1884 yılında doğan Yahya Kemal ile 1876 yılında doğan Ziya Gökalp, toplumun sosyal meselelerine eğilen, fikir ve görüş beyan eden, fakat aralarında görüş ve düşünce farlılıkları da bulunan iki önemli şahsiyettir. Bir defasında Ziya Gökalp, Yahya Kemal’de,
“Harâbîsin harâbâtî değilsin,
Gözün mâzîdedir âti değilsin.” ( Ayyaşsın ama vaktini meyhanede ziyan etmezsin. Geçmişte takılıp kalmışsın hiç geleceğe hitap etmiyorsun.) der. Bunun üzerine Yahya Kemal’de,
“Ne Harâbîyim ne harâbâtîyim,
Kökü mâzîde olan âtiyim.” (Ne ayyaşım ne de vaktimi buralarda boşa harcayan biriyim. Ben kökleri geçmişte olan bir geleceğim) diyerek Ziya Gökalp’e cevap verir. Dolayısıyla Yahya Kemal, bu cevabıyla hem düşünce dünyasını, hem de mazi ile ati arasındaki derin ilişkiyi, açıklar.
Ziya Gökalp’in Yahya Kemal’e bu sataşması ve Yahya Kemal’in de bu sataşmaya verdiği cevap, bize önemli bir mesaj vermekte, günümüzdeki mâzî ile âti veya gelenek ile geleneksizlik tartışmalarına da ışık tutmaktadır. Dolayısıyla bu konudaki tartışmaların ve düşünce ayrılıklarının dünde kalmadığı, bugüne de taşındığı ve günümüzdeki gelenek ile geleneksizlik tartışmalarına da bir ışık tuttuğu görülüyor.
Şunu hatırlatmakta yarar var. Her ağacın bir kökü olduğu gibi, her toplumun da bir kökü bulunuyor ve bu kökün adına da mazi veya gelenek deniliyor. Mâzîsi olmayan bir toplum ise kökten yoksun bulunuyor. Dolayısıyla kökü olmayan yada geçmişini unutan veya inkar eden bazı toplumların, zamanla yok oldukları ve tarih sahnesinden silindikleri de biliniyor.
Bilindiği gibi mâzî, bir milletin tarihi süreç içinde dinî, felsefî, ilmî, ahlâkî, edebî, siyasî, iktisadî, mimarî vs. gibi alanlarda ürettiği kültürel eserler başta olmak üzere bir milleti, millet yapan, yaşatan ve ayakta tutan değerlerin tümünü ve medeniyet tasavvurlarını kapsıyor. Şayet bu değerler ve bu tasavvurlar yoksa veya var olanlar da kaybedilmiş ise kökünden beslenmeyen bir ağaç gibi, toplumlar da kurumaya, çürümeye ve daha sonrada yok olmaya mahkum oluyor. Nitekim tarihte bunun bir çok örneği bulunuyor. Çünkü sahip olduğu değerlerden ve medeniyet tasavvurlarından uzaklaşıp öz benliğini, kısaca mâzîsini kaybeden toplumların ve milletlerin yaşama şansı pek olmuyor. Zira baskın kültürlerin ve medeniyet tasavvurlarının karşında öz benliğini yitirdiği için dayanma ve ayakta kalma gücünü kaybediyor.
Zira mâzîsiz bir milletin, âtisi de olmuyor. Bu nedenle güzel bir gelecek için geçmişi bilmek ve anlamak, onu korumak ve yaşatmak, hayatî bir önem arz ediyor. Çünkü geçmişini bilmeyen toplumların, nereden geldiklerini; nereye ve nasıl gideceklerini bilemedikleri, gelecek tasavvuru yapamadıkları ve kendilerine rehber olacak önemli bir kılavuzdan da yoksun kaldıkları ve bu nedenle de yabancı kültürlerin etkisinde kalarak melezleştikleri; kimliklerini ve öz benliklerini zamanla yitirdikleri görülüyor. Bu nedenledir ki atalarımız, “geçmişi bilmemeyi köksüzlük, köksüzlüğü de öksüzlük” olarak tanımlıyor. Ancak bu konuda çok dikkatli ve hassas olmamız gereken önemli bir husus daha bulunuyor, o da her duyduğumuza veya okuduklarımıza hemen inanmamamız, önce öğrendiklerimizi gözden geçirerek sorgulamamız, sonra da bu bilgilerin doğruları ile yanlışlarını ayırt etmek için çaba göstermemiz gerekiyor. Zira her insanın hayatında olduğu gibi, duyduklarımızda ve öğrendiklerimizde de doğrular ve yanlışlar bulunuyor, diğer bir ifade ile geçmişten bize intikal eden her kültürün ve her bilginin doğru olanları olduğu gibi yanlış olanları da söz konusu oluyor. Bu bilgilerin doğrularını ve yanlışlarını belli kriterlere göre ayırmadıkça, bir toplumun sağlıklı bir bünyeye sahip olması da söz konusu olmuyor. Bu nedenle geçmişin sorgulanarak doğrularını, yanlışlarından ayırmak gerekiyor. Bu yapılmadığı takdirde Jaroslav Pelikan’ın ifadesiyle “ölmüşlerin yaşayan ruhu demek olan gelenek, yaşayanların ölmüş ruhu olan gelenekçiliğe” dönüşüyor.
Bu durum, geçmişten günümüze intikal eden bütün fikir, düşünce ve davranışlar için söz konusu olduğu kadar, dinî anlayışlar, yorumlar ve düşünceler için de söz konusudur. Zira sorgulanmayan ve eleştirilmeyen her fikir ve her düşünce, zamanla mutlak doğru olarak kabul görmeye başlıyor ve entegrist bir bakış açısıyla gelenekçiliğe dönüşebiliyor. Bunun bir sonucu olarak da “her etki, bir tepki oluşturur” kuralı gereği gelenekçilik de geleneksizliği doğruyor ve geleneğin toptan ret edilmesine kadar varan düşünce akımlarına kapı aralıyor.
Bu da toplumu, sürekli “bardağın boş tarafını görüp dolu tarafını görmeme” yanlışına sürüklüyor ve zamanla ön yargılı bir topluma dönüştürüyor. Bunun bir sonucu olarak da dinî ve kültürel değerler, erozyona uğruyor, dolayısıyla dinin toplum üzerindeki etkileri de gittikçe azalıyor, hatta kayboluyor. Bu nedenle geleneğin, gelenekçiliğe ve geleneksizliğe dönüşmesine imkan vermeden sorgulanması ve Kur’an’ın misyonuna ve ölçütlerine uygun olanları ile olmayanların birbirinden ayırt edilmesinde gereklilikten de öte bir zorunluluk bulunuyor.
Bu yapılmadığı takdirde “sapla saman birbirine karışıyor” yada karıştırılıyor, daha da önemlisi entegrist zihniyetin ve yanlış düşüncelerin etkinlik kazanmasına zemin hazırlıyor. Dolayısıyla bu olgu, yeni fikir ve düşüncelerin üretilmesine ve buna bağlı olarak mevcut sorunların çözülmesine de engel olucu bir işlev görüyor. Bunun olmaması için de tevarüs edilen bilgilerin öncelikle öğrenilmesi ve sorgulanması; zaman ve zemine göre değişen şartlar muvacehesinde yeni düşünce ve fikirlerin üretilmesi ve bir gelecek tasavvurunun oluşturulması icap ediyor. Zira bir gelecek tasavvuru oluşturmadan ve bunun için yeni fikirler ve düşünceler üretmeden, sadece tevarüs edilen bilgileri nakletmek ve yorumlamak, mevcut sorunlara bir çözüm getirmiyor, bilakis yeni sorunların oluşmasına da zemin hazırlıyor. Nitekim bu sorunlar arasında agnostisizm, deizm ve ateizm gibi din için tehdit unsuru haline gelen düşünce akımları olduğu gibi, bu tehdidi besleyen ve büyüten hedonizm, egoizm ve konformatizm gibi psikolojik etkenlerde söz konusu oluyor. Dolayısıyla bu sorunlar üzerinde kafa yorup çare aramak ve çözüm yolları bulmak da bilim insanlarının öncelikli görevleri arasında yer alıyor.