Toplum hayatında inanılan gerçekliğin yanında, bir de yaşanılan gerçeklik söz konusudur. Güncel değerler olarak da bilinen yaşanılan gerçeklik, toplum hayatında zaman zaman ortaya çıkan, yükselen veya alçalan değerleri ifade ederler. Dolayısıyla her insan, bir şekilde dinî hayatını yaşarken sosyal, kültürel, ekonomik ve politik gerçekliklerle de karşı karşıya kalır. Bu durum, kimi insanlar için bir sorun teşkil etmese de, Müslüman için sorun olma potansiyeline sahiptir. Zira güncel değerler, inandığı dinî gerçeklikler ile uyum içinde ise, Müslüman için de bir problem yoktur. Ancak yaşanılan gerçeklik ile inanılan gerçeklik arasında bir uyum veya paralellik yoksa, bir başka ifade ile bunlar arasında bir çatışma söz konusu ise, o zaman Müslüman için dinî bir problem var demektir. Bu problem de o Müslümanın, inanılan gerçekliğe göre mi, yoksa yaşanılan gerçekliliğe göre mi hayatını yaşayacak oluşudur? Zira Müslüman, yaşanılan gerçekliliğe göre hayatını yaşasa, inanılan gerçeklik ile, inanılan gerçekliliğe göre yaşasa bu defa yaşanılan gerçeklik ile çatışma içinde olacaktır. Bu da Müslümanda kişilik bölünmesine sebep olacak ve onu rahatsız edecektir. Oysa bir dine inanmada insanın temel amacı, mutlu olmaktır. Çünkü dinin temel amaçları arasında insanı mutlu etme de yer alır. Özellikle İslamî söylemde “dünya ve ahiret saadetini temin etme” amacının, çok daha etkin olarak vurguladığı görülür. Bu nedenle böyle bir çatışma, Müslüman için çözülmesi gereken bir problemdir. Böyle bir problemle karşılaşan Müslüman ne yapacaktır? Elbette ki söz konusu problemini çözeceğini umduğu bir mercie müracaat edecek ve o merciden de o problemi çözmesini isteyecektir. Ama burada temel bir sorun daha vardır. O sorun da problemin nasıl çözüleceği ile ilgilidir. Bu durumda teorik olarak üç çözüm yolu bulunmaktadır:
-
İnanılan gerçekliği esas alarak yaşanılan gerçekliği yok saymak, böylece yaşanılan gerçekliliği inanılan gerçekliliğe uygun hale getirme çabası içinde olmak.
-
Yaşanılan gerçekliliği esas alarak inanılan gerçekliliği yok saymak,
-
İnanılan gerçeklik ile yaşanılan gerçekliliği uzlaştırarak ikisini birlikte uyum içinde yaşamak.
Problemi çözmede bu üç yöntemden hangisi tercih edilmelidir? Bir başka ifade ile geçmişte tarım toplumuna göre şekillenen geleneksel dinî anlayışta, her hangi bir problemle karşılaşıldığında ulema ne yapmış ve hangi yöntemleri tercih etmiştir? Geçmişte böyle bir durumla karşılaşıldığında, bu yöntemlerden her birinin, belli oranda uygulandığı; sosyal, kültürel ve siyasî tercihlere göre de farklılık arz ettiği görülür. Ancak bunlardan daha çok tercih edileni uzlaştırma yöntemi olmuştur. Uzlaştırmadaki uygulama ise genellikle nassın hükmünü, genelleştirme veya özelleştirme (umum-husus), mutlak veya mukayyet; emir formunu nassın bağlamına göre vacip veya mübah sayma şeklinde te’vil etme; ya da nesh ettirme yöntemleriyle olmuştur. Nitekim bu yöntemi “Te’vîlü Müşkili’l-Kur’ ân” ve “en-Nâsih ve’l-Mensuh” adıyla yazılan kitaplardaki içerikte ve bu içeriklerin anlaşılmasında uygulanan yöntemlerde açıkça görmek mümkündür.
Uzlaştırma amacıyla yapılan te’vil faaliyeti, daha ziyade dinî metinler arasında varmış gibi görünen çelişkilerde kullanılırken;[1] nesh yöntemi hem dinî metinler arasında varmış gibi görünen çelişkilerde, hem de inanılan ve yaşanılan gerçeklikler arasındaki çelişkilerde kullanılmıştır.[2] Mesela, Kur’ân’da hem savaş hem de barışla ilgili âyetler mevcuttur. Bu inanılan bir gerçekliktir. Yani hem savaş âyetleri hem de barış âyetleri Kur’ân’da yer almaktadır. Bir de Müslümanın içinde yaşadığı çağda veya yıllarda savaş ya da barış durumu söz konusudur. Şayet Müslümanın yaşadığı çağda devlet, stratejisini savaş ilkesine dayandırmış ve bu ilkeye göre iç ve dış siyasetini düzenlemiş ise, bu durumda Kur’ân’da yer alan savaş ilkesiyle örtüşecek, fakat barışı öngören âyetlerle de çatışmış olacaktır. Bu durumda –başka çözüm yolları olsa da- geçmişte bir kısım ulema, barışla ilgili ayetleri, savaş ayetiyle nesh ettirme yöntemini tercih etmiştir.
Günümüzde ise sanayi devriminin ve bilişim çağının, tarım toplumunun sosyal yapısından çok daha farklı sosyal, ekonomik ve siyasî yapılar oluşturması, yeni sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu sebeple İslam toplumu, günümüzde iki önemli ciddî sorunla karşı karşıya kalmıştır. Bunlardan birincisi geleneğin gelenekçiliğe dönüştürülerek mutlaklaştırılması ve kategorik bir anlayışla güncel değerlerin reddedilmesi; diğeri ise gelenekçiliğe karşı olma söyleminden hareketle geleneği toptan ret etme, dolayısıyla da geleneksizliği etkin hale getirme çabalardır.
Böyle bir ortamda bu açmazdan kurtulmanın tek yolu ise Kuran’ın tenzil yöntemindeki misyonuna müracaat etmekten geçmektedir. Zira Kur’an’ın Tevrat başta olmak üzere Cahiliye kültürüne karşı uyguladığı ipka, iptal ve ikmal, bir başak ifade ile tasdik, tekzip ve tashih yöntemleri, sorun oluşturan güncel değerler için de bize rehberlik edecek bir niteliğe sahiptir. Nitekim Kur’an’ın Cahiliye dönemine ve daha öncesine ait dinî inançları ve kültürleri, toptan ret veya toptan kabul etme gibi bir tavır içinde olmadığı; bilakis doğru olanları tasdik, doğru olmayanları tekzip ettiği, düzeltilmesi gereken bazı konuları ise tashih ettiği görülmektedir. Nitekim “Kendisinden önceki Kitapları tasdik eden Hak Kitabı sana indirdi. Önceden insanlara yol gösterici olarak Tevrat ve İncil’i de indirmişti” [3] ayeti, Kur’an’ nın tasdik edici misyonunu; Tevrat’taki yanlışlar başta olmak üzere Hz. İsa ve Üzeyir ile ilgili ilahlık iddiaları ve benzeri diğer iddialar; özellikle Hz. Muhammed’e yapılan iftiralara verilen cevaplar, Kur’an’ın tekzip misyonunu gösterir. “Arkadaşınız Muhammed asla mecnun değildir“[4]; “Arkadaşınız Muhammed sapmamış ve azmamıştır“[5]; “ Biz Muhammed’e şiir öğretmedik”[6] ; “Ey Muhammed öğüt ver, Rabbinin nimetiyle sen ne kâhinsin ne de mecnun”[7];” O (Kur’an) şair sözü değildir” [8] ayetleri ile benzeri diğer ayetler, bu tekzibe örnektir. Hac esnasında Ahmas’tan[9] olmayan kişilerin Kabe’yi çıplak tavaf etmelerine sebep olan zorlayıcı anlayış ile Ahmasa mensup kişilerin hac esnasında Müzdelife’de kalmalarını doğru bulan anlayışı da ret eden, daha açık bir ifade ile Kabe’nin çıplak tavaf edilmemesini, her hacı adayının da mutlaka Arafat’a çıkmasını emreden düzenlemeler , Kur’an’ın tashih edici misyonunu gösteren örneklerden bazılarıdır[10].
Bu bilgiler bize Kur’an’ın Cahiliye dönemine ait olgulara ve anlayışlara uyguladığı “tasdik, tekzip ve tashih” yöntemlerinin, günümüzdeki dinî anlayışlara ve söylemlere de uygulanması gerektiği mesajını verir. Dolayısıyla bu mesaj, rüyaları, hurafeleri, kurgusal ve hayal ürünü olan düşünceleri değil, bir mihenk taşı olarak Kur’an’ın ölçüt alınmasını zorunlu kılar. Nasıl ki bir kuyumcu, altının sahte olanı ile gerçeğini mihenk taşı ile ayırt ediyorsa; bir Müslümanın da ortaya konan ve propagandası yapılan farklı dinî anlayışların ve görüşlerin doğru olanları ile yanlış olanlarını tespit etmek için Kur’an’ı ölçüt; Hz. Peygamber’in uygulamalarını ve davranışlarını da örnek alması gerekiyor.
Allah Teâlâ, “Allah ve Resulünün önüne geçmeyiniz”[11] buyurmaktadır. Bu ayete, farklı anlamlar verilmiştir. Bunlardan biri de Hz. Ali’ye aittir. O bu ayeti “ Kitap ve sünnete muhalif şeyler söylemeyin” şeklinde anlar. İbn Kesir de bu anlamı destekleyen bir yorum yapar ve Hz. Peygamber’in, Muâz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken Hz. Peygamber ile aralarında geçen konuşmasını da delil olarak sunar. İkisi arasında yapılan bu konuşmada Hz. Peygamber, Muâz’a ne ile hükmedeceğini sorar, o da Resûlullah’a Allah’ın kitabına göre hükmedeceğini, aradığı delili Kur’an’da bulamazsa Resûl-i Ekrem’in sünnetini dikkate alacağını, aradığını orada da bulamazsa kendi kanaatine göre hüküm vereceğini söyler. Hz. Peygamber bu cevaptan ziyadesiyle memnun olur ve Resûlullah’ın elçisine Resûlullah’ı hoşnut edecek şekilde cevaplar verdiren Allah’a hamd eder. [12] Bu olayı naklettikten sonra İbn Kesir, “Muâz, bu konuşmada kendi görüşünü, düşüncesini ve içtihadını kitap ve sünnetten sonraya bırakmıştır. Şayet kendi görüşünü kitap ve sünnetten önce söylemiş olsaydı, bu da Allah ve resulünün önüne geçme olurdu”,[13] yorumunu yapar . Bu yorum da bize Müslümanca bir hayat için Kitap, sünnet ve içtihat hiyerarşisine azamî ölçüde riayet edilmesinin gerekliliğini ve önemini hatırlatır.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Örnekleri için bkz. İbn Kuteybe, Te’vîlü Müşkili’l-Kur’ân, Kahire, 1973.
[2] Örnekler için bkz. Hibetullah b. Selâme, en-Nâsih ve’l Mensûh, Mısır, 1967, s. 11-108; Şah Veliyyullah Dihlevî, el-Fevzu’l-Kebîr fi Usûli’t-Tefsir, Ter. Mehmed Sofuoğlu, İstanbul, 1980, s. 34-49; Mustafa Zeyd, en-Nâsih fi’l Kur’ânî’l-Kerim, Dâru’l-Vefa -Mansure, 1987.
[3] A-li İmran 3/3-4.
[4] Tekvir,81/22.
[5] Necm,53/2.
[6] Yâsîn,36/69.
[7] Tûr,52/29.
[8] Hâkka,69/41.
[9] “Ahmesilik, fil vakasının Araplar üzerinde meydana getirdiği sarsıcı etkiden istifade ederek başta Kureyş olmak üzere Mekke çevresi kuzey Arap kabilelerinin diğer Araplara karşı devşirdikleri bir imtiyaz söylemidir”
[10] İzzet Derveze, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı I, Ter. Mehmet Yolcu, İstanbul,1989, s.181-182,186-187.
[11] Hucurat, 49/1.
[12]Tirmizî, Aḥkâm, 3.
[13] İbn Kesir,Tefsiru’l Kur’an’il Azim, Kahire tarihsiz, 7/345.