Bengladeş’e gidiyoruz.
Dünyanın en kalabalık ve en fakir ülkelerinden biri olduğu söylenen Bengladeş’e.
Son zamanlarda ismini Arakanlı Müslümanların uğradığı katliamlar ve göçler sebebiyle pek sık duyduğumuz bu ülkede İslamî dönem 1203 yılında başlamış. 13. yüzyılın başlarında bir Türk komutanı olan Muhammed Bahtiyar, Bengal topraklarını ele geçirmiş. 1576 yılında ülke yine bir başka Türk Hanedanlığı kurmuş olan Babürlüler tarafından idare edilmeye başlanmış. Bu arada kısa süren (1540-1576 yılları) bir Afgan hâkimiyeti dışında ülkeye hep Müslüman Türkler hâkim olmuş. Bunlar büyük şehirler kurup, görkemli mimarî eserler inşa etmişler.
Son bağımsız Bengal Sultanı Siracüddevle 1757 yılında İngilizlere yenilmiş ve bu sefer ülkede İngiliz hâkimiyeti başlamış… 1836 yılında İngilizler, resmî dil olan Farsça’nın yerine kendi dillerini kabule zorlayıp halka büyük acılar yaşatmışlar. 1857’de Hintli Müslümanlar ayaklanıp devletlerini yeniden inşa etmek istemişler ama aralarındaki tefrikalar sebebiyle başarılı olamamışlar. 1947 yılında İngilizler Hindistan’dan çekilince Muhammed Ali Cinnah önderliğinde bağımsızlık elde eden Müslümanlar Pakistan Devletini kurmuşlar. Bengladeş de Doğu Pakistan adıyla anılmış. 1960 yılında başlayan çeşitli ayaklanmalar sonucu Bengladeş, Pakistan’dan kopmuş. 1971 yılında idareyi ele alan Hintliler 1973’e kadar ülkeyi işgal etmişler. Bundan sonraki yıllarda oldukça karmaşık iktidar mücadeleleri ve muhakkak ki dış güçler eliyle tezgâhlanan darbe girişimleri yüzünden Bengladeş, dünyanın en fakir ülkeleri arasında kalmaya mahkûm edilmiş…
Diğer ansiklopedik bilgilere bakılırsa ülke nüfusu 150-160 milyon. Bunun % 85’i Müslüman. Millî gelir kişi başına 140 dolar gibi çok düşük seviyede. Halkın % 90’lık kısmı geçimini ziraatla sağlamakta ve Sankristçe’nin bir çeşidi olan Bengalce konuşmakta. Okuma yazma oranı % 24.
Ganj ve Brahmaputra nehirleri ve kolları tarafından sulanan Bengal toprakları düz araziler yahut küçük tepeler halinde olup hiçbir yerinde tabii çöl veya dağ bulunmamakta. Nemli bir tropikal iklime sahip ülkenin hemen her tarafı bambu, şeker kamışı ve çeşitli cinste ağaçlarla kaplı. Sık ormanlar içinde fil, geyik, leopar, sırtlan, yılan, maymun, timsah, su samurları ve dünya çapında meşhur olmuş Bengal kaplanları yaşamakta. Yaklaşık olarak 200 memeli hayvan, 750 kuş, 150 sürüngen, 200’ün üzerinde deniz ve tatlı su balığı çeşidi bulunmakta….
İşte böyle kısa ansiklopedik bilgiler verdiğimiz Bangladeş’e gidiyoruz şimdi…
28 Nisan 2019 Pazar günü İstanbul’dan kalkan uçağımız yedi saat süren uzun bir uçuştan sonra, sabah namazı vaktinde, Dakka’nın oldukça bakımsız ve kalabalık havaalanına indi. İstanbul ile Dakka arasında tam üç saatlik zaman farkı olduğunu anladık.
Memurlar vize işlemleri için kaplumbağa hızıyla hareket ediyorlar. Etrafta rengârenk elbiseli kadınlar, ufak yapılı, kısa boylu, çoğu zayıf ve esmer adamlar görünüyor. Biz ise Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden ve Türkiye’den yola çıkmış 10 kişilik küçük bir kafileyiz. Birkaç minibüse binip “Marino” isimli bir otele ulaşıyoruz. Kısa bir kahvaltı faslından sonra az biraz istirahata çekiliyoruz. Amacımız Almanya merkezli bir “iyilik” kuruluşu olan “Hasene” aracılığı ile temin edilen yardımları, Arakanlı Müslüman mültecilere ulaştırmak.
Öğleden sonra ilk iş olarak Türk Büyükelçiliğini ziyaret için yola çıkıyoruz. Nüfusu 15 milyonu çoktan aşmış olan Dakka sokaklarında ilerliyoruz. Daha çok yerlilerin “rikşav” adını verdikleri motorlu ve motorsuz üç tekerlekli ulaşım araçlarının seyir halinde olduğu kalabalık caddeleri aşmaya çalışıyoruz. Hayli kapalı, sıcak ve nemli bir hava çökmüş şehrin üstüne.
Envai tür eski araç, bisiklet, motor ve bu gibi vasıtaların arasında, tarifi mümkün olmayan bir trafik içinde ilerleyerek büyükelçiliklerin olduğu semte ulaştık. Oldukça gösterişli inşa edilmiş ABD elçiliği yanından geçip daha mütevazı görünen Türk konsolosluğuna geldik. Olgun bir insan olduğu hemen anlaşılan büyükelçimiz bizi güler yüzle karşılayıp odasına aldı. Çay ikramı yanında sohbete koyulduk. Türkiye olarak daha büyük bir elçilik binasının inşaatı ile uğraştıklarını ve oraya taşınacaklarını belirtti. Ülke hakkında çeşitli tarihî ve coğrafi bilgiler verdi. Edebiyat ve sanat üzerine sohbet ettik.
Buradan yine minibüslerle yola çıkıp şehrin merkezine geldik. Eski Dakka denilen bu yerde iğne atılsa yere düşmeyecek kadar büyük bir kalabalık vardı. Araçlarımızı bir kenara park edip bize karşılayan Hafız Ahmed b. Yusuf ile buluştuk. Ezher mezunu olup, Kur’an okuma yarışmalarında dünya birinciliği kazanmış bulunan Hafız Ahmet, Bengladeş’in tanınan âlimlerinden birinin oğlu imiş. Esmer tenli, iri yapılı, güler yüzlü ve sakallı bu genç adam, ülke çocuklarına İslâmî eğitim vermek üzere koşturup duran şerefli bir mücahid olarak görünüyor.
Etrafı seyyar satıcılarla kuşatılmış küçük bir mescide giriyor ve Hafız Ahmed’in arkasında akşam namazını eda ediyoruz.
Hava iyice kararmış ve fakat şehrin inanılmaz kargaşasında bir azalma olmamıştı. Mescitten çıkıp topluca yürüyerek kadim Dakka’nın labirentler gibi uzayıp giden ve artık içlerine üç tekerlekli küçük araçların bile giremeyeceği dar sokaklarına daldık. Kan ter içinde ilerleyip, inanılmaz yoksulluk manzaralarının göründüğü bir sokağa saptık. Burada önümüze çıkan küçük bir odaya girdik. İçeride, yaşları 4 ile 12 arasında değişen yirmi kadar çocuk vardı. Dizleri üstüne oturmuş bizi beklemekteydiler. Bir kaç dakika içinde insanı terden sırılsıklam eden bu nemli hücrede onlarla tanışıp, okudukları Sure-i Fatiha’yı dinledik. Her birine belli miktarda nakdî yardımda bulunduk. Küçük ve terli avuçları arasında sıkıştırdıkları paralara pek sevinmiş görünüyorlardı. Bazıları yetim yahut öksüz olan bu yavrucakların mutluluğu gönlümüzü şenlendirmiş ve fakat civarda gördüğümüz müthiş karmaşa ve yoksulluk bize ta yüreğimizden yaralamıştı.
Gerçekten inanılmaz manzaraların yaşandığı karmakarışık bir şehirdi şu Dakka. Değil bir insanın, hayvanların dahi barınması zor izbelerde bir hayat mücadelesi veriliyor gibiydi. Her yan etekli, peştemallı, üstleri çıplak erkekler ve onlardan daha iyi giyindikleri ve daha dikkatli oldukları belli olan kadınlarla doluydu.
Şehrin sokakları üç tekerlekli ve sahipleri tarafından rengârenk süslenmeye çalışılmış ilkel araçlar tarafından işgal edilmiş gibiydi. Bunlar geçimlerini yolcu taşıyarak sağlamaya çalışan fakir Bengallilerin can simitleriydi sanki.
Sokaklarda yoğun bir trafik vardı. Otobüs, kamyon, minibüs ve bisikletlerin çoğu hurdacı pazarlarından çıkartılmış kadar eski görünüyorlardı. Boyaları dökülmüş, homurtuları artmış, hiç durmadan akıp gidiyordu bu araçlar. Sürekli klakson sesleri duyuluyor ve fakat birbirine sürtünürcesine ilerleyen bu araçlar hemen hiçbir kazaya sebebiyet vermiyordu. Trafik sağdan akıyor ve kendi iç dünyalarında kaybolup gitmiş sürücüler birbirlerinin hakkına saygı yahut müthiş bir tolerans göstererek sabır ve tevekkülün çok farklı örneklerini sergiliyorlardı…
Bengalliler hemen sinirlenilmeyen, sessiz, sakin ve yorgun bir hayatı kabullenmiş gibiydiler. Çok büyük acı ve eziyetler çekerek sabrın ne demek olduğunu öğrenmişlerdi. Muazzam bir tarih ve ilginç bir ülkeye sahip olan bu çalışkan ve daima hareketli halk ile ileri bir medeniyet niçin kurulamasın diye düşünmekten kendimizi alamıyorduk? Ah şu Batılılar… Bütün Hindistan’da olduğu gibi burada da müthiş zulüm ve soygunlar yapmışlardı. İşgalin hemen arkasından ve zorla kendi lisan ve kültürlerini dayatmaya çalışmalarından daha büyük bir cinayet olur muydu?
Kur’an kursundan çıkıp, yeniden araçlarımıza döndük. Talebe sayısı daha fazla bir başka kursu ziyaret edecek ve yavrularımıza nakdi yardımda bulunacağız. Belki kırk-kırk beş dakika süren çileli bir yolculuktan sonra yine bakımsız ve pek yoksul bir mahalleye ulaştık. Derme çatma ve fakat epeyce büyük bir medreseye geldik.
İçerde elliye yakın talebe görünüyor. Yaşları 12 ile 16 arasında değişen öğrenciler diz çökmüş bizi bekliyorlar. Bazılarının hafızlık yaptıkları söylenen bu yavrucaklardan üç tanesi Kur’an tilavetleriyle gönüllerimizi şenlendirdi. Birbirinin kopyası gibi duran beyaz sarıklı iki küçük talebenin okuyuşu hepimizi mest etti. Gerçekten pek tatlı bir kıraatları vardı. Üstatları Hafız Ahmet gibi ilerde yapılacak tilavet yarışmalarında dünya birincilikleri almaları mümkün görünüyordu. Acı, hüzün ve huzurla dinledik. Her birine harçlık dağıttık talebelerin. Ahmet Yusuf Bey de bir Kur’an ziyafeti çekti. Mahallede oturan yoksul Bengalliler, binamızın camsız pencereleri ardına üst üstü yığılıp bizi seyrettiler.
Bu kursta daha fazla talebe varmış ama 1 Mayıs tatili sebebiyle biraz dağılmışlar. Çocuklar burada yatıp kalkıyor, çeşitli yardımlar sayesinde eğitimlerini sürdürüyorlarmış. Salonun bir kısmı mutfak haline getirilmiş, öbür yanda abdest ibrikleri ve tuvaletler görünüyor. Herhalde yerlere kıvrılıp bitişik düzende uyuyor, uyanıyorlar…
Vakit hayli geç oluyor. Hiçbir şey yemeden otele dönüyoruz. Arkadaşların Türkiye’den getirdikleri ekmek, peynir, zeytin gibi nevale ile açlığımızı bastırıp istirahata çekiliyoruz. Yarın sabah ülkenin güney şehirlerinden olan Cox’s-Bazar’a gideceğiz. Asıl amacımız bu şehrin civarına yerleştirilmiş olan mülteci kamplarını ziyaret etmek…
Sabahın erken saatlerinde yine Dakka havaalanına geldik. Eski, pervaneli bir uçağa binip havalandık. Gökyüzü bulutlarla kaplı.
Uçak, 75-80 kişilik. İnşallah fırtına filan olmaz da sağ salim ulaşırız bir İngiliz’in adı verilmiş olan Cox’s-Bazar’a… Nisan ayının son günü içindeyiz. Takvimler, 30. 4. 2019’u gösteriyor.
Sıcak ve nemli bulut kümelerine dalıp gidiyor uçağımız. Aşağıda ilginç manzaralar, büyük nehirler görünüyor. Hemen hemen hiçbir sarsıntı hissetmeden ve bir saatlik bir uçuştan sonra,Cox’s-Bazar’a ulaştık. Gelen minibüslere binip deniz kıyısına yakın “Ocean Paradis” adında bir otele geldik. Eşyalarımızı odalarımıza yerleştirdikten hemen sonra yeniden yola çıktık. Sahil şeridinden süretle ilerleyip, epeyce bir süre sonra yolun sol tarafından içeri daldık. Bundan sonra yaşadıklarımı tam olarak nasıl anlatacağımı bilmiyorum…
Hava oldukça sıcak ve gökyüzü bulutsuzdu. Pek çok yeri bozulmuş dar bir asfaltta ilerledik. Sağda solda küçük barakalar, yer yer su göletleri, bambu ve şeker kamışları görünmekteydi. Bazen yaşı asırları geçmiş dev ağaçlar kenarından geçip gidiyorduk. Önümüze yine metre karesine birkaç adam düşen kalabalık köy çarşıları, sağa sola kondurulmuş basit dükkânlar, envai türden bitki ve meyve satan yorgun yüzlü adamlar çıkıyordu. Bütün bu manzaralar, daha ilerdeki bir yerlere kondurulduğu anlaşılan mülteci kamplarına dair ön bilgi verir gibiydi!
Yolun belli bir yerinde birkaç arkadaş bizi karşıladı. Üç tekerlekli bir vasıta ile gelmişler buraya. Kafile başkanımız Ali Börek, yazı ve fotoğrafa olan merakımı bildiğinden, istersem onların yanına binebileceğimi söyleyince pek sevindim. Sağı solu açık olduğu için üzerinde daha rahat hareket edebilecektim. Klimalı minibüsten inip, şoför hariç iki kişi daha taşıyan bu eski araca atladım. Toplam dört kişi olduk. Rikşav üzerindeki arkadaşlar, kafilemize yardım için gelmiş görevlilerdi. Bengalce ve İngilizce bilmediğim için işaret diliyle anlaşmaya çalıştık.
Bir süre asfalt yolda ilerleyip sağ taraftaki sokaklardan birine döndük. Girişteki polisler bizi daha ilerdeki bir sokağa yönlendirdiler. Oraya girdik ama bizim minibüs görünmüyor! Gideceğimiz kampta buluşuruz diye düşünen arkadaşlar ilerlediler.
Son derece iğreti yapılmış tozlu barakalar ve sayısız çukurla dolu toprak yolda gidiyoruz. Tahammülü mümkün olmayan sahnelere şahit oluyorum. Yol kenarlarında içinden cerahat akan küçük arklar görünüyor. Yine derme çatma dükkânlar, kokusu birbirine karışmış baharatlı ve yağlı yiyecekler… Nereden çıkıp geldikleri ve nereye gittikleri belli olmayan çocuklar, çocuklar… Derilerinin rengi güneşle kapkara olmuş tamamen çıplak mülteciler… Kulakları, ağız ve burunları kaşınan, ne düşündüğü belirsiz, belleri bükük, üstleri çıplak yaşlı adamlar. Ne bulduysa giyinmiş, kirli şemsiyeler tutan yeni yetme kızlar. Kadın, erkek, hasta, baygın, yorgun, bitkin, perişan ve gözlerimize bir yardım ümidiyle bakan sayısız insan…
Üst üste kümelenmiş, aynı acının girdabında yitip gitmiş yüz binlerce mülteci. Kimi annesini, kimi babasını, kimi kardeşini kaybedip gelmiş buraya. Belli ki, Burmalı katilerin ırmakları geçerken öldürüp kanlarını boz bulanık nehirlere akıttığı yakınları akıllarından hiç çıkmıyor… Sadece yaşayabilmek için bu küçük bölgeye istif edilmeye razı olmuş bir milyondan fazla insan… Ve üstelik hepsi Müslüman ve hepsi bizim din kardeşimiz…
Güya kafilemize rehberlik edecek olan üç tekerlekli arabamız, dehşetengiz kulübeler arasında kayboldu!
İniyor, çıkıyor, gidiyor, duruyoruz. Adres sorduğumuz kimseler hiçbir şey bilmiyor. Saatler geçiyor ve biz gideceğimiz kamp yerini bulamıyoruz. Ben hiç telaşlanmadan fotoğraf çekmeye devam ediyorum. Sıcak ve pis kokular sebebiyle alnımdan akan terler gözlerimi yakmaya başladı. Bir pet şişedeki su ile çukurlara düşüp çıkan rikşav üzerinde elimi yüzümü yıkamaya çalıştım. Yanımdaki genç arkadaş işaret diliyle yorulup yorulmadığımı soruyor. “Mühim değil, ben iyiyim!” diye omzuna vuruyor, onu teselliye çalışıyorum!
Arakanlı mültecilerin korkutucu kampları içinde kaybolmuş vaziyetteyiz şimdi!
“Yol boyunca rastladığım şu insan manzaralarını tasvir asla mümkün değildir…” diye mırıldanıp duruyorum. Bir vakitler aziz iken ağdanın (düşmanın) zelil ettiği bu şerefli insanların gözleri içine bakmak ne kadar zor! Yaşanan şu korkunç ve gerçek cinayeti bir sinema filmi gibi duyarsız biçimde seyreden şu alçak dünyanın bir vatandaşı olmak ne kadar zor! Kanayan kalplerimiz, akan gözyaşlarımız mı var? Yetiyor mu? Bu mümbit, bu bereketli, bu inanılmaz güzellikteki cennet yurdu öz sahipleri için cehennem kılan Batı uygarlığına sayısız, sonsuz lanet! Onların uşakları olmuş soysuzlara sayısız, sonsuz lanet!
Burada sıtma, kolera, dizanteri, kızamık, verem, sara, katarakt ve ruhî bozukluk gibi hastalıkların bir tedavisi var mıdır?
Üzerinde sinekler uçuşan tavuk kümesleri, kökleriyle yeri kucaklamış yorgun ağaçların gölgelerine sığınmış ıslak köpekler. Paslı tel kafesler içine sıkıştırılmış ve canları belki bir gramcık gelen bitkin civcivler. Sıska, çelimsiz, küçük boylu keçiler, inekler…
Saatler geçip gidiyor. Ezan sesleri geliyor kulağıma. Boğuk, iniltili sesler. Bu öğle ezanı mıdır, ikindi ezanı mı? Vakti şaşırmış durumdayım… Soruyorum Bengalli kardeşe. “Salâte’z-zuhr” dedim de biraz anladı ne sormak istediğimi. Evet, öğle ezanı imiş okunan. Aman öyle olsun, çünkü ben öğleyi kılamadım daha…
Artık bu dayanılmaz barakaların arasında bir çıkış yolu bulmalıyız. Genç ve çaresiz şoförümüz yeniden ana yola, yani asfalta çıkmak için kaç kişiyle görüştü…
Asfalta çıktık!
Yoksa başladığımız noktaya mı döndük biz? Şu asırlık ağaçların tozlu gövdelerini tanır gibiyim. Şu sazlı bataklığı daha önce görmedim mi?
Nihayet, bitip tükenmek bilmeyen mesafeleri aşıp kendi mülteci kampımızı bulduk!
Arkadaşlar etrafa dağılmış, yardım dağıtıyor. Bizi merak etmişler ama şaşkınlık ve üzüntüden akıbetimizi soracak halleri kalmamış! Öğleyi mescit diye yapılmış bir yerde kılmaya gittim. Görevlisi kısa boylu, sakallı ve sokulgan bir Arakanlı. Birkaç çocuk kuyudan su çekip, naylon ibriğe doldurdu. Abdest aldım. Başımda bekleyip beni izlediler. Boyunları öylesine bükük ki…
Küçük, üstü muşambalı Kur’an kursları açılmış. Birlikte bağırıp çağırarak Kur’an öğreniyor Myanmar’ın perişan ve yalnız çocukları. Onlara ikramlarda bulunuluyor, kumanyalar dağıtılıyor ve herkes bir yana koşturuyor. Sayısız çocuk sıraya girmiş; bir şeker, bir balon, bir gömlek, bir ayakkabı bekliyor. Çocuklar bazen kucağımdaki eşyaları tek lahzada yağma ediveriyor. Gülmem mi gerekiyor, ağlamam mı? Daha küçükleri, aralarında eziliyor. Birinin elinden tutup yüzünü okşuyorum. Ağlıyor, ağlıyor. Onu susturmak ne kadar zor şimdi. Yaşı üç mü, dört mü?
Küçük kızlar yemek yemeye gitmişler! Sıraları üstüne dizilmiş sayfaları yırtık, ciltleri dağılmış Kur’anları yanına üçer şeker diziyorum. Gelsinler, ağızları tatlansın…
Arkadaşlarımın hepsi zengin gönüllü kimseler. Sadece Allah rızasını kazanmak ve yardım kastıyla gelmişler buraya. Kim bilir kaçar lira verdiler kardeşlerine… Ben de fiilen yardım edemez miyim sanki? Oyuncak, tişört, şeker, balon dağıtımları için kan ter içinde çabalayamaz mıyım?
İkindi ezanını duydum. Yüzüme sevgiyle bakan ve beni de aralarından biri kabul eden ayakları çıplak çocukların arasından geçip mescide giriyorum. Uzun sakallı muhacirler birer ikişer geliyorlar. Üç saf oluyoruz. Hepsi Hanefi… Dört rekatlık sünnetten sonra beş on dakika oturup gelen cemaati bekledik. Sonra farzı bir şerefli imamın arkasında eda ettik. Bu arada ortalık karışmış. Yağ ve pirinç dağıtımı sırasında izdiham çıktığından askerler olaya müdahale etmişler. Bizim arkadaşlar mecburen minibüslerine bindirilmiş ve civardan uzaklaşmaları istenmiş… Haber yetişince arabaya bindim. Gidiyoruz! Etrafımızı çocuklar sarıyor. Acaba bir yardım atılır mı aşağıya?..
Allah’ım, Allah’ım! Bizi affeder misin? Zengin Müslümanları, diktatör şahları, uyduruk Arap krallarını, Mısır’ın, Sudan’ın, Libya’nın darbeci generallerini… ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa’nın at suratlı yöneticilerini, Vatikan papalarını ve Yahudi hahamlarını affeder misin Allah’ım!
Allah’ım! Bize yardım et!
***
1 Mayıs 2019 Çarşamba günü Cox’s-Bazar’daki otelde sabah kahvaltısını yapıp iki minibüse doluşarak, yine bazı mülteci kamplarını ve Kur’an Kursu talebelerini ziyaret için, Bengladeş’in nüfusu beş milyonu aşan ikinci büyük liman şehri Çitagong’a doğru yola çıktık.
Yine etrafı ağaçlarla kaplı ve arazisi, küçük gölcükler, nehirler ve son derece sık ağaçlarla kaplı yerlerden geçtik. Bildik köyler ve kasabalar, üst üste binen kalabalıklar, üç tekerlekli taşıma araçları gördük… Tuğla fabrikaları, tomruk işleyen işçiler (köleler mi demeliyim?) Uzayıp giden tarlalar yanından geçtik…
Öğleye doğru Hafız Ahmet ile buluşup bir kursa vardık. Daha önce gördüğümüz Kur’an kurslarına nazaran daha iyi bir yer gibi görünüyordu burası. Öğle namazını cemaatle kılıp burada öğrenim gören talebelerden Kur’an dinledik. Talebelere, hocalara ve diğer hizmetlilere nakdi yardımda bulunduk. Hepsinin sevinçle ışıyan gözlerine baktık. Kursun aşçısı bana yatıp kalktığı, yemek pişirdiği odaları gezdirdi. Son derece bakımsız ve hijyenden hayli mahrum bu yerler, gümrah ağaçlar arasında, merkeze hayli uzak bir bölgedeydi. Hafız Ahmed’in bir kârî olan rahmetli babası, vefatından az önce İslâmî hizmetlerde kullanılması şartıyla bir arsa bağışlamış. Bir dönümlük bu arsa üzerinde gezindik ve hemen yanındaki kabrini ziyaret edip hayır dualarda bulunduk. Kafile başkanımız, duasında, bütün geçmişlerimizin ve bilhassa bu topraklarda şehit düşmüş mazlum Müslümanların ruhlarını da anarak, ümmet-i Muhammed için birlik, beraberlik ve zafer dileklerinde bulundu.
İki tarafı sık ve büyük ağaçlarla kaplı olduğundan her yanı gölgelenmiş asfalt yolları aşıp Çitagong’un merkezine ulaştık. Burada arkadaşlarımızın bir kaçı hayli ağır olmak üzere hemen hepimizin hastalandığı belli oldu. Davetiyle benim bu sefere iştirakimi sağlamış olan eniştem Rüstem Bey hemen hiçbir şey yiyemez hâle gelmişti. Yanındaki hemşerisi Ahmet kardeşin midesi bozulmuş. Benim de sağ gözüm mikrop kapmış, ağrıyor. Dünkü mülteci kampı ve gördüklerimiz hepimizi hasta etmiş görünüyor…
Çitagong yolculuğumuz sırasında Ahmet b. Yusuf, Arapça olarak Bengladeş, Myanmar ve Arakan Müslümanlarının tarihî hikâyelerini nakletti. Kafile başkanımız Ali Bey aracılığıyla tercüme edilen bu sözlerden epeyce malumat edindik. Konuşmasından anlaşıldığı kadarıyla dünyanın tüm Budistleri, Hinduları, Hıristiyan, Yahudi ve putperestleri tek millet halinde saldırmakta ve Müslümanları yok etmeye çalışmaktaydılar. Yoksullara yardım elbette pek önemliydi ama çocuklarımızın İslam terbiyesi ile yetiştirilmeleri ve ciddi eğitim görmeleri de bir o kadar önemliydi…
Çitagong da, Bengladeş’in diğer şehirleri gibi aynı çarpık yapılaşma, gürültü ve kalabalık bir kentti. Ortasında boz bulanık akıp giden müthiş büyük bir nehir görünüyordu. Üzerinde gemiler, kayıklar, balıkçı tekneleri vardı.
Bir pizzacı bulup karınlarımızı doyurmaya çalıştıktan sonra yine son derece yoğun trafik içinde ilerleyip havaalanına geldik. Akşam namazını edadan sonra pervaneli küçük bir uçakla Dakka’ya döndük. Yolculuğumuz 45 dakika sürdü ama yoğun kalabalık sebebiyle otelimize epeyce geç ulaştık.
2 Mayıs 2019 Perşembe sabahı imsaktan hemen sonra Dakka’daki Hazreti Şah Celal havaalanına geldik. Saat 06.25’de uçağa binip dokuz saate yaklaşan bir uçuş sonrasında İstanbul’a döndük.
Gerçekten asla unutulmayacak bir yolculuk yapmıştık hepimiz.
Ben, birlikte olduğumuz bütün arkadaşları çok içten, candan ve samimi kardeşler olarak tanıdım ve bundan şeref duydum. Yürekleri İslâm sevdasıyla dolu bu şerefli mücahidler, muhakkak ki bundan sonra da aynı samimi duygularla kardeşlerinin yardımına koşacak, şu üç günlük dünya hayatında hayırla anılmak için çalışacaklardır. Yüce Mevlâmız hiç birimizi hor, hakir ve zelil hâle düşürmesin. Bereketli işlerimizde yollarımızı ve bahtımızı açık eylesin. “Hasene” adına karşılaşacağımız bütün engelleri aşmayı cümlemize nasip etsin. Amin, amin, amin…