MÂZÎSİZ BİR ÂTİ MÜMKÜN MÜ?
MAKALE
Paylaş
28.10.2024 17:06
366 okunma
Prof. Dr. Celal Kırca

1884 yılında doğan  Yahya Kemal ile 1876 yılında doğan Ziya Gökalp, toplumun  sosyal meselelerine  eğilen, fikir ve  görüş beyan eden, fakat aralarında  görüş ve  düşünce  farlılıkları da bulunan iki önemli şahsiyettir.  Bir defasında  Ziya Gökalp,  Yahya Kemal’de,

“Harâbîsin harâbâtî değilsin,

Gözün mâzîdedir âti değilsin.” ( Ayyaşsın ama vaktini meyhanede ziyan etmezsin. Geçmişte takılıp kalmışsın hiç geleceğe hitap etmiyorsun.) der. Bunun üzerine Yahya Kemal’de,

“Ne Harâbîyim ne harâbâtîyim,

Kökü mâzîde olan âtiyim.”  (Ne ayyaşım ne de vaktimi buralarda boşa harcayan biriyim. Ben kökleri geçmişte olan bir geleceğim) diyerek Ziya Gökalp’e  cevap verir.  Dolayısıyla Yahya Kemal, bu cevabıyla hem düşünce dünyasını, hem de mazi ile ati arasındaki derin ilişkiyi, açıklar.

Ziya Gökalp’in Yahya Kemal’e bu sataşması ve  Yahya Kemal’in de bu sataşmaya verdiği cevap,  bize önemli bir mesaj vermekte, günümüzdeki mâzî ile âti  veya gelenek ile geleneksizlik tartışmalarına da ışık tutmaktadır. Dolayısıyla bu konudaki tartışmaların ve  düşünce ayrılıklarının dünde kalmadığı, bugüne de taşındığı ve günümüzdeki gelenek ile geleneksizlik tartışmalarına da bir ışık tuttuğu görülüyor.

Şunu hatırlatmakta yarar var. Her ağacın bir kökü olduğu gibi, her  toplumun da bir kökü bulunuyor ve bu kökün adına da  mazi veya gelenek  deniliyor. Mâzîsi olmayan bir toplum ise kökten yoksun bulunuyor.  Dolayısıyla kökü olmayan yada geçmişini unutan veya inkar eden  bazı toplumların, zamanla yok oldukları ve tarih sahnesinden silindikleri de  biliniyor.

Bilindiği gibi mâzî, bir milletin tarihi süreç içinde dinî, felsefî, ilmî,  ahlâkî, edebî, siyasî, iktisadî, mimarî  vs. gibi alanlarda ürettiği kültürel eserler başta olmak üzere  bir  milleti, millet yapan,  yaşatan ve ayakta tutan değerlerin tümünü ve medeniyet tasavvurlarını kapsıyor. Şayet  bu değerler ve  bu tasavvurlar yoksa veya var olanlar da kaybedilmiş ise kökünden beslenmeyen bir ağaç gibi, toplumlar da kurumaya, çürümeye ve daha sonrada yok olmaya mahkum oluyor. Nitekim tarihte bunun  bir çok örneği bulunuyor. Çünkü sahip olduğu değerlerden ve  medeniyet tasavvurlarından uzaklaşıp öz benliğini, kısaca mâzîsini  kaybeden  toplumların  ve  milletlerin  yaşama şansı  pek  olmuyor. Zira  baskın kültürlerin ve medeniyet tasavvurlarının karşında  öz benliğini yitirdiği için dayanma ve ayakta kalma gücünü kaybediyor.

Zira mâzîsiz bir milletin, âtisi de olmuyor.  Bu nedenle güzel bir gelecek için geçmişi bilmek ve anlamak, onu korumak ve yaşatmak, hayatî bir önem arz ediyor. Çünkü  geçmişini bilmeyen toplumların, nereden geldiklerini; nereye ve  nasıl gideceklerini bilemedikleri, gelecek tasavvuru yapamadıkları ve kendilerine rehber olacak önemli bir kılavuzdan  da yoksun  kaldıkları ve bu nedenle de  yabancı kültürlerin etkisinde kalarak melezleştikleri;  kimliklerini  ve öz benliklerini  zamanla yitirdikleri görülüyor. Bu nedenledir ki atalarımız, “geçmişi bilmemeyi köksüzlük,  köksüzlüğü de öksüzlük” olarak tanımlıyor.  Ancak   bu konuda  çok dikkatli ve hassas olmamız gereken önemli  bir husus  daha bulunuyor, o da  her duyduğumuza veya okuduklarımıza hemen inanmamamız, önce öğrendiklerimizi gözden geçirerek sorgulamamız, sonra da  bu bilgilerin doğruları ile yanlışlarını ayırt etmek için çaba göstermemiz gerekiyor. Zira her insanın hayatında olduğu gibi,  duyduklarımızda  ve öğrendiklerimizde de doğrular ve yanlışlar bulunuyor, diğer  bir ifade ile  geçmişten bize intikal eden her kültürün ve  her bilginin  doğru olanları olduğu gibi yanlış olanları da   söz konusu oluyor. Bu bilgilerin doğrularını ve yanlışlarını belli kriterlere göre  ayırmadıkça, bir toplumun sağlıklı bir bünyeye sahip olması da  söz konusu olmuyor.  Bu nedenle geçmişin sorgulanarak doğrularını, yanlışlarından ayırmak gerekiyor. Bu yapılmadığı takdirde  Jaroslav Pelikan’ın ifadesiyle “ölmüşlerin yaşayan ruhu demek olan gelenek, yaşayanların ölmüş ruhu olan gelenekçiliğe”  dönüşüyor.

Bu  durum, geçmişten günümüze intikal eden  bütün fikir, düşünce ve davranışlar için  söz konusu olduğu kadar, dinî anlayışlar, yorumlar ve düşünceler için de söz konusudur.  Zira  sorgulanmayan ve eleştirilmeyen  her fikir ve her düşünce, zamanla mutlak doğru olarak kabul görmeye başlıyor ve entegrist  bir bakış açısıyla gelenekçiliğe dönüşebiliyor.  Bunun bir  sonucu olarak  da “her etki,  bir tepki oluşturur” kuralı gereği gelenekçilik de  geleneksizliği doğruyor ve geleneğin toptan ret edilmesine kadar varan düşünce akımlarına kapı aralıyor.

Bu da toplumu, sürekli “bardağın boş tarafını görüp dolu tarafını görmeme”  yanlışına sürüklüyor ve zamanla ön yargılı bir  topluma  dönüştürüyor.  Bunun bir sonucu olarak da dinî ve kültürel değerler, erozyona uğruyor,  dolayısıyla dinin  toplum üzerindeki  etkileri de gittikçe   azalıyor, hatta kayboluyor. Bu nedenle geleneğin, gelenekçiliğe ve geleneksizliğe dönüşmesine imkan vermeden  sorgulanması ve  Kur’an’ın misyonuna  ve ölçütlerine uygun olanları ile olmayanların birbirinden ayırt edilmesinde gereklilikten de öte  bir zorunluluk  bulunuyor.

Bu yapılmadığı takdirde “sapla saman birbirine karışıyor” yada karıştırılıyor, daha da önemlisi entegrist  zihniyetin ve yanlış düşüncelerin etkinlik kazanmasına zemin hazırlıyor. Dolayısıyla bu olgu, yeni  fikir ve düşüncelerin üretilmesine ve  buna bağlı olarak mevcut sorunların çözülmesine  de engel olucu bir işlev görüyor. Bunun olmaması için de tevarüs edilen bilgilerin öncelikle öğrenilmesi ve sorgulanması; zaman ve zemine göre değişen şartlar muvacehesinde yeni düşünce ve fikirlerin üretilmesi ve bir gelecek tasavvurunun  oluşturulması icap ediyor. Zira bir gelecek tasavvuru  oluşturmadan ve bunun için yeni fikirler ve düşünceler üretmeden, sadece tevarüs edilen bilgileri nakletmek ve yorumlamak,   mevcut sorunlara bir çözüm getirmiyor, bilakis yeni sorunların oluşmasına da zemin hazırlıyor.  Nitekim bu sorunlar  arasında agnostisizm,  deizm ve ateizm gibi din için tehdit unsuru  haline gelen düşünce akımları olduğu gibi, bu tehdidi besleyen ve  büyüten hedonizm, egoizm ve konformatizm gibi psikolojik etkenlerde söz konusu oluyor.  Dolayısıyla  bu sorunlar üzerinde kafa yorup çare aramak  ve çözüm yolları  bulmak da  bilim insanlarının öncelikli görevleri  arasında  yer alıyor.

 

 

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya