Dünyevîleşme, sekülerizm kavramının Türkçe karşılığıdır. Her ne kadar farklı tanımları yapılsa da dünyevîleşmeyi, genel hatlarıyla ahireti ve dinî kuralları fazla dikkate almayan, önemsemeyen, araç değerleri amaç edinen bir düşünce ve davranış tarzı olarak tanımlamak mümkündür. Nitekim iyi analiz edildiğine dünyevîleşmenin temelinde Allah’ı unutma, nimetlerini ve ayetlerini görmezlikten gelme; haramları meşrulaştırma, rasyonelleştirme, duygularının efendisi olma yerine onlara köle olmaya razı olma, hazlarının peşinde koşma ve bunu bir hayat felsefesi olarak benimseme gibi farklı düşüncelerinin ve davranışlarının bulunduğu görülür. Kısaca dünyevîleşme, dine rağmen gaflet içinde, yaşamayı ifade eder.
Bilindiği gibi hazcı anlayışa, “hedonizm” deniliyor. Bunun da kökeni eski Yunan düşünürlerine dayanıyor ve “Haz veren şey iyi, acı veren de kötüdür” anlayışını yansıtıyor. Nitekim bu anlayışa sahip olanlara göre “biricik iyi, hazdır. ”Bu nedenle “Haz, bütün eylemlerimizin ereği/amacı olmalıdır” [1] sözü, onlar için temel bir ilkedir. Kökü her ne kadar eski Yunan’a dayansa da bir hayat felsefesi olarak hazcılığın, günümüzde etkin bir konuma geldiği ve dünyevîleşme zihniyetinin oluşmasına da önemli ölçüde etki ettiği biliniyor. Bu nedenle hedonist kişilerin, “zevk” ve hazzı” kendilerine özgü bir iyilik olarak gördükleri, dolayısıyla da hayatı, yeme, içme, giyme, cinsellik veya keyif veren madde kullanma olarak algıladıkları ve anlamlandırdıkları anlaşılıyor. Dolayısıyla bu algı, onların bu dünyaya niçin ve neden geldiklerini kavrayamamalarının ve anlamlandıramamalarının sebebi oluyor. Bu da onlara Allah’ı unutturuyor. Kur’an’da da bu konuya temas edildiği ve dikkat çektiği görülüyor. O, şöyle diyor:
“Onlar Allah’ı unuttular; O da onları unuttu” [2] ; “Allah’ı unutan, bu yüzden Allah’ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar gerçekten yoldan çıkmış kimselerdir.” [3] Genel bir kaidedir, “Unutan unutulur.”
“Allah’ı unutmak” tan maksat ise Allah’a kul olma bilincinden yoksun olmak ve O’na karşı kulluk borcunu umursamamaktır. Nitekim zikredilen birinci ayette, münafıkların Allah’ı unuttukları, Allah’ın da onları unuttuğu, kendi hallerine bıraktığı ve inayetine lâyık görmediği açıklanmakta; ikinci ayette ise Allah’ı unutmalarının bir sonucu olarak Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu açıklanmaktadır. Dolayısıyla kendilerini unutan kişilerin de duygularının ve içgüdülerinin etkisinde kalarak amaçsız ve gayesiz bir hayat yaşadıkları görülmektedir.
Nitekim, “İyi bilin ki dünya hayatı, bir oyundur, bir oyalanmadır, bir süstür. Kendi aranızda karşılıklı övünme, mal ve nesli çoğaltma yarışıdır. Tıpkı o yağmura benzer ki bitirdiği ürün, çiftçilerin hoşuna gider. Ama sonra kurur, sen onu sapsarı kurumuş görürsün. Sonra da çerçöp haline gelir. İşte dünya hayatı da böyledir. Âhirette ise kâfirler için şiddetli bir ceza, mü’minler için ise Rab’leri tarafından bir mağfiret ve rıza! Evet, dünya hayatı bir aldanma metaından başka bir şey değildir” [4] ayeti de, Allah’ı ve ahireti unutup sadece dünyaya yönelme anlayışını ve yaşam tarzını kınamaktadır. Ancak bu kınama ve kötülemenin bizzat dünyaya yönelik olmadığını, sahip olunan düşüncenin ve yaşanan hayatın niteliğine yönelik olduğu unutulmamalıdır. Zira dünya da tıpkı bir silah gibi iyiye de kötüye de kullanılan bir araçtır, bu nedenle kınama, bir araç olan dünya hayatına yönelik değil, o hayatı doğru düzgün yaşamayan insan davranışlarınadır. Yoksa dünya, bizatihi kötü olsaydı, yaratılışının ve insanoğlunun dünyaya getirilişinin ne anlamı olurdu?
Nitekim Kur’an’da zikredilen Karun kısası ile verilen mesaj da buna açıklık getirmektedir:
“Karun Musa’nın kavminden birisiydi. Büyüklük taslayıp halka zulmediyordu. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, hazinenin sadece anahtarlarını bile güçlü-kuvvetli bir topluluk, zorlukla taşıyabiliyordu. Halkı ona demişti k, ‘servetine güvenip sakın şımarma Çünkü Allah şımaranları sevmez’. Allah’ın sana verdiği bunca mal-mülk ile ahiret yurdunu kazanmanın yollarını ara, dünyadan nasibini de unutma. Allah sana nasıl bol bol ihsan ettiyse, sen de insanlara bol bol ihsanda bulun. Sakın yeryüzünde bozgunculuk peşinde koşma. Çünkü Allah bozguncuları sevmez.” [5] Görüldüğü üzere ayet, dünyayı değil, dünya hayatının kötüye kullanılmasını kınamakta; iyi, güzel, doğru ve kurallı bir dünya hayatını da teşvik etmektedir
Ne var ki fıtratı gereği insanoğlunun mal, makam ve şöhret konularında ihtiraslı bir davranış içinde oldukları da görülüyor ve biliniyor. Bu nedenledir ki çoğu insan, sahip olma tutkusuyla sürekli mal biriktiriyor; yiyemeyeceği kadar erzaka; giyemeyeceği kadar kıyafete; kullanamayacağı kadar eşyaya; oturamayacağı kadar eve sahip olmak istiyor. Zira bu tür insanların gözlerinin midelerinden daha aç, arzularının ihtiyaçlarından daha fazla olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla bu kişiler, yedikçe şişen, şiştikçe yiyen bir varlığa dönüştüklerinin ve doyumsuz bir kişiliğe sahip olduklarının farkında olamıyorlar ve bu doyumsuzluk da onlar için adeta bir hayat felsefesi haline geliyor. Bu felsefe ise onların dünyaya bağlılıklarını daha da artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu nedenle de onlar, biriktirdiği paranın, eşyanın, malın-mülkün yanında ömrünü tüketiyor, ölümü ve ahireti hatırlamak istemiyor, hatta unutuyor, böylece ömrü ile birlikte benliğini de yitiriyor.
İnsanlardaki sahip olma ve biriktirme duygusu, şayet kontrol altına alınmaz, merhamet, paylaşma ve yardımlaşma duygularıyla dengelenmez ise zamanla ihtirasa dönüşüyor ve tutku haline geliyor. Sömürgeciliğin temelini oluşturan ve Kapitalizmi vahşi kılan da bu tutku oluyor. Zira bu tutku, insanı insanlığından uzaklaştırarak arzularına kul-köle yapan bir etkiye sahip bulunuyor. Bu tutku, insanı helal-haram demeden kazanmaya ve kul hakkı yemeğe; doğru-yanlış demeden her türlü iftira, desise ve hile ile makam elde etmeye ve şöhret peşinde koşmaya teşvik ediyor. Bu nedenle Kur’an, insandan nefsine, arzu ve isteklerine köle olmasını istemiyor ve araç değerlerin amaç değerler haline getirilmesini onaylamıyor. Neticede insanoğlu bir gün ölüyor ve bir buçuk veya iki metrekarelik bir mezara konuluyor. Bu da o insanın bu dünyadaki tek mekânı oluyor. Zülfü Livaneli’nin “Huzursuzluk” adlı romanında bir bilgeden naklettiği şu konuşma, öyle sanıyorum ki ne demek istediğimi daha iyi anlatacaktır:
“Harese nedir bilir misin oğlum? Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım. Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir.”
Ölçüsüz ve sınırsız hırs, zevk verse de sonuçta öldürüyor. Dünyevîleşme de her halde böyle bir şey! O da insanı önce ahlaken çürütüyor, sonra da manen öldürüyor. Kıssadan hisse, anlayana!
[1] Bedia Akarsu , Felsefe Terimleri Sözlüğü , İstanbul 1994, s.93-94.