Temsil, “Birinin veya bir topluluğun adına davranma; belirgin özellikleri ile yansıtma, sembolü olma, simgeleme” [1] olarak tanımlanıyor. “Dini temsil” de, bir dine mensup olan kişilerin, o dinin ilke ve kurallarını hayatına yansıtması ve örnek davranışlarda bulunması anlamına geliyor. Buna göre bir Müslüman da İslâm’ın simgelerini, ilke ve kurallarını hayatına yansıttığında ve yaşadığında İslâm’ı temsil etmiş, aksi bir durumda ise ya temsil etmemiş veya gerektiği gibi temsil edememiş oluyor.
Ne var ki Müslümanların İslâm anlayışlarında kafalarının bir hayli karışık olduğu görülüyor. Zira kitabî İslâm’dan farklı olarak bir de günümüzde yaşanan Müslümanlık söz konusudur ve bu da bir takım sorunlar üretmiştir ve üretmeye de devam etmektedir. Bu sorunların başında da İslâm’ı bir kimlik olarak temsil eden Müslümanın, kişilik olarak da temsil etmemiş/ edememiş olmasıdır. Bu da Kur’an’ın emrettiği kulluk, insanlık ve halifelik görevlerinin Müslümanlar tarafından tam olarak yerine getirilemeyişi, dolayısıyla da dengeli bir dinî hayatın yaşanamayışı sorunudur.
Kur’an, Allah Teâlâ’nın beşeri/insanı yarattıktan sonra ona emanet/sorunluluk yüklediğini ve bu sorumluluğun da Allah’a kulluk, insana ve topluma karşı insanlık ve yeryüzüne ve fizikî çevreye karşı da halifelik olduğunu açıklar. Bu sorumluluklar ve görevler karşısında Müslümanlar, acaba ne yapmakta ve nasıl bir tavır sergilemektedir? Daha açık bir ifade ile İslâm’ı gereğince temsil edebilmekte midir?
Dinî yaşayışlarında kimi Müslümanın, ibadeti hayatının merkezine alıp, insanlık ve halifelik sorumluluklarını göz ardı ettiği; kimi Müslümanın, insanlık görevini yerine getirip ibadet ve halifelik görevlerine yeterince önem vermediği; kimi Müslümanın da halifelik görevini yerine getirmekle, diğer görevlerinden muaf olabileceklerini düşündüğü görülüyor. Kimileri, bu sorumluluklardan ikisini yerine getiriyor, ama üçüncüsüne ihtiyaç duymuyor. Kimileri de imkanları ölçüsünde dengeleri gözeterek kulluk, insanlık ve halifelik görevlerini yerine getirme gayreti ve çabası içinde oluyor. Dolayısıyla toplumda farklı dindarlık tezahürlerinin oluştuğu, bu bağlamda “ahlaksız bir dindarlık” ile “ ibadetsiz bir dindarlığın” gittikçe yaygınlaştığı, halifelik görevinin ise -bazı istisnaî durumlar hariç- kimsenin umurunda olmadığı müşahede ediliyor. Nitekim İslâm aleminin içinde bulunduğu çaresizlik ve acizlik de bu olguyu yansıtıyor. Daha açık bir ifade ile Müslümanların, yer yüzünü, çevreyi, tabiatı tanıma, keşfetme ve hizmetinde kullanma sorumluluğu demek olan halifelik görevini hakkıyla yapmadıkları/yapamadıkları, dolaysıyla da bu alanda başarısız oldukları görülüyor. Kur’an’da insanın halifelik sorumluluğu ile ilgili bir çok ayet bulunuyor ve bu ayetler de bize şunları söylüyor:
“Yeryüzünde bir halife kılacağım” [2]
“Allah sizi yeryüzünün halifeleri kıldı.” [3]
“Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün halifeleri kılan, kiminizi kiminize derecelerle üstün yapan O’dur.” [4]
“Semud’a kardeşleri Salih’i gönderdik. “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; O’ndan başka tanrınız yoktur; sizi yeryüzünde yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O’dur ….” [5]
“Allah’ın sizi Âd kavmine halife kıldığını, ovalarında köşk kurup dağlarında kayalardan evler yonttuğunuz yeryüzüne yerleştirdiğini hatırlayın; Allah’ın nimetlerini anın, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” [6]
Zikredilen bu ayetlerin genel muhtevasından, özellikle Salih Peygamber’in kavmine söylediği “Sizi yeryüzünde yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O’dur” ayetinden beşere ait halifelik misyonunun, yeryüzünü imar etmek, üretimde bulunmak ve yönetim erkine sahip olmak olduğunu öğreniyoruz. Diğer bir ifade ile Allah Teala’nın, beşerin yeryüzündeki halifelik misyonunun ne olduğunu Hz. Salih’in kavmine yaptığı konuşmasından daha iyi anlıyoruz. Nitekim Kur’an kıssalarından her peygamberin kendi şartları içinde yeryüzünü imar ettiklerini, üretimde bulunduklarını ve yönetim erkine sahip olduklarını da biliyoruz. Bundan da halifelik görevinin, kulluk ve insanlık görevleri kadar önemi ve değerli olduğunu; dolayısıyla da her Müslümanın, bu üç görevi birlikte ve dengeli bir biçimde yerine getirmesi gerektiğini anlıyoruz.
Bu nedenle Allah Teâlâ, İslâm’ı en güzel şekilde temsil eden Hz. Muhammed’i bize örnek olarak gösteriyor: “Allah’ın resulünde, Allah’ı ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok ananlar için güzel örnekler vardır” [7] ayeti bize bunu ifade ediyor. Ayette geçen “üsve” kavramı, “Benzeri yapılacak olan, benzetilmek istenen şey, model, bir şeyin benzeri, tıpkısı, misal, durumu ve niteliği benimsenmeye değer kimse ya da şey, en iyi biçimde olan” anlamlarına geliyor. Kur’an’da üç defa kullanılan bu ifadenin, biri Hz. Peygamber’e,[8] diğer ikisi ise Hz. İbrahim’e [9] ait olduğu görülüyor.
Hz. Peygamberin “güzel örnek” oluşu, ayetin iç ve dış bağlamından hareketle onun yiğitlik, cesaret ve yüksek karakteriyle yorumlansa da,[10] onun örnekliği bunların da ötesinde daha şümullü ve kapsamlı bir nitelik arz etmektedir. Nitekim onun hayatı boyunca taleplerinde ve tenkitlerinde kendi sınırları içinde kalması, başkalarının sınırlarına saygı göstermesi ve duygularına değer vermesi; kavgaya taraftar olmaması; sevgisini ve saygısını her fırsatta karşısındakine hissettirmesi; affedici olması; anlaşmazlıklarda her iki tarafın hakkını ve onurunu koruyan çareler üretmesi; akrabalık bağlarına saygı göstermesi; yoksullara yardım elini uzatması; doğruları desteklemesi; özü ve sözünün bir olması; kaba ve katı davranmaması; müsamahalı oluşu, insan hayatında kaybolan dengeleri yerli yerine koyan davranışlarda bulunması, mikro kimliğin hâkim olduğu bir dönemde, makro kimliği tavizsiz uygulaması ve kimliklere değil de Kur’an’ın ölçüt olarak sunduğu niteliklerin ve özelliklerinin esas alınması ilkesine bağlı kalmaya özen göstermesi, bizim için örnek alınması gereken kişilik özellikleridir.
Ne hazindir ki geçmişte Hz. Peygamberin bu kişiliği, Müslümanlar arasında en önemli değerler olarak kabul görürken, günümüzde bunlara yeterince değer verilmediği, tevazuunun yerine kibrin, dürüstlüğün yerine kandırma ve aldatmanın geçtiği; eskiden beri devam edip gelen tekfirci bir zihniyetin gittikçe yaygınlaştığı; alimlerin kibirli, zahitlerin cahil, âbidlerin riyakâr oldukları bir toplum yapısının oluşmaya başladığı; ayrıca zenginlik kibri, siyaset kibri, makam kibri, ibadet kibri gibi farklı kibir çeşitlerinin ortaya çıktığı müşahede ediliyor. Dolayısıyla günümüzde çalışmadan zengin, okumadan bilgin, bilgi sahibi olmadan mütefekkir ve ibadet etmeden âbid olma arzularının daha çok etkinlik kazanmaya başladığı görülüyor. Bu düşüncede olanlar, çalışmadan, gayret göstermeden ve emek vermeden, kısa yoldan istediklerini elde etmeyi (köşeyi dönme) arzu ediyorlar. Bu nedenle geçmişte ölümü ve ötesini düşünen, ahiret için hazırlık yapan Müslüman tipi yerine, bugün hazlarının peşinden koşan ve bu uğurda çaba gösteren; Şair Nedim’in “Gülelim oynayalım, kâm alalım dünyadan” diye tasvir ettiği bir hayat tarzını benimseyen veya Orhan Veli Kanık’ın,
“Ne atom bombası,
Ne Londra Konferansı,
Bir elinde cımbız,
Bir elinde ayna;
Umurunda mı dünya!” diye hicvettiği vurdum duymaz ve sorumsuz bir hayatı özleyen yeni bir Müslüman tipi oluşuyor. Dolayısıyla da oluşan bu Müslüman tipinin hayat tarzı ile Kur’an’ın önerdiği hayat tarzının uyum içinde olmadığı ve İslâm’ı bir bütün olarak temsil edemediği görülüyor. Nitekim ABD George Washington Üniversitesi’nden bir grup bilim adamının, “Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan İslâmî ölçüleri bir endekse tabi tutarsak, Müslim-gayr-i Müslim dünyadaki bütün ülkelerin sıralaması nasıl olur?” düşüncesi ile “İslam’ın emirlerine uygun toplum yapısı oluşturabilen ülkeler” i belirleyen bir araştırmadan elde ettikleri sonuç, İslâm ülkelerindeki bu acı gerçeği gözler önüne seriyor. 208 ülkede yapılan bu araştırmada maalesef hiçbir İslam ülkesinin ilk yüze giremediği görülüyor. Türkiye 208 ülke arasında 103.; Suudi Arabistan 131. sırada yer alıyor. Şaşırtıcı bir şekilde Yeni Zelanda, Lüksemburg ve İrlanda ilk üç sırayı paylaşırken; İsveç, Danimarka, İngiltere, Norveç gibi Batılı ülkeler, İslâmîlik konusunda Müslüman ülkelere fark atıyorlar. [11]
Bu durumda Müslümanlar olarak ‘İslâm’ı ne kadar temsil ettiğimizi ve Kur’an’ı hayatımıza ne ölçüde yansıttığımızı sorgulamamız gerekmiyor mu?
[1] TDK, Türkçe Sözlük, Ankara 2005, s. 1950.
[10] Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul, 1990, 7/144.
[11] Diyanet Haber, 9 Aralık 2014.