Bosna-Hersek
Konya’dan sevgili Ulvi Bezirci’nin organize ettiği 53 kişilik bir kafile ile Balkan turu yapıyoruz.
22. 4. 2017 Cumartesi günü saat 07.15’ de İstanbul’dan havalanan uçağımız, bir buçuk saat süren bir yolculuktan sonra bizi Saraybosna’ya indirdi.
Balkan Dağları üzerinde uçarken yüreğime çöken hüzne engel olamadım. Atalarımızın hâkimiyetinde 400 yıldan daha fazla bir süre kalan bu mümbit topraklarda şimdi birçok devlet ve idare var. Hepsi elimizden çıkmış…
Saraybosna, Bosna-Hersek Devleti’nin başkenti. Nüfusu 600-700 bin imiş. Bosna-Hersek’in toplam nüfusu 4 milyon. Halkının % 60’ı Boşnak.
Otobüs ve Rehberimiz Ed-Dar (“Bana Eldar da diyebilirsiniz” diyor) geldi. Kosovalı imiş. Ailesi Prizren’de yaşıyormuş. Tarihçi ve yazar imiş. Epeyce malumat sahibi ve samimi bir genç.
Havaalanından Baş Çarşı’ya gittik. Bir gün önce kar yağmış. Hava pek soğuk. Otobüsten inip gezimize başladık. Yaya dolaşıyoruz. Üzerimde kalın giysiler yok. Epeyce üşüyorum.
Çarşı Camii, Sebil, Hüsrev Bey Camii ve civardaki diğer tarihi yerleri bir bir gezdik.
Öğle namazını Hüsrev Bey Camii’nde cemaatle eda edip Aliya İzzetbegoviç’in kabrinin olduğu şehitliğe çıktık. Epeyce dik bir yamaç. Oradan bütün Saraybosna görünüyor. Kabrin başında Yasin-i Şerif tilavet edildi. Ziyaretten sonra Konya Selçuklu Belediyesi’nin katkıları ile yapılmış olan Mevlevihâne’ye gittik. Çay ve kuru pasta ikram edildi. Baş Çarşı’ya inip bir parça Boşnak böreği yedik. Bir çay ocağında demli çay içtik. Kendimizi Türkiye’nin bir şehrinde geziyormuş gibi hissediyor, hiç yabancılık çekmiyoruz. Öğleden sonra etraf ve kalabalıklaştı. Her yanda turistler dolaşıyor.
Hava epeyce ısındı. Karlar eriyor, dükkânların çatılarından sular damlıyor. Kafileden biraz ayrılıp civarı gezdim, fotoğraflar çektim. Bir dükkân önünde yaşı 400-500 yıl olan devasa bir çınar gördüm. Miliçka Nehri üzerinde Avusturya-Macaristan veliahdı Ferdinand ve sekiz aylık hamile olan karısının, 16 yaşındaki bir Sırp genci tarafından vurularak öldürüldüğü (şimdiki adı Latin Köprüsü olan) yeri gördük. Bu cinayetin I. Dünya Savaşının fitilini ateşlediğini biliyoruz…
Nehrin kıyısında pek büyük, adeta anıt ağaç hürriyetine bürünmüş kavak cinsi ağaçlar gördüm. Miliçka Nehri hızla akıp gidiyor aşağılara. Üzerinde, bazıları Osmanlı eseri olan pek çok köprü var. Çevredeki binaların çoğu Osmanlı döneminden kalmış. Her yanda dehşetli savaşın izleri görünüyor. 65 kişinin Sırplar tarafından vahşice katledildiği Pazar yerini, 24 kişinin bir fırının önünde ekmek kuyruğunda iken alçakça şehid edildiği yeri gördük. Saat 16.30 gibi kalacağımız otele geldik. Yeni yapılmış lüks bir otel. Kaplıcası da varmış. Saat 19.30 da yine Baş Çarşı’ya, akşam yemeği için gideceğiz inşaallah.
Rehberimiz Eldar anlattı. “Fatih Sultan Mehmet Han Bosna’yı fethettikten sonra bugün şehitlerin bulunduğu tepe üzerinde bir rüya görmüş. Rüyasında Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi görmüş. Yorumlatmak istemiş. Danışmanı ve tarihçisi Tursun Bey şöyle yorumlamış: “Sultanım! Hz. Ebu Bekir sıddıktır. Bosnalılar da yeni dinleri İslâm’a sadık kalacaklardır. Hz. Osman âlimdir, Bosna’dan pek çok âlim çıkacaktır. Hz. Ali savaşçıdır, Bosna’da savaş eksik olmayacaktır, birçok kahraman yetişecektir. Rüyanızda Hz. Ömer’i görmediniz. Çünkü o adaleti ile meşhurdur ve ne yazık ki Bosna’da adalet hiçbir zaman tam uygulanmayacaktır!”
Yine rehber anlattı: “Boşnaklar Ortodoks veya Katolik değillerdir. Onlar, günde beş kez alınlarını yere koyan ve çok oruç tuttukları için zayıf ve kuru kalan “Bogomil” denilen bir dine inanan kimselermiş. Fatih onlara İslâm’ı arz etmiş. 40.000 Boşnak Müslüman olmuş ve bir daha da dinlerinden dönmemişler.”
Saraybosna’da Bir Miraç Kandili
23. 4. 2017 Pazar günü saat 09.00’da Saraybosna’daki otelden ayrılıyoruz. Kahvaltı sırasında Hüseyin Kansu Bey ile görüştük. Suriyeli bir hurma tüccarını Bosna’da ticaret yapsın diye getirmiş. Kendilerinin de Zambak adında bir turizm şirketleri varmış. Güney Afrikalı bir zengin Müslüman’ın Bosna Savaşı sırasında orada toplanan yardımları bizzat getirdiğini fakat ilgililerin onu Bosna’ya sokmadığını anlattı. Adamcağızın ismi “Banabuna” imiş. Bir ay Bosna’da kalmış ve burası için müthiş bir şiir yazmış. “Ey Bosna! Sen Avrupa’nın Kudüs’üsün! Ey Bosna sen…” diye devam eden bir şiir.
Saraybosna’dan çıkıp manzarası güzel olmakla beraber insana garip bir sessizlik katan dağ köyleri kenarından Hersek bölgesine gidiyoruz. Tito zamanında yapılmış demiryolu köprüleri ve tüneller var. Yollar tek şeritli ama sağlam. Her taraf karlar altında kalmış sık ağaçlarla kaplı. Zaten buralara “Yeşil Deniz” deniliyormuş.
Bir tünelden geçip Hersek bölgesine girdik. Daha çok Hırvatların yaşadığı bu bölgede %40 civarında Müslüman varmış. Cami ve kiliseler yan yana. Koniça isimli pek güzel bir kasabaya geldik. Burada Neretva Nehri üzerine kurulmuş muazzam bir köprü var. Osmanlı döneminde yapılmış. İleride, savaşın acılarını göstersin diye özellikle tamir edilmemiş bir yıkık minare görünüyor. Köprüden karşıya da geçip fotoğraflar çektim. Hemen oradaki caminin haziresine de şehitler gömülmüş. Zaten her gittiğimiz yerde şehitlikler görüyoruz. Sırplar acımasızca katletmişler komşularını. İkiyüzlü Avrupa ve arsız BM’de onlara yardım etmiş. Zaman zaman Hırvatlar da saldırmış Müslümanlara. Nitekim Mostar Köprüsü’nü de onlar yıkmış...
Koniça’dan çıkıp yine küçük Müslüman köylerinden geçtik. Mesela bu köylerden birinin ismi Çelebi Köyü idi… Yol boyunca böyle köyler; güzel, beyaz, uzun minareler görüyoruz. İnsan Avrupa’nın göbeğindeki İslâm yurtlarını görünce duygulanıyor.
Hava biraz yağmurlu. Bu bölgede pek kar kalmadı. Daha ılıman bir iklim var. Dik çatılı, iki veya üç katlı evler… Yüksek dağlar, yemyeşil yamaçlar, beyaz minareler, kilise kuleleri… Büyük keyifle seyrederek Mostar yolunda ilerliyoruz. Nihayet şehre ulaştık.
Bir tepe üzerine Hırvatların güya zafer nişanesi diye diktikleri büyük haçı gördük! Doğrusu uzun asırlar boyunca Osmanlı mülkü olmuş, içinde en az 400-500 bin Müslüman’ın yaşadığı bu şehre hiç yakışmamış! Nitekim gazeteciler merhum Aliya’ya bu konuda ne düşündüğünü sormuşlar. “Size gece cevap vereceğim!” demiş. Bir Ağustos hilal’i belirmiş haçın üstünde…
“Yaptığınız hiçbir anıtla gökteki hilalimizi geçemezsiniz!..” mealinde sözler söylemiş. Yüreğimiz biraz ferahlıyor.
Mostar’ı gezmeden önce bir Türk köyü görmek için şehri transit geçtik. Pek verimli ovada müthiş büyük üzüm bağları var. Hırvatlar şarapçılık işinde ilerlemişler. Bağlar düzenli, bakımlı ve pek verimli imiş.
Poçitel Köyü’ne geldik. Dağının üstünde kalesi, tamamen taştan inşa edilmiş camii ve evleri ile pek şirin ve sessiz bir yer… Yokuşu tırmanıp Osmanlı eseri camiye ulaştık. Kapıda bekleyen bir arkadaş “Fotoğraf çekeceksiniz 1,5 Euro vereceksiniz!” dedi. Çıkarıp verdik.
Köyün girişinde yol kenarına yine bir haç heykeli dikmiş Hırvatlar. Halbuki burada Hırvat yok imiş… Bağnazlık kötü şey! Mostar Belediyesi Hırvatlara ait imiş. Onlar bu şehirde Müslümanlardan kalabalık imişler.
Potiçel’in kenarından Neretva Nehri akıyor. Etrafında büyük ağaçlar bulunan sessiz bir nehir. Blegay’dan çıkan kaynak suyu da buraya karışıp birlikte Adriyatik Denizi’ne gidiyorlarmış.
Blegay’a geldik.
Bosna-Hersek’in en çok turist çeken yerlerinden biri. Burada pek yüksek bir dağ kütlesinin altında, saniyede 16 ton su çıkan bir nehir kaynağı var. Hemen üst tarafına Osmanlı dervişleri bir tekke yapmışlar. Bektaşî, Halvetî, Kadirî ve Nakşîler bulunmuş burada. Pek şirin görünüyor. Buna Nehri bu kaynaktan çıkan su imiş… “Buna” zaten “kaynak” mânâsına geliyormuş. Öğle namazlarını tekkede kıldık.
Tekke kenarında iki bardak çay içtim. Çayların ikisi bir buçuk euro. Burada paranın
ismi “Kayme”. Kur pek değişmiyormuş. Bir buçuk kayme bir euro imiş. Türkiye’de bir euro dört TL. ediyor.
Blegay’dan Mostar’a geldik. Aradaki mesafe on-on iki kilometre. Hemen meşhur köprü tarafına koştuk. Taş Çarşı, köprü, her yanı dolduran turist kafileleri, camiler, minareler, savaşta harap olmuş binalar, duvarlarda görülen kurşun izleri… İnişler ve yokuşlarla bir masal şehri gibi… Mimar Hayrettin’in muazzam eseri “Mostar Köprüsü”nü 1993 Savaşı’nda Hırvatlar acımadan yıkmışlar ama sonra Kayseri Belediyesi yeniden inşa ettirmiş. Altından Neretva nehri akıyor. Nehir epeyce hızlı. Yeşil ve temiz. Bu bölge şehrin kalbi sayılıyor. Saatlerce gezdik. Akşam 19.30’da burada yemek yedik. Boşnakların bey çorbası, salata, lahana sarması, biber dolması ve baklava.
Bir Miraç töreni düzenleneceğini öğrenince Karagöz Mehmet Paşa Camii’ne vardık. İçerde sarıklı, cübbeli 6-7 hoca ve kadınlı erkekli kalabalık bir cemaat var. Ön tarafta bazıları çocuk, bazıları genç yaşta kızlar korosu oturmuş. Siyah elbiseleri, beyaz başörtüleriyle pek sevimli görünüyorlar ama bizim alışık olmadığımız bir manzara. Hocalar aşir okuyor, birisi Mevlid’den Merhaba bahrini Boşnakça okuyor. Bir hoca Miracın öneminden bahsetti. Kızlar ilahiye benzer bir şeyler söylediler. “Lebbeyk… Ya Allah!” sözleri anlaşılıyor. Yatsı ezanı okundu. Namazı cemaatle kılıp kalacağımız otele geldik. Yine beş yıldızlı, tertemiz, sıcak bir oda...
Yarın Karadağ’a geçeceğiz inşaallah.
24. 4. 2017 Pazartesi günü sabah saat 08.30’da Mostar’dan ayrıldık. İlk durağımız olan Stolac şehrine gelirken yolda bir konuşma yaptım. Mirac’ı konu alarak sevgili Peygamberimizden ve genel olarak mucizelerin öneminden bahsettim.
Stolac daha çok Hırvatların yaşadığı bir şehirmiş. Temiz, bakımlı ve sakin. Tepelerinin birinde büyükçe bir kalesi var. Surlar epeyce uzun görünüyor. Şehrin ortasından büyük bir nehir akıyor. Kenarında, hastanenin karşısında oldukça büyük bir çınar gördüm. Şehrin orta yerinde 1993 Savaşı’nda temeline kadar yıkılan Sultan Selim Camii var. Yeniden yapılıp ibadete açılmış. Savaş sırasında Hırvatlar, imamı ve ailesini katledip Müslüman ahalinin direnişini kırmak istemiş. Şehrin giriş kısmında Bogomillere ait büyük mezar taşları gördük. Bunlar, 1100-1400’lü yıllarda burada hüküm sürmüşler. Tek tanrıya inanıyor, günde beş kez alınlarını secdeye koyuyorlarmış. Çok da oruç tutarlarmış. Her biri 4-5 ton gelen mezar taşları üstüne birçok figür ve desen işlemişler. Etekli bir erkek savaşçı, sağ elinin başparmağını yukarı kaldırmış, yanında savaş aleti yay görünüyor…
Bugünkü ikinci durağımız Trebinye. Şehirde Sırplar çoğunlukta imişler. Müslümanların sayısı pek az imiş. Burada Trebinicka isimli bir nehir akıyor. Savaşın başladığı ilk yerlerden biriymiş. Nüfusu 60 bin. Beş bin kadar Müslüman varmış burada. Bir benzincide durduk. Uzaktan bazı evlerin fotoğraflarını çektim.
Karadağ’ın Gözde Şehirleri
Bosna’dan çıkıyoruz. Sınır kapısında şoför, memurlara 30 euro vermiş. Beş pasaporta bakıldı, geçtik! Adamlar buna alışmışlar. Zaten 250-300 Euro maaş alıyorlarmış.
Az sonra Karadağ’a geçiş kapısına geldik. Buradaki polislerin de diğerlerinden farkı yok. İstedikleri parayı aldıktan sonra pasaportlara birer mühür basıyorlar, o kadar.
Karadağ, nüfusu 500 bin olan bir devletçik imiş. Burada yaşayan Hırvatlar Katolik, Sırplar Ortodoks mezhebine bağlıymış. Bilhassa turizm geliriyle zenginleşmiş bir ülkecik imiş Karadağ. Balkanlara her yıl en az yüz bin Türk geliyormuş turist olarak. Karadağlılar, yüksek dağ ve tepeler arasındaki düz ve çok verimli arazilerde üzüm yetiştiriyorlarmış.
Hersek-Novi denen pek manzaralı, 30-40 bin nüfuslu bir şehre geldik. Adriyatik Denizi kıyısında. Buradan bir feribotla Kotor tarafına geçtik. Deniz pek temiz görünüyor.
Bir süre yola devamla Kotor’a ulaştık. Dağı delip 1600 metrelik bir tünel yapılmış. Tüneli çıkar çıkmaz Kotor’a ulaşılıyor.
Derin bir koy… Yüzlerce yıllık bir geçmişi, pek yüksek bir tepe üstünde zamanın derebeyinin kalesi var. Oraya, dik yamaca yapılmış 4,5 km.’lik surlar inşa edilmiş. Sayısız merdivenle 1,5 saatte ancak çıkılabiliyormuş. Daha aşağı kısmında derebeyinin kızı için bir kilise inşa edilmiş.
Eski Kotor’un dış surlarında iki kapı bulunuyor. İçinde hükümet binası, zengin konaklar ve hepsi taş olan binalar var. Hemen girişteki kilise 1160 tarihinde yapılmış. Kale surlarının alt kısmında, yüksek dağın dibinden büyük bir su kaynıyor ve az ilerde denize karışıyor.
Buralara Dalmaçya Bölgesi deniliyormuş. Zamanında Venedikliler tarafından kurulmuş. Kalenin giriş kapısının sağ tarafında kanatlı bir aslan figürü gördüm. Kotor’un nüfusu 15.000 imiş. Her yıl bir milyondan fazla turist geliyormuş buraya. Deniz üzerinde kayıklar, gemiler görünüyor. Dükkânlar daha bakımlı, mallar daha kaliteli. Mostar’a göre daha pahalı bir yer Kotor. 200-300 yıl kadar Osmanlı hâkimiyetinde kalmış ama Osmanlılar burayı bir ticaret bölgesi olarak kabul edip nüfus getirmemişler. Sadece vergi almışlar. Bu sebeple şehirde bir Osmanlı eseri görünmüyor.
Kotor’da bir süre rehber eşliğinde gezip Budva şehrine geçtik. 15 bin nüfuslu küçük ama tarihî ve turistik bir şehir Budva. Adriyatik kıyısında. Hava sıcak. Surlardan içeri girip yine bakımlı taş binalar, dükkânlar, kiliseler arasında dolaştık. Bir meydan yerinde şairler için yapılmış taş platformun yanına geldik. Arkadaşlar burada bir şiir okumamı istediler. Çıkıp “Dua” isimli şiirimizden iki bölüm okudum.
Budva’daki nüfusun % 95’i Ortadoks Sırp imiş. Bu şehrin medeniyetinde de Venedik izleri görünüyor.
Buradan çıkıp yine bir liman kenti olan Bar’a geldik. Şehirde Sırplar nüfusun %90’ını oluşturuyormuş. Müslümanlar %10 kadarmış. Türkiye Cumhuriyeti’nin kullandığı uluslararası limanlardan biriymiş Bar. Son yıllarda Türkiye tarafından inşa edilmiş iki minareli Selimiye Camii’nde ikindi ve akşam namazlarını eda ettik. Caminin hemen kenarındaki lokantada akşam yemeği yiyip pek yorgun vaziyette otelimize geldik. Günümüz hayli yorucu geçmesine rağmen Osmanlı eserleri göremedik. Ancak her tarafta her biri en az 300-400 yaşında olduğunu zannettiğim müthiş güzel zeytin ağaçları gördük. Yarın gezimizin 4. günü olacak. İnşallah hayırla sonuçlanır.
Dün geceyi Stomore denilen yerde konakladığımız denize yakın otelden saat 08.15’de ayrıldık. Pek yaşlı zeytin ağaçlarının da bulunduğunu öğrendiğimiz sahil şehri Ulcinj’e geldik. Halkının %90’ı Müslümanlardan oluşan bu güzel şehrin nüfusu 70-80 bin kadarmış ve bunlar Arnavut ırkından imişler.
Epeyce uzak bir noktaya otobüsümüzü park edip yüksek bir tepeden aşağı indik. Karşıdaki burun üzerinde şiir gibi bir kale ve içindeki taş binalar görünüyor. Alt tarafta şirin bir sahil, incecik kumlara yürüyen tertemiz bir deniz. Adriyatik… Kıyıda Antalyalı denizcilerin masrafını karşılayarak yaptırıp Müslümanlara hediye ettikleri güzel bir cami gördük. Hemen yanında kapısı figürlü eski bir konak görüp fotoğrafını çektim. Yukarı doğru çıktık. Bir kilise, mezarlık ve gerçekten pek yaşlı zeytin ağaçları gördük. Bu arada yine bir Osmanlı Camii vardı. Yanında küçük bir Kadirî Türbesi. Türbe içinde hayli bakımsız iki eski sanduka…
Ulcinj Kalesi’nde Roma, Bizans ve Osmanlı izleri görünüyor. Görkemli bir yapı. İçine girip gezdik. Bir yerde çay içtik. Manzara müthiş güzel. Aşağıda deniz, küçük kayıklar, kıyıda gezinen insanlar… Hava açık. Henüz deniz mevsimi başlamamış. Yazın burada adım bile atılamazmış, çok kalabalık olurmuş. Kaleiçi’nde minaresi yıkık bir cami görmüştük. Şimdi müze olarak kullanılan bu camide bir zamanlar (15. yüzyılda) Osmanlı’nın Endülüs Hıristiyanlarından kurtardığı bir Yahudi ailesi görev yapmış. Allah’ın hikmeti ve kim bilir gördüğü hangi hadiselerden etkilenerek İslâmiyeti seçen bu ailenin reisi kendisini yetiştirmiş ve senelerce bu camide imamlık yapmış…
Arnavutluk
Rehberimiz Eldar’ın anlattıklarına göre Arnavutluk üç buçuk milyon nüfuslu bir ülkedir. Halkın yüzde 97-98’i Arnavuttur. Kendilerini “İlir” ırkından kabul eden Arnavutların özel alfebeleri de vardır. Asırlar boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı hâkimiyetinde yaşamışlar. En önemli şehirlerinden biri İşkodra’dır. İçinden Dirim Nehri geçer. İşkodra Gölü de pek büyüktür. Arnavutlukta, ismi “Lek” olan bir para kullanılmaktadır. Burada kur sabit değildir. Şimdi 120 lek 1 euro’ya tekabul etmektedir.
Arnavutluk, geçtiğimiz dönemde kırk yıl kadar hüküm süren komünist Enver Hoca yüzünden maddi ve manevi büyük bir yıkım yaşamış. Müslümanlar kimliklerini kaybetmekle karşı karşıya kalmışlar, Zalim diktatör tam bir Rus uşağı imiş. 60 binden fazla “Bunkart” denen süper sığınak yaptırmış. Bunlar mantar şeklinde yeraltı siperleriymiş. Mimarın oğlunu birinin içine girdirip bizzat adama bombalatmış! Bakmış ki sağlam duruyor, her yana böyle 50-60 bin Bunkart siparişi vermiş. Sınır bölgesinde de bunları gördük. Tiran’ın merkezinde bile vardı…
Arnavutluk diğer Balkan ülkelerine göre daha az gelişmiş. Tren yolları iptal olmuş. El ile mahpuslara kazdırılan tünellerden bir araba bile zor geçiyor. Bunlardan birini
gördük. Hayli etkileyiciydi. Enver Hoca’nın “Piramitleri kölelerine inşa ettiren ve binlercesinin canına kıyan zalim Firavunlardan farkı yokmuş!” demekten kendimizi alamadık.
Bu bölgede çok zeytin ağaçları görünüyor. Zamanında evlenen her Arnavut bu ağaçlardan dikmek zorundaymış. Milyonlarca zeytin ağacı varmış ama zeytincilik yokmuş! Arnavutlar savaşçı, inatçı kimselermiş. Çift başlı kartal sembolleri imiş. Zaman zaman isyanlara karışmışlar. Pek çok ünlü sadrazam de Arnavutlar arasından çıkmış. Bu önemli tarihî şahsiyetlerden biri de İskender Bey imiş. Bu toprakların Osmanlı hâkimiyetine geçmesinden sonra çocuk yaşta İstanbul’a götürülüp yetiştirilen İskender Bey daha sonra Arnavutluğun hâkimi yapılmış. Sonradan Osmanlı’yı senelerce uğraştıran bu adamın ilginç bir hayat hikâyesi varmış. Hakkında pek çok eser yazılmış.
İşkodra’ya geldik. Pek fazla gelişmemiş büyükçe bir şehir. Düz bir arazi üzerinde. Yeni şehrin epeyce uzağında bir kalesi var. Şimdilerde restore ediliyormuş. Uzaktan gördük. Kalenin alt tarafından Dirim Nehri akıyor. Epeyce büyük bir nehir. Şehrin merkezinde yeni yapılmış bir camide öğle namazını cemaatle kıldık. Burada trileçe tatlısı meşhurmuş. “Tiri”, üç demekmiş, “leçe” süt demekmiş. Üç farklı sütten yapılırmış trileçe.
İşkodra yı çok daha farklı hayal etmiştim. Daha şirin, daha Osmanlı ve dağlık bir yer olduğunu sanmıştım. Gerçi uzun boylu gezemedik, kalesine çıkamadık ve herhalde yakınlarında bulunan Osmanlı eserlerini göremedik. Bir reklam panosunda fotoğrafını gördüğüm Mehmet Paşa Külliyesi pek güzel görünüyordu.
Tiran’a geldik. Yerel saat 15.00.
Tiran da düz bir arazi üzerine kurulmuş. Uzakta dağlar görünüyor. Nüfusu 800.000 imiş. Bunların %70’i Müslüman Arnavut. Burada Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlar ve ayrıca “Biz Bektaşiyiz!” diyen gruplar varmış. Birileri Bektaşiliği din diye anlatıyormuş! Kubbeli dergâhlar-binalar yapmışlar.
Şehrin merkezinde iç ve dış duvarları envai türden bitki motifleri ile süslenmiş meşhur Ethem Bey Camii’ni ziyaret ettik. Hicri 1238, Miladî 1793 yılında bir Osmanlı Beyi arafından yaptırılmış. Yan tarafındaki meydana asıl ismi Corc Kostriyat olan İskender’in at üzerinde bir heykeli konulmuş.
Ethem Bey camisinden ayrılıp Diyanet Vakfı’nın inşa ettirdiği ve yapımı 2018’in sonunda tamamlanacak olan büyük cami inşaatına gittik. Dört minareli bu külliye Tiranlı Müslümanlar için göz bebeği gibi bir şey olacakmış. Zira bu bölgeyi boş bırakmayan Vatikan, Tiran ve İşkodra’ya çok büyük katedraller yaptırmış!
Vakıf görevlileri bize çay ikram edip külliye hakkında malumat verdiler. Buradaki baş görevlinin beyanına göre Arnavutluk’ta Müslümanların sayısı her geçen gün azalıyormuş! Koca Tiran’da beş-altı cami bile yokmuş. Bayram ve Cuma namazları yollarda kılınıyormuş…
Tiran’dan çıkıp Elbasan isimli şehre geldik. Burası 150 bin nüfuslu önemli bir yer.
Şehrin merkezinde kalmış eski surların içine girip oradaki Hünkâr Camii’nde ikindi namazlarını eda ettik. Burada da Bektaşî tekkeleri yapılıyormuş. Vahhabiler ve İranlılar etkili olmaya çalışıyorlarmış. Şehrin kenarında Skumbi isimli bir nehir akıyor. Enver Hoca zamanında meydana uyduruk heykeller yapılmış. Bu şehirde eskiden pek çok hamam varmış. Bazılarının yıkık dökük hallerini gördüm. Halk kömür madenlerinde çalışıyor, sepet örüp satıyor yahut evinin bahçesinde yetiştirdiği sebze, meyveyi satarak geçiniyormuş.
Akşam vaktinde Arnavutluk çıkış noktasına geldik. Sınırda kendilerine rüşvet verilen polisler 15-20 kadar pasaportu damgalayıp bizi bırakıyor. Şoförümüz Debreli. Bir parça kabadayı tipli, iri yarı bir genç adam. Bütün kapılardaki polisleri tanıyor, tokalaşıyor ve cebinden çıkardığı üç-beş euro’yu uzatıp işini hallediyor. Debreli Hasan türküsünü çaldırdık arabada. Ben de arada sırada omuzuna vurup “Hayda bre Debreli Hasan!” diyorum, gülüyor. Rüşvet kanıksanmış durumda. Polisler üç-beş kuruş almadan arabaları geçirmiyor, saatlerce bekletiyorlarmış. Ama asıl rüşvet işi tırlar geçerken dönüyormuş. O zaman rakam pek büyürmüş. Zira tırlar zaman zaman uyuşturucu taşırlarmış. Geçen günlerin birinde nasılsa bir tır yakalanmış. İçinden 8 ton uyuşturucu çıkmış! Bu zavallı polislerin maaşları ise 250-300 Euro imiş… Asgari ücret de bu kadarmış işte!
Ah şu yoksulluk! Böyle ahlâksızlıkların da sebebidir. Bizim rehbere kaç lira maaş aldığını sordum. Pek güzel ve ilginç bir cevap verdi: “Hocam! Ben Allah’ıma çok şükür ediyorum, çünkü bana bir iş verdi! Çoğu gencimiz işsiz. Kaç lira alacağım önemli değil. 50 euro aylık alsan bile sevinirim. Boş kalmak çok zordur!”
Makedonya
Makedonya’ya geçtik. Yine sınır işlemleri… Rehber anlatıyor: Makedonya Balkanlar’ın ortasında iki milyon nüfuslu bir küçük ülke. Bunun zaten bir milyonu Üsküp’te yaşıyor. Burada Boşnak, Sırp, Arnavut, Hırvat gibi altı ayrı milletten adam var…
İlk durağımız Ohri’ye gece geldik. Merkezdeki bir camide akşam namazını, adeta son vaktinde eda ettik. Burada bir Halveti Türbesi görünüyor. Meydanda 1100 yaşında iki büyük çınar ağacı gördüm. Bir balık lokantasına gidildi ve Ohri Gölü’nde avlanmış taze alabalık yenildi. Benim balıkla aram yok. Yarısını ancak yiyebildim. Ohri’den, şehrin merkezine 15-16 km uzaklıkta bulunan Struga’ya geldik. Kalacağımız otel buradaymış. Çok lüks, beş yıldızlı, pek rahat bir otel. Yatsı namazlarını kılıp istirahata çekildik. Bu satırları sabah namazından sonra yazdım. Şimdi dışarı çıkıp kahvaltıya gideceğim inşaallah.
Struga, “Şairler Şehri” olarak biliniyor. Burada yaşayanların % 90’ı Arnavut imiş. Bir anlaşma ile Makedonya sınırları içinde kalmış. Ohri Gölü kenarında, bakımlı bir şehir. Ohri Gölü ötedeki dağların dibinden çıkan büyük kaynak suyu ile besleniyormuş. Bu yere “Siyah Dirim” deniliyormuş. Gölün dengesi yaz kış aynıymış. Son derece berrak bir göl. İçinde alabalık, yılan balığı ve diğer türlerden bazı balıklar yaşıyormuş. Buradaki yılan balıkları 7000 kilometre ötedeki Meksika Körfezi’ne gider, yumurtlamış. Yavruları üç sene sonra geri döner, Ohri’yi bulurlarmış. “Büyük bir mucize!” dedi fotoğrafçı bir Arnavut. Gölden inci de çıkıyormuş ve bunlar pek meşhurmuş. Kafilemizdeki hanımlar, inci satan Abidin’in dükkânına daldılar! Herhalde Ohri’deki bu dükkânda bir saate yakın alışveriş yaptılar!
Otelden ayrılıp Ohri’ye geldiğimizde gölün bir ırmak şeklinde aşağı aşağıya aktığı yerde gezinirken bir cüzdan buldum. Bir kadın cüzdanına benziyordu. İçini açıp baktım. Tam 4700 dinar vardı. Bir euro altmış dinar ettiğine göre, yaklaşık 70-80 euro ediyor. Etrafa baktık ama cüzdanın sahibini bulamadık. Ben de rehberimiz Eldar’a teslim ettim. Fakir bir Müslümana verecek inşaallah.
Ohri bölgesinde 365 tane Ortadoks Kilisesi varmış. Adamlar Müslümanlığın önüne geçmek için her şeyi yapıyorlar. Nerede bir yüksek tepe bulsalar, devasa haç heykelleri dikiyorlar! Yaptıkları şey husumetleri körüklemekten başka bir işe yaramıyor.
Ohri, Makedonya’nın en güzel şehirlerinden biri. Yıldırım Beyazıt Han tarafından fethedilip İslâm mülkü haline getirilmiş. Onun fetihten sonra camiye çevirdiği en büyük kiliseyi yeniden eski şekline sokmuşlar! Burada Yıldırım’ın paşalarından cömertliği ile tanınan Sinan Paşa görevlendirilmiş. O gayretli ve çalışkan Paşa, tarihte unutulmaz izler bırakmış. Sadece Müslüman ahali değil, Hıristiyanlar da onu unutmamış. Bölgede mezarı ortadan kaldırılmayan nadir devlet adamlarından biriymiş. Kalenin hemen aşağısındaki kabrini ziyaret edip ruhuna Fatihalar okuduk. Türbe TİKA tarafından onarılmış durumdaydı.
Ohri içinde Selanikli iki papaz da pek meşhurmuş. Kiril alfabesini bu iki kardeş bulmuş. Bugün Rusya ve bazı Türkî Cumhuriyetlerde bile kullanılan bu alfabe, Balkanlarda da yaygın görünüyor.
Ohri’nin nüfusu kırk bin imiş. Bunların otuz bini Ortadoks Makedon, yedi bini Müslümanmış.
Şehrin, Safranbolu evlerini andıran eski binalarını, el işi kağıt yapılan küçük bir atölyeyi gezdikten sonra tekne ile bir göl gezisi yaptık. Yarım saat süren müthiş keyifli bir geziydi bu. Hava ve göl pırıl pırıldı. Eski Ohri evleri, kale ve kiliseler öyle güzel görünüyordu ki “Burası şiir gibiymiş!” demekten kendimizi alamadık.
Şehirden saat 14.00’te ayrıldık.
Ohri-Resne yolu üzerinde, dağlar arasında eski köyler, pek zarif yapılmış küçük yol kiliseleri gördük. Resne’ye ulaştık. Terk edilmiş gibi görünen ve harabiyete yüz tutmuş bir kasaba burası. Şimdilerde Manastır Vilayeti’ne bağlı olan bu kasabanın nüfusu 10.000 civarında imiş. Bunların 3 bine yakını (600 hanesi) Müslüman, diğerleri Ortadoks Makedon imiş. Müslümanlar göç edip başka yerlere gidiyorlarmış. Yol üzerinde 1700’lü yıllarda yapılmış bir camide öğle namazlarını eda ettik. İttihatçıların önde gelenlerinden Resneli Niyazi’nin, arkadaşlarının kendisine Fransa’dan gönderdikleri bir kartpostaldan etkilenerek yaptırdığı, belki de kasabanın en büyük konağını gördük. Adamın akılsızlığına şaştık! Batı özentisi içindeki İttihatçıların koca Osmanlı Devleti’ni nasıl uçuruma sürüklediğini düşünüp hayıflandık. Resneli Niyazi, 1913 yılında Türkiye’ye dönerken Avlonya’da öldürülüp tarihteki hikâyesini tamamlamış. Osmanlı döneminde kurulan Teşkilat-ı Mahsusa isimli istihbarat teşkilatının kurucularından biriymiş.
Resne’den Manastır’a inerken müthiş bir vadiye bakan bir tepe üstünde yan yana duran iki büyük kavak ağacı gördüm. Şiir gibi, iki dev kavaktı bunlar. Yağmura, kara, rüzgâra meydan okur gibi belki de bir kaç asırdır burada bekçilik yapıyor, Balkanları seyredip duruyorlardı. Kalın gövdeleri ve göğe ser çeken dallarıyla kim bilir ne hatıralar yaşamış, acı tatlı nice hadise’ye şahit olmuşlardı.
Yine dağlar arasında kıvrılıp giden tek şeritli yolları aşarak Manastır’a ulaştık.
Burası büyük ve önemli bir şehir. Osmanlı döneminde Sancak Beyliği imiş. Selanik’e 86 kilometre. Yine Müslümanlar ve Ortodoks Makedonlar bir arada. İçlerinde Arnavut, Boşnak ve bu gibi milletlerden adamlar da var. Çevresini kuşatan dağların başı hâlâ karlı görünüyor. Her taraf yemyeşil tepelerle dolu.
Manastırın nüfusu 200.000 imiş. Bunların %30’u Müslüman, %70’i Ortodoks
Makedon ve Yunanlı imiş. Şehrin ortasından Manastır Deresi akıyor. Çarşı Camii’ni, Büyük İskender heykelini ve Mustafa Kemal’in eğitim gördüğü Askerî İdadî binasını gördük.
Saat 17.00 gibi şehirden ayrıldık. Yolculuk sırasında arkadaşlara Yahya Kemal, Mehmet Akif ve Necip Fazıl’dan şiirler okudum. Aracımız 50-60 kişi alan büyük bir otobüs. Şoförümüz Debreli Hasan’ın şehrinden bir Arnavut. İsmi Yeton. Yeton Türkçede “yaşar” mânâsına geliyormuş. Yeto, yaşayan, mutlu kimse demekmiş.
Demirkapı isimli bir şehir ile Kalkandelen arasındaki yol üzerinde küçük, harap köyler, terk edilmiş evler gördük. Yol boyundaki küçük yerleşim yerleri harabiyete yüz tutmuş. Bunların birinde durup ikindi namazı kıldık. Yeni yapılmış caminin minaresinde Suudîlerin bayrağı asılıydı. Herhalde Vahhabîlik adına bir Suudlu iş adamı yaptırmıştır! Tek kişilik
tuvaleti için epeyce sıra bekledik.
Kalkandelen’e Tetova deniliyormuş ve şehirde tamamen Arnavutlar yaşıyormuş.
Vardar Nehri’nin çıktığı bölgeyi ve nihayet Vardar Ovası’nı gördük. Aklımıza hemen
acılı Rumeli türküsü geliyor: “Vardar Ovası… Vardar Ovası / Kazanamadım başlık parası…”
Vardar Nehri Üsküp’ten geçip Yunanistan’dan Ege Denizi’ne dökülüyormuş. Toplam uzunluğu 365 kilometre imiş.
Gostivar şehrinden geçtik. Gost, misafir demekmiş. Gostivar “misafirperver” demekmiş.
Bu şehrin insanları misafirperverlikleri ile ünlü imişler. Bir ara Vardar Nehri üzerindeki
küçük bir köprüden geçtik. Nehir burada küçük bir dere gibiydi ama aşağılara doğru büyüyormuş. Üsküp’te, üzerine kurulmuş büyük köprüler varmış.
Gece Kalkandelen’e ulaştık. Önemli bir şehirmiş burası. Nüfusu 150.000’in üzerindeymiş. Zamanında en sağlam ve güzel mızraklar burada üretilirmiş ve bunlar en kalın zırhları, kalkanları bile delermiş.
Burada Hurşide ve Münire isimli iki kız kardeşin yaptırdığı, Osmanlı döneminden kalma meşhur Alaca Camii ve bu hanımların oldukça büyük türbesini gördük. Türbe yüksek kubbeli ve etrafı açık şekildeydi. Zemininde iki kabir taşı görünüyor, gece karanlığında insanın içine garip bir hüzün boşaltıyordu…
Caminin içi, dışı, kubbesi, kapı ve pencere kanatları tamamen boyanmış. Bunların bir kısmı İstanbul camilerini, mihrabın sağ tarafındaki minyatür gibi yapılmış resim ise Kâbe’yi gösteriyordu. Pek incelikli görünmeyen bu süslemeler Barok stilinde ve epeyce geç dönem olsa gerek. Rehberimiz duvarlara çizilen İstanbul cami resimlerini Türkiye özlemi ile Kâbe’yi de Mekke özlemiyle açıklıyor. “Nakkaşlar bu düşüncelerle çizmişler!” diyor.
Geç saatte Üsküp’e ulaştık. Vardar Köprüsü üzerinden geçip şehrin taşra kısmı gibi görünen bir yerinde bulunan otelimize geldik. Akşam yemeğini çarşı içinde bir lokantada yedik. Salata, Üsküp köftesi, kanaviçe tatlısı… Çay da içemeden otele döndüğümüzde saat 23.00’ü geçmişti.
27. 4. 2017 Perşembe günü. Üsküp’teyiz. Sabah namazından hemen sonra, güneş henüz doğmamışken otelden çıktım. Biraz gezmek istedim. İki saate yakın yürümüşüm. Vardar Köprüsü’ne kadar gittim. Kale surları dibinde dolaştım. Meydandaki heykellerin ve binaların fotoğraflarını çektim. Döne dolaşa İsa Bey Camisi’ne geldim. Burada, bahçe içindeki muhteşem çınar’ı görünce pek sevindim. Öyle dolaşıp duruyorum. Hava serince. Epeyce üşüdüm. Nerede olduğumu bilmiyorum. Acaba oteli bulabilecek miyim? Biraz telaşlandım. Artık birilerine sormak ve otele dönmek istiyorum. Ortalıkta kimseler görünmüyor. Nihayet arabasına bir şeyler yükleyen bir adama, “Otel Sultan’a gideceğim, acaba nerede?” diyorum. Adam Türkçe bilmiyor. Otelin ismini bir kaç kez tekrar edince anlıyor ve hemen yolu tarif ediyor. Hamdolsun yakında imişim. Üç-dört dakika sonra odama girip bu yazıları yazmaya başlıyorum. Az sonra kafile ile Üsküp gezimize başlayacağız inşallah.
Üsküp Gezimiz
Önce İsa Bey Camii’ne, ardından İshak Paşa Türbesi’ne gittik. Buradan Hünkâr Kapı’sına gelip çarşı içine girdik. Burası daha çok Osmanlı bakiyesinin bulunduğu bir bölge… Yöreye ilk gelen ve Rumeli’nin fethinde önemli vazifeler yapan Paşa Yiğit Bey ve ona manevî rehberlik yapan Meddah Baba isimli bir zatın türbelerini ziyaret ettik. Bunlar zaman içinde yıkılıp harap olmuş. Üzerine binalar yapılmış. Üsküplü Tarık Şara masraflarını karşılayınca yeniden ihya edilmiş. Eski fotoğraflarına pek benzemese de açığa çıkmış.
Üsküp’te ayakta kalmış üç handan biri olan Kurşunlu Han’a geldik. Savaşlar sırasında kurşunları sökülmüş, kubbeleri kiremitle kaplanmış. 1993 yılındaki 6.9 büyüklüğündeki deprem sırasında zarar gören diğer tarihî eserler gibi Kurşunlu Han da ciddi bir tamirat bekliyor. Bedesten eski işlevini yitirmiş. Bir zamanların kumaş ve değerli mücevheratın satıldığı bu yer tamir ediliyor ama başka amaçlar için kullanılacakmış. Ayakta kalan ikinci hana geldik. İsmi Sulu Han. Yirmi metre derinlikten su çıktığı için bu ismi almış. Üçüncü han ise Kapan Han… Buna Kantarlı Han da deniliyormuş. Buranın üst katında Kız İmam Hatip okulu varmış. Başörtülü pek çok kız talebe gördük. Alt katta ise içkili bir lokanta var. Bir de bar çalıştırılıyormuş…
Çarşı içinden çıkıp Üsküp Meydanı’na doğru yürüdük. Davut Paşa Hamamı’nı görüp
Vardar üzerine kurulmuş Osmanlı köprüsüne ulaştık. Beri tarafında Büyük İskender denilen adamın babası II. Filip’in heykelini görmüştük. Karşı cephede, atın üstünde İskender’in heykeli vardı. Güya babası oğlunu selamlamak için elini kaldırmış! Yanında karısı Olimpia’nın da heykeli var. Az ötede Olimpia’yı hamileyken, oğlu İskender’i emzirirken, onu severken gösteren ve bana göre pek incelikle yapılmamış kaba heykeller vardı.
Üsküp Köprüsü pek zarif bir eser olarak görünüyor. Sultan II. Murat Han tarafından yaptırılmış. 12 gözlü, 284 metre uzunluğunda bir taş köprü. Hâlâ yoğun olarak kullanılıyor. Köprü ve çevresi Üsküb’ün merkezi sayılabilir. Burada hükümet binaları, konsolosluklar, tiyatro ve diğer kutsal binalar bulunuyor. Ben sabahın erken saatinde de epeyce gezmiştim zaten… İlerliyor ve Rahibe Teresa denilen kadın için yapılan kiliseye ulaşıyoruz. Bu kadın Katolik bir Arnavut imiş. Hıristiyan bir ailede doğup büyümüş ve birtakım misyonerlik faaliyeti için gittiği Hindistan’da ölmüş.
Tekrar çarşıya dönüyoruz. Oradaki meydanda bulunan Murat Paşa Camii’nde öğle namazlarını eda ettik. Arkadaşlar dükkânlara dağılmış durumda. Namazdan sonra
Konyalı Muhsin ağabeyin ikram ettiği kuru fasulyeleri yedik. Onun yeni bir torunu olmuş. Bebeğin doğumunu haber alınca böyle bir ikramda bulunmak istemiş. Yemekten sonra kısa bir dua yaptım. Kafile benim sabah da gördüğüm Mustafa Paşa Camisi’ne çıktı. Epeyce yüksek bir tepe üzerine, 1492 yılında yapılmış bu caminin bahçesinde, Üsküp’e emeği geçmiş olan Davut Paşa’nın mermerden yapılmış büyük bir türbesi var. Hazîre içerisinde pek güzel işlenmiş bir Osmanlı mezar taşı görüp fotoğraflarını çektim.
Buradan ayrılırken cami bahçesine konulmuş kanepelerden birinde oturan Üsküplü bir Müslüman görüp, “Allah’a ısmarladık!” dedik. Adamcağız adeta yalvarır gibi “Gitmeyin, burada kalın, gelip buraya yerleşin!” dedi. Belli ki Müslümanların daha kalabalık ve güçlü olmalarını istiyor, şu ana kadar Hıristiyan zalimlerin işledikleri cinayetler sebebiyle muzdarip bulunuyordu. Canımın yandığını hissettim. Asırlar boyunca idaremiz altında kalmış ve pek çok kıymetli eserle süslemiş olduğumuz bu topraklarda acımasız ve faydasız kavgalar sürüp duruyordu. Ortodoks ve Katolikler hiç de gereği olmadığı halde hır gür çıkartıyor, şehirlerin yüksek tepelerine 70-80 metre uzunluğunda haçlar dikerek gönüllerdeki huzuru bozuyorlardı. Demek ki adına semboller savaşı denilen bu acımasız ve saçma savaşın bir sonu olamayacağını bile idrak etmekten acizdiler. Müslümanların böyle gösterişe kaçan anlamsız işlerden uzak durması ve elbette bu topraklara yeniden ilim, kültür ve adaletle hâkim olması gerekmektedir. O vakit tepeler üstüne dikilen o ışıklı heykeller indirilecek fakat hiç bir din mensubuna da eziyet edilmeyecektir! Nitekim Osmanlı’nın eline geçtikten sonra 400-500 sene boyunca öyle büyük kargaşalıkların yaşanmadığı bu topraklarda şimdi huzur diye bir şey kalmamış görünüyor. Hırvatlar, Sırplar ve diğer Hıristiyan ahali Müslümanların varlığına tahammül edemiyor. Ellerinden gelse cümlesini bir kaşık suda boğacaktır. Bu yolda zengin Batı ülkeleri de kendilerine yardım ediyor. NATO askerlerine rağmen Sırplar Bosna Hersek’te ve daha sonra Kosova’da 250 bine yakın Müslümanı dünyanın gözleri önünde öldürmüşlerdir! Bunlarda cinayet eksik olmaz…
Saat 16.40 gibi Vodna Dağı üzerinde bir tepeye çıkıp eski ve yeni Üsküp’ü seyrettik. Şehrin merkezindeki kale ve hemen sol yanındaki Üsküp Stadyumu pek net görünüyordu. Vodna Dağı, bizim aşağıdan görüp kızdığımız milenyum haçının bulunduğu yerdi. Geri dönüp Kosova istikametine yöneldik…
Kosova
Saat 17.05 de Makedonya kenarından çıkıp Kosova’ya giriş yaptık. Yine pasaport kontrolleri yapıldı, mühürler basıldı ve herhalde rüşvetler verildi. Yol boyunca şiirler okuduk. Tarihe dair konuşmalar yaptık. Rehberimiz, kendisi de Kosovalı olduğu için epeyce bilgi verdi. Toplamda 13.000 kilometrekarelik bu küçük bölgede 6 millet bir arada yaşıyormuş. Bunlar Boşnak, Arnavut, Türk, Sırp ve Romenler ile diğerleri imiş. Bunu belirtmek için Kosova’nın bayrağında ülke haritası ve altı yıldız varmış. Kosova’nın % 98’i Müslüman imiş. Halkın % 85’den fazlası Arnavut ırkındanmış. Ülkede Şar Dağları pek meşhur olup; şar, renkli demekmiş. Etekleri zümrüt yeşili tepeler ve başı karlarla kaplı imiş Şar Dağları’nın. Şar köpeği de Sivas Kangal gibi tanınan epeyce iri bir köpek cinsi imiş. “Kos”, düzlük, düz arazi demekmiş. “Va” kelimesi ise dağlık mânâsına geliyormuş. Kosova demek, dağlık ve düzlük demekmiş…
Henüz tam olarak bağımsızlığını kazanamayan Kosova’nın Priştine, Prizren gibi önemli şehirleri var.
Şimdi Prizren’e yaklaşıyoruz. Önümüzde neredeyse uçsuz bucaksız bir ova görünüyor. Zümrüt gibi bir vadi, ötesinde başı karlı Şar Dağları…
Prizren’e akşam karanlığında girdik. Rehberimiz Osmanlı eserleri bakımından Balkan Bölgesi’nde sağlam kalan tek yerin burası olduğunu anlatıyor. Henüz dokuz yaşındayken başlarına gelen savaş felaketinden bahsediyor. Duygulandığı için zaman zaman sesi titriyor. Evlerinin yakınlarına bombalar düşüyormuş. Babası ve amcaları savaşmak için Şar Dağlarına gidip, altı ay boyunca hiç gelmemişler. Yaşlı ninesinin evindeki bodrum katına (sığınağa) saklanmak istemişler ama bir kısmı çürümüş tahtaları kaldırıp o pek derin dehlize girememişler. Babası sağ imiş. 54 yaşındaymış. 90 yaşını çoktan aşmış olan anneannesi hasta olmuş. Artık yakınlarını bile tanımakta zorluk çekiyormuş. Babası Boşnak, anne tarafı Yemen’liymiş…
Prizren’deki otelimize yerleşirken rehberimiz Eldar’ın babası da geldi. Bir bisikletle gelen bu ufak tefek adam şerefli bir Müslüman, asil bir gazi idi. Kendisi ile tanıştık. Birbirimize dua ettik. Ona, hayırlı bir evlat yetiştirmiş olduğu için teşekkür ettik. Utangaç, mahcup bir adamdı. Hep başını sallayıp tevazu gösterdi…
Prizren’de otele iyice yerleşmeden önce, şehrin 56 kilometre dışında, dağların arasından akıp gelen Aksu Deresi’nin kenarına kurulu bir lokantaya gittik. Anadolu ve Rumeli türküleri çalan bir Prizrenli sanatkarla tanıştık. Şevki isimli bu ağabeyin sesi pek güzeldi. İcrası sırasında, menüsünde tavuk, köfte, haşlanmış et, salata ve şar peyniri olan bir yemek yedik.
Otele yerleştikten sonra Halvetî Tekkesine gidip bir zikir ayinine şahit olduk. Mihrabında Hulefa-i Raşidîn’den ayrı 12 imamın da ismi bulunan ve pek iyi korunamamış bu tekke mescidinde zikir yapıldı. Siyah sakallı genç şeyhin kıraati ve Kelime-i Tevhid sırasındaki uzatmalı okuyuşları hayli tuhaftı. Bir makam yapılıyor ama harfler çok uzatıldığı için ne söylendiği anlaşılmıyordu. Bir ara ayağa kalkan genç ve yaşlı Prizrenliler çalınan def eşliğinde birbirlerine sarılıp halka zikri yaptılar. Epeyce açıktan yani cehrî olarak ve toplanıp toplanıp açılarak yapılan zikri seyretmeye iki yabancı da gelmişti. Bunlardan kadın olan başını yarı örtmüş ihtiyar bir hanımdı ve muhtemelen Hıristiyan turistlerden idiler.
Tekkede zikir çeken Prizrenli adamlara baktım… İçlerinde henüz çocuk olan birkaç kişi de vardı. Çoğu güneşin kavurduğu kuru yüzlere, çukura kaçmış gözlere, hayli büyük burunlara sahipti. Devasa vücutların yanında pek küçük cüsseler… Pos bıyıklı, külahlı Bektaşi tipli adamlar… Biribirleriyle gizlice işaretleşen tekke görevlileri. Gariban, cahil, umutsuz, yoksul bir cemaat. 40-50 kişi. Belki yaptıkları işin ne olduğunu, ne kadar İslamî olduğunu bile hiç düşünmemişlerdir. İşte, böyle bir araya gelmekte, birbirlerine sarılıp korkularından emin olmaya çalışmaktalar… Etrafları Sırp, Hırvat, Katolik, Ortodoks adamlarla çevrili. Tekke, her şeye rağmen sığınılacak bir yer. Şeyh efendinin üzerinde siyah bir hırka, başında külah… Duvarlarda kimisi takvim yapraklarından kesilip çerçevelenmiş levhalar. “Yâ Hazreti Şeyh Seyyid Yahya Şirvanî”… “Yâ Hazreti Pir Muhammed Nurettin el Cerrahî”… “Yâ Ali, yâ Ali, ya Ali”…
Zikir bitince otele döndük. Sabah namazından sonra yine yalnız başıma sokağa çıktım. Şehrin ortasından akıp giden derenin kenarından epeyce yukarılara doğru yürüdüm. Maraşîlerin yerindeki pek büyük anıt çınar’ı gördüm. Güneş henüz doğmadığı için pek fazla fotograf çekemedim. İnşallah rehberle gezdiğimizde çekeriz diye düşünerek otele döndüm.
Saat 10.00’da rehberimizin memleketi Prizren’i dolaşmaya başladık. Benim sabah yalnız başına dolaştığım güzergâhı takip ediyoruz. Önce Şadırvan Meydanı’na geldik. Buraya, bir zamanlar, içinde özel kıyafetler ile dolaşan Hıristiyan din adamları sebebiyle “Papaz Meydanı” da deniliyormuş. Ortasında bir çeşme var. Prizren’de kırk çeşme varmış ve hepsi yaz kış durmadan akarmış. Az ilerde akıp duran Ak Nehir (Aksu Deresi) ise gittikçe çoğalır ve bir kolu Adriyatik denizine, diğeri Dirim Nehri’ne dökülürmüş. 1979’da büyük sel felaketinde yıkılan Osmanlı eseri Taşköprü sonra bire bir yeniden inşa edilmiş. Dün akşam, içinde yapılan zikri takip ettiğimiz Halveti Tekkesi’ni Şeyh Osman Efendi isimli biri kurmuş. Kabri de burada imiş.
Çift kubbeli Mehmet Paşa Hamamı’nın yanına geliyoruz. Şimdi faal değil. Restore edilip başka amaçlarla kullanılacakmış. Son Osmanlı paşalarından Emin Paşa’nın Camisi’ni görüp 1537 yılında yapımı tamamlanan Mehmet Paşa diğer adı Bayraktar Camii’ne geldik. Cami, Paşa tarafından tamamen helal para ile inşa ettirilmiş. Yörede, minaresi en yüksek cami. Buranın müezzini zaman içinde ezan vakitlerini şerefede bir bayrak sallayarak ilan ettiğinden adı “Bayraktar Cami” olarak ünlenmiş. 1914 yılında bu camide bir konuşma yapan Kayserili Molla Mustafa Efendi sohbetinde cihadın öneminden bahsedip gönüllülerin Çanakkale savunmasına gitmelerini söylemiş. Onun bu güçlü çağrısı üzerine bölgeden otuz binden fazla Müslüman, “Ya şehid oluruz ya gazi!..” diyerek Çanakkale Cephesi’ne koşmuş.
Mehmet Paşa Medresesi’ni görüp daha yukarılarda, Maraş bölgesinde bulunan Sadi tarikatına bağlı bir şeyhin türbesini ziyaret ettik. Burada, dere kenarında, muazzam anıt çınar’ın altında toplu fotoğraflar çektirdik. Zamanında Sadi Tarikatı şeyhi Acize Baba ile Sinanî Tarikatı şeyhlerinden Kutup Musa Baba varmış. Aksu’nun yukarı kısmında oturan Acize Baba, aşağıdaki Musa Baba yesin diye suya elma atıp gönderirmiş. Bir gün Musa Baba da elmasını suya atıp akışın ters istikametinden gönderip, “Marifet aşağı göndermek değil, yukarı gönderebilmektir!” demiş… Böyle kıssalar yörede yaygın olarak anlatılıyormuş!
Rehber eşliğinde gezi tamamlanınca tekrar şehir merkezine geldik. Ulvi Bezirci ile bir taksi tutup Fatih Sultan Mehmet Han’ın Prizren’i fethedince cuma namazını kıldırdığı Musalla’ya geldik. Taksi için 5 euro verdik. Taksici, Bursa’da iki yıl kaldıktan sonra Prizren’e geri dönmüş. “Bursa’da işim iyiydi. Burada para kazanmak zor…” dedi. Devlet memurları bile 250-300 euro maaş aldıkları için birkaç iş daha yaparak geçimlerini temin etmek zorunda kalıyorlarmış.
Musalla’da epeyce fotoğraf çekip rehberimizin anne tarafından dedelerinden olan Yemenli Suzi babanın bânisi olduğu camiyi görüp cuma namazı kılmak üzere Sinan Paşa’ya döndük.
Namazdan önce hoca Türkçe vaaz verdi. Hutbe de Türkçe okundu. Bizim kafileden Sami Şahin kardeş müezzinlik yaptı.
Saat 15.00’de Prizren’den ayrılıp Piriştina’ya doğru yola koyulduk. Rehberimiz Prizren’in “kale” mânâsına geldiğini söyledi. Demek ki adını şehrin Safranbolu evlerini andıran yapılarının yukarısındaki tepe üzerine kurulmuş olan büyük kale surlarından almış. Kalenin aşağı kısımlarında iki tane büyük ve eski kilise görünüyordu.
Prizren, Şar Dağları ile Paştirik Dağları arasında bir ovanın bitimine kurulmuş durumda. Şehirde NATO birlikleri de görev yapıyormuş.
Bir süre yol aldıktan sonra Piriştina’ya yakın bir mevkide bulunan Meşhed-i Hüdavendigâr’a ulaştık. Ovanın ortasında, 1. Kosova Savaşı’nı kazandıktan sonra savaş alanını gezerken Miloş Obiliç isimli bir Sırp askeri tarafından kalleşçe şehid edilen Sultan Murat Hüdavendigâr Han’ın Türbesi bulunuyor. İç organları şehit edildiği bu yere defnedilmiş. Cenazesi Bursa’ya yaptırdığı türbeye götürülmüş.
Şehitliğin kapısı önünde pek büyük bir dut ağacı görünüyor. Ortasından ikiye ayrılan ve sanki Sultan’ın türbesini bekçilik yapan bu görkemli karadut ağacı 20 yıldan beri meyve de vermiyormuş…
Burada epeyce zaman geçirdik. Sultan’ın sandukası başında Yasin-i Şerif tilaveti eyledik. Türbeyi bekleyen aile ile tanıştık. Nihayet Piriştina’ya girmeden, Âdem Yaşar Havaalanı’na geldik. Âdem Yaşar, Kosova Kurtuluş ordusunun başkomutanı imiş. Burada Bosna’nın Aliya’sı gibi görev yapmış. Havaalanına onun ismini koymuşlar.
Otobüste herkes duygularını anlattı. Birbirleriyle helalleşti. Bilhassa rehberimiz Eldar’a olan memnuniyet ifade edildi. Ona ve şoför Yeton’a aramızda topladığımız bir miktar harçlık hediye edildi.
Saat 20.35 de uçağa bindik. Bir buçuk saat kadar süren bir uçuştan sonra İstanbul’a geldik. Kafile arkadaşlarımızdan Ahmet Öztürk Bey, oğlu Yusuf’un arabası ile beni Üsküdar Bulgurlu’daki evimize kadar getirme lütfunda bulundu. Onlar da Ümraniye’de oturuyorlarmış.
Bir hafta süren Balkan turumuz böylece tamamlandı.
Çok hızlı ve yorucu geçen bu turda bilmediğim pek çok şey öğrendim. Coğrafyayı ve halkını tanımaya çalıştım. İslâm ümmetine düşen büyük görevleri düşündüm. İçlerinde nazlı, beyaz bayraklar gibi minareler gördüğüm köylere hasret, gıpta ve hüzünle baktım… İnşaallah bu cennet gibi topraklar yine İslâm adaleti ile mamur ve müreffeh olur diye dualar ettim.
Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemin.
Not:
Bu yazı 29. 4. 2017 tarihinde Üsküdar’da tamamlanmış olup ilk kez yayınlanmaktadır.