Hani telefon acı acı çaldı derler ya, 8 Haziran 2020 günü saat 12.35’de işte öyle bir şey oldu. Yatak odamdan holdeki telefonuma ulaşıncaya kadar, telefon gerçekten uzun uzun ama acı acı çaldı. Arayan kardeşim ve meslektaşım Av. Sabri Turhan idi. Telefonu açtığımda, İsmailciğim dedi Sabri, gerçi Vakıf henüz mesaj yapmadı ama ben başka bir gruptan aldım haberi, Yusuf Çalışkan vefat etmiş, duydun mu, diye sordu. Duymamıştım. Sabri devamla anlattı. Gazete çalışmaları için İstanbul’a geldiğimde Bizim Anadolu gazetesinde Kemal Yaman Ağabey ile üçümüz birlikte çalışmıştık. Bir de karikatür çalışmaları yapan Eskişehirli Ercan vardı. Yusuf Çalışkan askere gidince ben, sizin kaldığınız eve geldim, dedi. Evet, öyle olmuştu. Şimdi de yetim-i akran olduk.
Yusuf Çalışkan, Adana’mızın yiğit evlatlarındandı. Memleket kalkınmasında en önemli işlevi yerine getirecek olan eğitim ordusunda görev almak üzere, öğrenimini Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nda tamamlamak için altmışlı yılların sonlarında İstanbul’a gelmişti. O tarihlerde İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlere üniversite eğitimi için gelen memleket gençliği, ilim yaftalı “ilmî sosyalizm” sloganıyla aldatılıyor, zihinler başka alanlara kaydırılıyor ve böylece genç insanımız kendi milletine, kendi tarihine, kendi değerlerine, kısaca kendi kültür ve medeniyetine yabancılaştırılıyordu. Lenin ve Stalin posterleri arkasında kızıl bayraklı yürüyüşler yapılıyordu. Atatürk dâhil hiçbir Türk büyüğü bu yürüyüşlerde anılmazdı.
O yıllar üniversite gençliği, millet düşmanlarının beynelmilel saldırısıyla karşı karşıya idi. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu da, bütün eğitim kurumlarını millete saldırı üssü haline getiren ve adeta yabancı ajanı gibi çalışan ve kendilerini “solcu-devrimci” olarak niteliyenlerin hedefinde bir kurum idi. Yusuf Çalışkan ve bir avuç arkadaşı, söz konusu saldırılara kahramanca direndiler, iktidarın vurdumduymaz tutumuna rağmen bu kurumu saldırganlara kaptırmadılar. Ama kandırılmış gençlik, provokatörlerin oyunlarına gelerek Çapa’lı gençlere iftiralar attılar. Bu esnada Yusuf, Mustafa Tosun ve birkaç arkadaşı tutuklanarak ceza evine kondular. Çileyle geçen yargılama sürecinin sonunda berat ettiler. O günler anlatılmakla bitmez. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nun bu anlamda işlevi o kadar büyüktür ki, bazı arkadaşlarımız “Çapa’nın tarihi yazılmalıdır” demişlerdir. Rahmetli Ahmet Kabaklı, Diyarbakır’ın yiğit evladı Cuma Yavuz’un vefatı üzerine kaleme aldığı bir yazıda, “Okulda rahat ders verebilmem için Cuma ve arkadaşları hissettirmeden bana korumalık yapıyormuş” diye yazmıştı.
Merhum arkadaşım Yusuf’u, Ramazan Kiraz’la birlikte Yeniden Milli Mücadele Mecmuasında yazmak için davet edildiğimizde tanımıştık. Yusuf, kelimenin tam anlamıyla kibar bir insandı. Yazı kadrosunda ondan başka Ahmet Taşgetiren, Hüseyin Gülerce ve İsmail Nakilcioğlu vardı. Bizimle beraber toplam altı kişi olmuştuk. Haşim Vatandaş Yeniden Milli Mücadele mecmuasının, Saim Okan Pınar dergisinin kapaklarını yapardı. Karanlık odada resimleri tab eden arkadaşımızın ismi yanılmıyorsam Coşkun idi. Üç Mehmetler olarak bilinen Mehmet Akif Ak, Mehmet Ali Taşçı, Mehmet Tacdiken ile Hasan Erden Pınar dergisinde yazarlardı.
Yusuf, son derecede sabırlı, acele etmeyen, boş laftan çekinen ve bu yüzden az konuşan, çok düşünen ve düzgün yazan; halimizle mütenasip olmayan hayallerden uzak, buna mukabil, mevcut şartlarda neleri yapabiliriz, neleri yapamayız gibi sorulara cevap arayarak hareket eden bir karaktere sahipti. Öne çıkmak gibi bir çabası olmayan bir arkadaşımızdı.
Köy Enstitüleri’nin hoş olmayan gidişatı hakkında yazıları mevcuttu ama gerçeği teslim etmekten de çekinmezdi. Matematik öğretmenliğinden emekli olduktan sonra, bir telefon görüşmemizde, eğitimin içine düşürüldüğü çıkmaza işaret ederek, “Milletin inancıyla tezat teşkil etmeyecek bir yapı ve anlayışa kavuşturulabilselermiş, Köy Enstitüleri kapatılacak okullar değil bilakis geliştirilecek okullarmış” demişti.
Onun en etkili ve cesur yazılarından biri, sütununu boş bırakarak Danıştay’ı protesto ettiği yazısıydı. Hatırlanacağı üzere, bir zamanlar Danıştay, “MC Hükümetleri” olarak nitelenen hükümetlerin atama niteliğinde yapmış olduğu her tasarrufu yani her atamayı doğru-yanlış, haklı-haksız ayırımı yapmadan iptal ediyordu. Pek tabii olarak Yusuf bu kararları haksız buluyordu. Yolu birkaç defa Basın Savcılığı’na uğramış olmasına rağmen Danıştay’ın bu tutumunu kabullenemiyor, “Değerli okurlarım! Danıştay iptal eder düşüncesiyle bugünkü yazımı yazamıyor, o sebeple sütunumu boş bırakıyorum” diyordu.
Askerlik için Tuzla Piyade Okulu’na gitmişti. Yedeksubay adaylarının disiplin anlamında askerî kurallara uymakta ne kadar zorlandıklarını anlatırken “Biz onlar gibi zorlanmıyoruz, disiplin anlayışımız, belli prensiplere uyma alışkanlığımız askerlerinkinden daha ileri seviyede” der, Mücadele Birliği hareketinin isabet derecesini anlatırdı.
Yusuf, her nasılsa bir muhalif rüzgârın esmesi sonucu, askerlik görevinden sonra İstanbul’a dönmedi. Dedikoduya karışmadı. Sessiz sedasız, canı gibi sevdiği arkadaşlarından istemiyerek uzaklaşmak zorunda hissetti kendini. Yaptığımız telefon görüşmelerinde, ayrılığın hasretini ifade ediyor, arkadaşlarımızın telefon numaralarını istiyordu. Son görüşmemizde Kemal Yaman’ın telefon numarasını istemişti. Geri dönüş telefonlarından bu konuda kendisine yardımcı olduğumu düşünüyorum. İstanbul’dan ayrıldıktan sonra ne yazık ki yüz yüze görüşemedik ama eskiden yaptığımız gibi “kucaklaşabilme” dileklerimizle biten telefon konuşmalarımız oldu. Menfaat beklemeksizin yapılan çalışmaların insanı yormadığını, bu yüzden İstanbul’da geçen günler için pişmanlık duymadığını ifade ederdi.
Onunla pek çok hatıramız oldu, onlardan en tatlısı şudur: Kurban bayramlarından birinde, yeterince yiyemediğimiz kavurmadan biraz fazla kaçırmıştık. “İsmailciğim, galiba tokmaladık, çıkalım da biraz yürüyüş yapalım” demişti. Üsküdar/Şemsi Paşa Kütüphanesi civarında sahilde yürümüştük. Böyle bir yürüyüşü daha sonraları, marul yiyerek rahmetli Mehmet Ali Taşçı ile yapmıştık. Atasözünde “Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer” dendiği gibi telefon görüşmelerimizde o günleri hasretle anar ve tekrar yaşamak isterdik. O yılların gençliği, dünyayı değiştirmeye azimli, zor ve büyük görevlere talip bir gençlik idi. Rahmetli arkadaşım, o yıllarda yapılan çalışmaları toprağa atılan tohuma benzetir, “Toprağa atılan tohum bir gün mutlaka meyve verir” derdi. Yapacağım sohbet toplantılarına katkısı olur düşüncesiyle telefonuma videolar gönderirdi.
Rahmetli, vaktiyle bir kalp rahatsızlığı geçirmişti ancak son zamanlarda Ramazan Kiraz’ın ifadesiyle sağlıklı gözüküyordu. İnanıyoruz ki, ölümlü dünya, hastalık-sağlık dinlemiyor, genç-ihtiyar ayırımı yapmıyor, vakti-saati gelen ölümsüz ahiret hayatına yürüyor. Ecel gelmiş divane, baş ağrısı bahane, herhangi bir sebep gerekmeksizin zamanı gelen dünya âleminden ahiret âlemine intikal ediyor. Önemli olan Salih amel yapabilmektir.
Arkadaşıma yüce Allah’dan rahmet, kederli ailesine, arkadaşlarına ve sevenlerine başsağlığı dileklerimle sabırlar diliyorum. Mekânı cennet olsun inşallah. (Amin)