaşam fonksiyonlarının giderek azaldığı bir süreci ifade eder.” Nitekim insan, yaşlandıkça bazı yetilerini yavaş yavaş kaybetmeye başlar; gözleri iyi göremez, kulaları iyi duyamaz, yürümede ve gündelik işlerini yapmada güçlük çeker, hatta unutkan olur. Kur’an, bu durumu şöyle açıklar:
“Allah, sizi güçsüz olarak yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından bir güç veren, sonra gücün ardından bir güçsüzlük ve yaşlılık verendir. O, dilediğini yaratır. O, hakkıyla bilendir, üstün kudret sahibidir” [1] ; “Kimin ömrünü uzatırsak, onun doğuştan gelen yeteneklerini de azaltırız, hâlâ anlamazlar mı?” [2]
Bu durum, şayet erken bir ölüm vaki değilse, insanın yaşlandıkça yaşamak zorunda olduğu bir süreçtir. Bu nedenle yaşlığın, bazen bir hüzne, bazen de şu hikayede olduğu gibi insana tebessüm ettiren unutkanlığa sebep olduğu görülür:
“….Süpermarketten çıktım ve arabamın anahtarını aradım. Cebimde değildi. İçeri girdim domates, patates bölümü ve tüm rafları dikkatle aradım ama bir şey bulamadım. “Galiba anahtarı arabada bıraktım” diye düşündüm.. Hızlı adımlarla otoparka koştum, ama arabam yoktu! Polisi arayıp konumumu, arabanın tarifini, plakasını vs. verdim ve anahtarın da arabada kaldığını söyledim.
Sonra en zor kararı verdim….. Karıma telefon ettim: “Karıcığım…(sesim titredi) Anahtarı arabada bıraktım ve araba çalındı!” dedim. Uzun bir sessizlik oldu…. Sonra bana yüksek sesle: “Kuaföre gitmeden önce seni süpermarkete ben bırakmıştım ya! İhtiyar!” dedi. Utanmadım da değil, ama mutlu da olmuştum. Sonra ona “Beni almaya da geliyor musun?” dedim. Bana bağırarak, “Gelemiyorum! Karakoldayım ve arabayı çalmadığıma polisleri ikna etmeye çalışıyorum! ” deyince, ne diyeceğimi bilemedim.
Yaşlılık, her ne kadar bu hikayede olduğu gibi tebessüm etiren bazı olumsuzluklara sebep olsa da iyi yönetildiğinde olumlu sonuçlar verme potansiyeline de sahiptir. Daha açık bir ifade ile yaşlanma, insanın bazı yetilerinin azalmasına sebep olsa da bu yetilerinin insana farklı bakış açıları ve tecrübe kazandırdığı da unutulmamalıdır. Bu bakış açısına eski tabirle firâset veya âriflik, yeni tabirle vizyon denilmektedir. Nitekim ünlü bir düşünür, bu gerçeği “Yaşlanmak bir dağa tırmanmak gibidir, çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır ama görüş açınız genişler” [3] sözüyle ifade eder. Zira insanın, yaşlandıkça, yaşadıklarından ders aldığı, tecrübe kazandığı; gençlik yıllarındaki hareketliliğinin durgunluğa dönüştüğü; ergenlik ve delikanlılık tavırlarının sona erdiği, bu nedenle de daha müsamahalı, daha hoş görülü, daha yapıcı, insaflı ve affedici olduğu görülmektedir. Bu kabiliyetlere ve kişilik özelliklerine rağmen insanın, yaşlılık sebebiyle fiziksel aktivitelerinin azalması ise onu birilerine muhtaç hâle getirmektedir. Bilindiği gibi o birileri de aile fertleridir. Aile fertlerinin olmadığı ya da ilgilenmediği durumlarda ise devreye sosyal kurumlar girmekte ve onların bakımlarını üstlenmektedir. Şayet bu ikisi de olmaz ise yalnızlık, o kişilerin ölmeden önce varacağı son durak olmaktadır.
İnsana yalnızlık duygusunu hissettiren sebeplerin başında ise eşin ölümü, aile bireylerinin ilgisizliği, kronik hastalıklar, yanlış tutum ve davranışlardan kaynaklanan duygusal travmalar yer almaktadır. Bu sebeple her yaşlı insan, gerilim ve çatışma olmayan bir ortamda “huzur” içinde yaşamayı ister ve bunun özlemini çeker. Bunun için de insanın, yaşlanmadan önce imkânları ölçüsünde hem fizikî hem de sosyal bir ortam hazırlaması; yaşlandığında da evlatları başta olmak üzere aile fertlerinin ona yardımcı olması gerekmektedir. Bu görevi de Kur’an, şöyle açıklamaktadır:
“Biz insana ana-babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Bana ve ana babana teşekkür et diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Şayet anan ve baban seni bana karşı körü körüne ortak koşmaya zorlarlar ise, onlara itaat etme, fakat dünya işlerinde onlarla güzel geçin. Bana yönelen kimsenin yoluna uy.” [4]
“Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anne babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa sakın onlara “Öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et.” [5]
Bazı Müslümanlar, Kur’an’ın bu emrini yerine getirip, ebeveynlerine gereken ilgi, alâka ve ihtimamı gösterirken; kimi Müslümanların da maalesef bu konuda duyarsız oldukları, hatta onları yalnızlığa mahkum ettikleri müşahede edilmektedir. Bu ilgisizliğin ve duyarsızlığın gittikçe yaygınlaşması ise vicdanları sızlatmakta ve ahlâkî ve sosyal çürümeye sebep olmaktadır. Bunun en bariz göstergesi de 2024 yılında Türk Dil Kurumu’nun yaptığı bir ankette “kalabalık yalnızlık”, “merhamet”, “yabancılaşma”, “algoritma”, “yozlaşma”, “yapay zeka” ve “dijital yorgunluk” kavramları arasında yaklaşık bir milyon kişinin katıldığı halk oylamasında “kalabalık yalnızlığın” seçilmiş olmasıdır. [6]
Bu da günümüzde insanî değerlerin gittikçe kaybolmaya başladığını, egosantrik düşüncelerin etkinlik kazandığını, toplumsal bağların gittikçe zayıfladığını ve dijital dünyanın yalnızlık hissini derinleştirmekte etkin bir role sahip olduğunu göstermektedir. Nitekim sevgi, saygı, sıcak ve samimi ilişkilerden yoksun bir ortamda yaşamak, yalnızlık hissini gidermemekte, bilakis daha da artmasına sebep olmaktadır. Nitekim insanî değerlerin zayıflaması, bireylerin çıkarcı ve hazcı bir tavır sergilemesi bunun bir göstergesidir. Bu açmazdan kurtulmanın yolu da her ferdin, ahlâkî ve insanî değerlere sahip olması ve bu değerleri gerçekleştirmek için çaba göstermesidir. Ünlü Rus yazar Tolstoy’un dediği gibi, “Acı hissedebiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını hissedebiliyorsan insansın.”
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin 1998 yılı mezuniyet töreninde bir kız öğrencimin, yaptığı “insanlık” ile ilgili şu konuşma, sanırım bize bu konuda bir fikir verecektir. Sunacağım bu konuşma metnini, arşivimi karıştırırken buldum. O kızımız, bu konuşmayı yaparken çok duygulanmıştım. Daha sonra bu konuşma metnini o öğrencimden almış ve arşivime koymuştum. Çeyrek asır önce yapılan bu konuşma metninde ise şunlar yazılıydı:
“Merhaba Efendim!
Şimdi sizlerle farklı bir yemeği deneyeceğiz. Bu tarifi ilk defa duyacağınızı düşünüyorum.
Yemeğin tarifi deyince belki de hepiniz, üzerimde bir önlük ve önümde çeşitli malzemeler göreceğinizi sandınız. Oysa tarifi verdiğimde aslında yemeğimizin malzemelerinin, hepimizde bulunan fakat kullanmasını bilmediğimiz malzemeler olduğunu göreceksiniz. Yemeğimizin tadına doyum olmayacağından adım gibi eminim. Özellikle genç arkadaşlarımın beni can kulağı ile dinlemelerini tavsiye ediyorum. Çünkü hayatınızın her safhasında, ama her safhasında bu tarife ihtiyacınız olacağı kanaatindeyim. Evet bu mukaddemeden sonra isterseniz tarifimize geçelim:
Bir bardak dolusu gülümsemeye, bir kap dolusu dostluk ilave edin.
Bir kaşık ümit, bir büyük porsiyon yardımlaşma, çok miktarda ilim, bir tutam alçak gönüllülükle çırpın.
Bir tutam yumuşaklık, biraz da nezaket tozuyla kabartın.
Kuvvetlendirmek için bir çorba kaşığı güvene ihtiyacımız olacak.
Bir sadakat kâsesi içinde bir ölçü inanç, iki ölçü akl-ı selim ve birkaç damla hoşgörüyü azar azar ilave edin ve sevgiyle karıştırın. Sevgiyle diyorum. Hani o Hz. Mevlanâ’nın ‘olmasaydı dünya donardı’ dediği sevgiyle…
Hiç düşündünüz mü bilemiyorum? Annelerimizin yaptığı yemekler neden bizim yaptığımız yemeklerden daha lezzetli? Çünkü annelerimiz yemeği yaparken bunu benim oğlum, benim kızım, yârim, yâranım yiyecek diye tüm sevgilerini katarak yaparlar. Şimdi anladık değil mi, dünya tatlısı annelerimizin yemeğinin neden tatlı olduğunu?
Evet! Yemeğimizi bu denli bir sevgi ile karıştırdıktan sonra hemen iki kaşık gülücük, bir kaşık sabır ve bir tutam övgü ilave edelim. Şevk ile hiç durmadan karıştıralım, şükran ile tatlandıralım.
Evet! Yemeğimiz bitti bile. Ben size dememiş miydim, yemeğimizin hepimizin yapabileceği bir yemek olduğunu. Sanırım hepimiz yemeğimizin adını merak ettiniz. Öyleyse sizi fazla meraklandırmadan söyleyeyim. Yemeğimizin adı: İnsanlık! Afiyet olsun Efendim! Hatice Ana’dan sevgilerle. 8.7.1998”
Sonuç olarak Allah’ın annene-babana “öf bile deme” emrine uyarak insanlığını kaybetmeyen, yaşlılığında onları bakan, üzmeyen ve incitmeyen evlatların mevcudiyeti vicdanları rahatlatırken; insanlığını ve ahlâkî değerlerini kaybettiği için anne-babasına bakmayan, onları yalnızlığa mahkum eden, azarlayan, hatta kapıya koyan veya huzur evlerine bırakan; aylarca veya yıllarca ziyaretine gitmeyen evlatların mevcudiyeti de vicdanları sızlatmaktadır. Bu durum, ne hazindir ki yaşanan bir vakıadır ve üzerinde derin derin düşünülmesi gereken insanî ve ahlâkî bir sorunumuzdur.
[3] İnternette bu sözün, William E. Gladstone, Ernst Ingmar Bergman ve Kant’a ait olduğu zikredilmektedir.
[6] Haber7 com, 23.12.2024.