KADER ANLAYIŞIMIZA DAİR
MAKALE
Paylaş
19.01.2025 16:54
85 okunma
Prof. Dr. Celal Kırca

Mısırlı müfessir Reşid Rıza, tefsirinde “pek çok tefsir kitabının, okuyucularını Kur’ân’ın ulvî gayelerinden ve yol göstericilik vasıflarından uzaklaştırdığını ve bunun nedeni olarak da   bu tefsir  müelliflerinin, Kur’ân’da i’rab bahisleri, nahiv kaideleri, maânî nükteleri, ve beyân ıstılahları aradıklarını; tefsirlerini, mütekellimlerin cidalleri, usûlcülerin tahriçleri, mukallid fakihlerin istinbatları, tasavvufçuların te’villeri, mezhep ve fırka mensuplarının görüşleriyle dol­durduklarını,  bu da yetmezmiş gibi bir de Fahruddin er-Râzî’nin, riyaziyatı ve tabiat ilimlerini, Yunan astro­nomisini ve  kendi çağına kadar devam edip gelen diğer bütün ilimleri tefsirine top­ladığını, dolayısıyla da bu yorumların  insanları, Kur’ân’ın asıl hedefinden uzaklaştırdığını  yazar ve bu olguyu da Müslümanların kötü talihlerinden biri  sayar.” [1] Fakat  ne hazindir ki eleştirdiği bu hataya  Reşid Rıza’ nın da düştüğü görülmekte ve bu da onun  kötü bir talihi  olmaktadır.  Zira onun da tefsirinde eleştirdiği bu konulardan bazılarına  yer verdiği ve  bu tür yorumlardan uzak kalamadığı da görülmektedir.

Reşid Rıza’nın bu abartılı ve kategorik görüşlerinin hepsine katılmasam da  bazı tespitlerine katıldığımı ifade etmek isterim. Bunlardan tefsirlerde yer alan mütekellimlerin cidalleri ve   özellikle de kader konusu, katıldığım konulardan biridir. Zira tefsirlerde  yer alan kaderin  terminolojik  tanımları  ve  yorumları ile ilgili ileri sürülen  görüşler ve düşünceler, dün olduğu gibi bugün de  etkinliğini korumakta, toplum hayatında ve  özellikle de  yazılı ve sözlü edebiyatımızda yaşamaya devam etmektedir. Bunun da nedeni, tarihî süreç  içinde siyasî ve kültürel faktörlerin de etkisiyle bu düşüncenin  kronikleşen bir zihniyete dönüşmüş olmasıdır.   Nitekim “Kader kurbanı”, “Kader mahkumu”, “Kaderimin oyunu” ve “Alın yazısı” gibi  ifadeler, bu düşüncenin bir tezahürüdür. Bu zihniyetin, Kur’an’ın üzerinde önemle  durduğu  insanın iradesi ve sorumluluğu ilkesi ile çeliştiği gerçeğinin, maalesef toplumun kahir ekseriyeti tarafından dikkate alınmadığı, hatta görmemezlikten gelindiği; daha da önemlisi kendi sorumluluklarının  kadere yüklendiği ve  havale edildiği   görülmektedir.

Kader kavramı, sözlükte “ölçü, güç yetirme, kaza ve hüküm, kudret, ölçerek ve takdir ederek tayin etme, rızkı daraltma, her şeyin olduğu gibi kılınması”  anlamlarına gelmekte ve  Kur’an’da da “Allah’ın, değişmez fitrî, tabiî ve içtimaî kanunları (sünnetullah)”  olarak  ifade edilmektedir. Dolayısıyla kader, “Allah’ın takdir etmesi, ölçü ve kanun koyması, belli bir nizam ve düzen  içinde yaratması” anlamına geliyor. Zira Kur’an’da Allah’ın eşsiz kudretinden, evrenin bir ölçüye ve düzene göre yaratmasından ve düzeni sağlayan ilahî kanunlardan/sünnetullah’tan ve insanın iradesinden bağımsız olan olay ve planlamalardan   söz edilmesi de bu anlama işaret ediyor. Dolayısıyla kader vardır ve  varlığında da asla bir şüphe yoktur, bununla birlikte tanımında ve yorumunda ciddî sorunların  bulunduğu  da  bir gerçektir.

Nitekim kaderi “Allah’ın bütün nesne ve olayları ezelî ilmiyle bilip belirlemesi” diye tarif edenler olduğu gibi, “bütün nesne ve olayların kazâya uygun olarak yaratılması ve dış âlemde gerçeklik kazanması” olarak  tanımlayanlar da bulunuyor.  Kimi kelamcılar ise, “sorumluluk doğuran beşerî fiilleri kaderin dışında tutuyor.” [2]

Kaderin,  “Yüce Allah’ın  ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesi” tanımının ise toplumda daha fazla itibar gördüğü anlaşılıyor. Ancak  bu ve benzeri tanımların, Kur’an’ın genel muhtevasının yeterince dikkate  alınmadan yapıldığını ve dinî kültürümüzde “alın yazısı” olarak  algılandığını ve anlaşıldığını da unutmamak gerekiyor. Şayet kader kavramı, terimleştirilirken Kur’an’ın genel muhtevası dikkate alınmış olsaydı,  bu kavrama, “kâinattaki ilahî kanunlar/sünnetullah ve fıtrat” şeklinde bir tanımın yapılması gerekirdi ve bu da  Kur’an’ın ruhuna  daha uygun olurdu.  Dahası kader kavramı üzerinde bu kadar  tartışma yapılmaz, fikir ayrılıkları ve tefrika da olmazdı, dolayısıyla insanın kendi iradesiyle yaptıklarını Allah’ın bilmesi ile takdir etmesi arasındaki anlam farkına da dikkat edilirdi.   Nitekim Kur’an’da, insanların kendi özgür iradeleriyle neler yapacakları, nasıl bir hayat çizgisini takip edecekleri şöyle  ifade  edilmektedir:

“İnsan için kendi emeğinin  karşılığından başka hiçbir şey yoktur” [3]

 “İnsanların kendi elleriyle  yaptıkları işler yüzünden karada, denizde fesat  meydana gelmiştir. Sonunda Allah onlara  (akıllarını başlarına) alıp  doğru yola dönmeleri için  yaptıklarının  bir kısmının cezasını  bu dünyada tattırmıştır.” [4]   

 “Bilin ki  başınıza gelen     her musibet  sizin yaptıklarınız  yüzündedir. Bununla birlikte Allah sizi birçok musibetten  de korur.” [5]

Kendi ellerinizle  kendinizi tehlikeye atmayınız.[6]

Bu ayetler, insanın bir iradeye  ve seçme hürriyetine (cüz’î irade) sahip olduğunu, dolayısıyla da yaptığı  her işten  sorumlu olduğunu gösteriyor.  Zira  akıl ve irade sahibi olmak  bunu gerektiriyor. Dolayısıyla hem cüz’î irademiz, hem de irade dışı etnik ve cinsiyet  kimliklerimiz ve kainattaki tabiî ve sosyal düzen, kaderin içinde yer alıyor.

Şunu unutmamak gerekiyor: “İlim, maluma tabidir”. “Allah, bir şey nasıl olacaksa veya  insan hür iradesiyle  nasıl  bir tercihte bulunacaksa öyle biliyor”. Allah’ın her şeyi önceden bilmesi, İlahlığın bir gereğidir ve bu da olmazsa olmaz şartlardan biridir.  Bu nedenle Müslüman düşünürler, Allah’ın bilmesini, alimlerin güneş ve ay tutulmalarını bilmeleriyle izah ederler. Nasıl ki alimler, güneş ve ay tutulmadan önce, tutulacağı zamanı hesaplayarak biliyorlarsa, Allah Teâlâ da kullarının ne yapacağını, nasıl bir hayat süreceğini, tercihlerinin hangi istikamette olacağını bilir ve buna göre takdirde bulunur.  Bu nedenle  Kur’an, toplumda “alın yazısı” olarak bilinen ve insandaki “cüzî irade”yi/özgür iradeyi yok sayan anlayışı onaylamaz. Çünkü bu anlayış, insanın sorumluluğunu, imtihanını ve tedbirini yok sayar.  Şayet insan yaptıklarından sorumlu olmasaydı, imtihanın, tedbir almanın ve hesap sormanın da bir  anlamı olmazdı.

Hz. Ömer’in, salgın hastalık olduğu için  Şam’a girmekten kaçınması üzerine,  Ebu Ubeyde’nin “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” sorusuna verdiği “Allah’ın bir  kaderinden diğer  bir kaderine kaçıyorum.  Ne dersin?  Senin develerin olsa da bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak bir vâdiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allâh’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allâh’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?” [7] cevabı, kaderin nasıl anlaşılması gerektiğine somut bir örnektir. Şayet insan, Cebriyye’nin iddia ettiği gibi  rüzgarın önünde kuru  bir yaprak, ya da kendisi için yazılan  senaryoyu   oynayan  bir aktör  veya bir robot  olacaksa, onun akıl ve irade sahibi sorumlu bir  varlık oluşunun   ne anlamı olurdu? Burada anlaşıl(a)mayan husus, Allah Teâlâ’nın küllî iradesiyle, insanlardaki cüzî iradenin sınırlarının tespit ve tayinindeki zorluktur.  Bu zorluğu da Kur’an’ın genel muhtevasında açıkça görmekteyiz:

Kur’an,  bir taraftan” insanların davranışları konusunda dileyenin iman, dileyenin de inkâr edebileceği söyler;  itaat ve isyanın insanın kendi iradesine bağlı bulunduğunu; işledikleri ameller karşılığında cennete veya cehenneme gireceklerini, iyi işlerinin lehlerine, kötü işlerinin aleyhlerine olduğunu ve Allah’ın kullarına asla zulmetmediğini” ifade ederken; [8] diğer taraftan da “iman edip yararlı işler yapanların imanlarını ve hidayetlerini arttırdığını, kalplerini huzura kavuşturduğunu; kendilerine imanı sevdirdiğini, inkâr ve günahı çirkin gösterdiğini anlatır” [9] Buna karşılık “inkâr edip  emirlerine karşı çıkanların yüreklerini katılaştırıp daralttığı; kalplerini saptırdığı; mühürleyip perde çektiği; hakkı duymalarına engel olmak için kulaklarına ağırlık verdiği; onlara şeytanları dost yaptığı, günahlarının artması için mühlet verdiği; isyanlarından ötürü inkârı güzel gösterip cehennemin yolunu kolaylaştırdığı; bununla birlikte onlara zulmetmediği, tam aksine bu durumun onların kendi karar ve eylemlerinin  bir sonucu olduğunu” [10] açıklar.  Bu açıklamalardan sonra söylenecek söz, Ziya Paşa’nın,

“İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez,

Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez” vecizesidir.  Nitekim insanoğlu, mahdut aklı,  sınırlı iradesi ve idraki ile bazı konuları anlasa ve problemlerini çözse de  bazı  konuları anlama ve künhüne vakıf olmada aciz kalmakta;  sahip olduğu yeti, akıl, irade  ve bilgi oranında  olayları kavrayabilmekte ve mevcut sorunlarını çözebilmektedir. Sonuçta “İnsan, kabıyla deryaya gitmekte ve kabı kadar deryadan su almaktadır.”


[1] Reşid Rıza, Tefsiru’l Menâr, Beyrut, Tarihsiz. 1/7.

[2] Yunus Şevki Yavuz, Kader TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2001, 24/ 58.

[3] Necm,53/39

[4] Rûm, 30/41.

[5] Şûrâ,42/30.

[6] Bakara,2/195.

[7] Buharî, Tıp, 30.

[8] Kehf 18/29; Secde 32/19-20; Sebe’ 34/37-38; Yâsîn 36/54, 63-64).

[9] İbrâhîm 14/27; Kehf 18/13-14, 17; Zümer 39/22-23, 37; Hucurât 49/7; Mücâdele 58/22.

[10] Bakara 2/7-8, 14; Nisâ 4/168-169; En’âm 6/25, 110; A’râf 7/27; İsrâ 17/45-46; Saf 61/5.

 

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya