Liyâkat, “lâyık ve yeterli olma” demektir. Kısaca talip olunan işi yapabilme yeteneğine, bilgisine ve tecrübesine sahip olmayı, ifade eder. Kur’an da görev verilecek kişilerde liyâkat aranmasını, diğer bir deyişle “emanetin ehline verilmesini” emreder. Ancak bir emir ve bir ilke olarak emanetin ehline verilmesi konusunda bir sorun olmasa da bu ilkenin uygulanmasında ciddî sorunların bulunduğu görülmektedir. Bunun da nedeni, iş kollarına ve mesleklere göre liyakat kriterlerinin tam olarak belirlenmemiş olması ve mevcut kriterlerin de gereği gibi uygulanamamasıdır. Dolayısıyla adaletten yoksun böyle bir uygulama, haksızlıklara ve adaletsizliklere sebep olmaktadır. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın,,
“Muhakkak ki Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emrediyor. Elbette O, size ne güzel öğüt vermektedir. Hiç şüphe yok ki, Allah Semî’dir, Basîr’dir” [1] diyerek, Hz. Peygamber’i ve bütün Müslümanları, bu konuda da uyardığı ve onlara emaneti ehline vermelerini, işlerinde adil olmalarını da emrettiği anlaşılıyor. Bu ayetin nüzul sebebi de hem ilk muhatapları, hem onlardan sonra gelen bütün Müslümanlar için somut bir örnek teşkil ediyor:,
Hz. Peygamber, Mekke’yi fethedince Kâbe’nin anahtarını ister. Anahtar, Kâbe’nin mihmandarlığını yapan Osman bin Talha’dadır. Hz. Ali, ondan Kâbe’nin anahtarını ister, fakat o vermek istemez, ama Hz. Ali, ondan anahtarı zorla alır ve Kâbe’nin kapısını açar. Hz. Peygamber, Kâbe’nin içine girer. İçerdeki putlar tek tek kırılır. Daha sonra Hz. Peygamber, iki rekat namaz kılar ve dışarı çıkar. Amcası Abbas,Hz. Peygamber’den Kâbe’nin anahtarının kendisine vermesini ister, fakat o esnada “emanetin ehline verilmesini” emreden ayet nazil olur. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ali’ye anahtarı Osman b. Talha’ya vermesini ve ondan özür dilemesini ister. Hz. Ali de anahtarı Osman b. Talha’ya verir. Osman b. Talha, “Ey Ali! Anahtarı benden zorla aldın ve bana eziyet ettin, şimdi de gelmiş rıfk ile geri veriyorsun, ne oldu da böyle yapıyorsun?” der. Hz. Ali de “Senin hakkında ayet indi” diye cevap verir. Bu asil davranış üzerine Osman bin Talha, çok duygulanır ve Müslüman olur. [2] Ancak bazı kaynaklarda Osman b. Talha’nın Mekke’nin fethinden önce Müslüman olduğuna dair bir rivayete yer verildiği de görülmektedir. [3]
Hz. Peygamber, bir konuşmasında “Emanet, zayi edildiğinde kıyametin kopmasını bekleyin” der, bunun üzerine ona “Ya Resulallah, emanetin zayi edilmesi nasıl olur?” diye bir soru tevcih edilir. O da “Görev, ehlinden başkasına verildiği zaman kıyameti bekle” diye cevap verir. [4] Bu hadisten emanet, ehline verilmediği zaman toplumda düzenin bozulacağı, huzurun kaybolacağı ve ahlâkî çürümenin başlayacağına dair bize verilmiş önemli bir mesaj olduğunu anlaşılıyor. Zira bir insanın ölümü, nasıl onun kıyameti ise bir toplumun yok oluşu da, o toplumun kıyametidir. Nitekim Endülüs örneğinde olduğu gibi geçmişte yok olan toplumlar, bunun bir örneğidir. Bu gün de İslâm aleminin içinde bulunduğu ilmî, idarî ve iktisadî sorunlar, çaresizlikler ve acizlikler de toplumsal yok oluşa doğru bir gidişin olduğunu ve bunun için de kaygılanmamız ve tedbir almamız gerektiği gösteriyor.
Bir mübelliğ ve uygulayıcı bir şahsiyet olarak Hz. Peygamber’in de fert ve topluma hayat vermek ve düzeni sağlamak için bütün işlerinde bu ilkeye sadık kaldığı ve bize de örnek olduğu görülmektedir. Mesela onun, hasta olan kişilere Müslüman olduğuna dair kesin bir kanıt bulunmayan, fakat iyi bir hekim olan Hâris b. Kelede’ye gitmelerini tavsiye etttiği; Vedâ Haccı’nda kalbinden rahatsızlanan Sa‘d b. Ebû Vakkas’ı tedavi etmesi için yine Hâris b. Kelede’yi çağırttığı ve onu tedavi ettirdiği biliniyor. Nitekim dinî kültürümüzde yer alan tedavi için hâzık doktora gidilmesi anlayışının da bu örnekten esinlendiği anlaşılıyor.
Bu ayet ve hadis, atamalarda -imamlık gibi bazı istisnaî görevler hariç- inancı ve felsefî düşüncesi ne olursa olsun- işin ehli olan kişilerin tercih edilmesini emretmektedir. Çok iyi biliniyor ki her makamın veya iş konulun kendine özgü nitelikleri bulunuyor. Bu nedenle makamlara ve iş kollarına göre liyâkat kriterlerinin belirlenmesi gerekiyor. Zira liyâkat kriterleri belirlenmemiş atamalarda, çoğu zaman keyfilikler ve kayırmalar söz konusu olmakta; şekil doğruluğunu gösteren bazı uygulamalarla insanlar işe alınmakta; bu da işlerin aksamasına, zaman kaybına, israfa, verim ve kalite düşüklüğüne sebep olmaktadır. Cenap Şahabettin, belki de bu nedenle “Yüksek tepelerde hem yılana, hem kuşa rastlanır; biri sürünerek diğeri uçarak yükselmiştir” vecizesini söyleme ihtiyacı hissetmiş ve bize de bir mesaj vermek istemiş olmalıdır. Sadece yüksek makamlara değil, her makama torpille, iltimasla, kayırma ile adam alma yerine; yılmadan usanmadan çalışarak, çabalayarak, karşılaşılan bütün engelleri ve zorlukları aşarak kendini yetiştiren liyâkatli kişilerin atanması, hem adaletin, hem de toplam kaliteyi elde etmenin bir gereğidir.
Liyâkat kriterleri belirlenirken, sadece yeteneği, bilgi ve tecrübeyi gösteren değerleri değil, aynı zamanda doğruluk, dürüstlük ve sadakati de gözeten iş ahlakına dair kriterlerin de göz önünde bulundurulması icap ediyor. Zira günümüzde göreve talip olan bazı kişilerde iş kalitesi olsa da, iş ahlakı söz konusu olmuyor; bazı kişilerde iş ahlakı oluyor, fakat iş kalitesi olmuyor, çok az kişide ise hem iş kalitesi, hem de iş ahlakı bulunuyor. Bu nedenle liyakat kavramının, hem iş kalitesine, hem de iş ahlakına sahip olmak şeklinde tanımlanması icap ediyor. Zira doğruluk, dürüstlük ve sadakat, bireysel hayat için gerekli olduğu kadar, iş hayatı ve devlet görevleri için de önemli ve gerekli oluyor. Bu nedenle bazı kişilerin, eşine, ailesine, çalıştığı kuruma ve devletine ihanet etmeleri, sadakatin önemini ve değerini, ihanetin ise kötülüğünü gösteren örnekler arasında yer alıyor. Dolayısıyla iş kalitesi için sadece liyakatli olmak yeterli olmuyor, aynı zamanda iş ahlakına da sahip olmak gerekiyor. Zira bu niteliklere sahip olmak, kaliteyi ve başarıyı, noksanlığı ise kalitesizliği ve başarısızlığı getiriyor. Bu nedenle kurumlar ve devletler her zaman liyakatli ve ahlaklı insanlar sayesinde yücelmişler; liyakatsiz ve ahlaksız insanlar sebebiyle de yıkılmışlardır. Nitekim kurumlaşarak yaşayan asırlık özel sektör kurumları ile kurumlaşamadığı için bir iki nesil sonra yok olup giden özel sektör kurumları mukayese edildiğinde, bu gerçek açıkça görülecek ve acı tablo daha da belirgin hale gelecektir. Bu nedenle liyâkat ve iş ahlakı, asla ihmal edilemeyecek ilkeler arasında yer alır, önemini ve değerini her zaman korur.
[2] Vahidî, Esbâbu’n Nüzûl, Kahire 1968, s.104-105.
[3] İbn Kesir, Tefsir, Kahire tarisiz,2/299.