Amman’da İlk Gün
2 Ekim 2019 tarihinde Ankara’dan bindiğimiz bir uçakla Ürdün’ün başkenti Amman’a geldik. 1 saat 45 dakika süren bir yolculuktan sonra ulaştığımız havalimanında bizi küçük oğlum Ubeydullah karşıladı. Kendisi birkaç ay önce buraya Arapça eğitimi için, ailesini de yanına alarak gelmişti. Birlikte şehir merkezinde bulunan evlerine girdiğimizde küçük torunlarımız çok sevindiler.
Asıl gayemiz onları ziyaret ederek moral desteği vermekti. Buraya kadar gelmişken gezebileceğimiz her yeri de gezecek, bilgi ve görgümüzü artırmak için her fırsatı değerlendirecektik. Nitekim aynı gün ikindi namazından sonra Ubeydullah’la beraber şehrin merkezine, Vasatu’l-Beled’e gidip epeyce gezdik.
Cadde ve sokaklar pek kalabalık görünüyordu. Ürdünlülerin Müderrecü’r-Rumanî yani “Roma Merdivenleri” adını verdikleri antik tiyatroyu, çarşı ortasındaki Hüseynî Camii’ni gördük. Akşam namazını epeyce kalabalık bir cemaatle Hüseynî Camii’nde kılıp eve döndük.
Bizi eve getiren taksi şoförüne ismini sorduğumuzda “Benim adımdan hiçbir Arap ülkesinde yok!” deyip isminin “Cihad” olduğunu söylemişti! Espri hayli manalı idi. Gerçekten Arap ülkelerinin yönetimlerini, halklarından kopuk ve Batı yanlısı diktatörler ele geçirmişlerdi. Din kardeşleri Filistinlilerin haklı mücadelelerine destek vermekten çekinip İsrail yanlısı politikalar üreten bu yöneticiler gerçek bir zillete düşmüş gibiydiler. Bu konuda Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerinin başı çektiği biliniyordu. Gelip geçici dünyanın zevk ve eğlencelerini Allah yolunda cihada tercih eden bu gibi kimseler için halk, “Kilâbu Emrika” gibi pek ağır değerlendirmeler yapmaktaydı.
Amman Kalesi’den Şehrin Görünüşü
Amman’da binalar tek düze görünüyor. Toprak renkli taşların hâkimiyeti var. İnişli çıkışlı yollar ve akşam güneşinde bambaşka renklere bürünen bitişik nizam evler... Hayat epeyce pahalı; 1 dinar 8 TL. ediyor. Para kıymetli ve geçim zor. En fazla maaş 700 dinar civarında imiş. Bunu kazanmak da hayli zormuş. İki odalı küçük bir evin kirası 400 dinar…
3 Ekim 2019 tarihinde akşama doğru bir taksi çağırıp çocuklarla beraber Amman’ın merkezi olan Vasatu’l-Beled’e gittik. Yine akşam namazını Hüseynî Camii’nde kıldık ve Roma tiyatrosuna geldik. Hava tamamen kararmış, gece başlamış durumda. Tiyatro kenarında bazı Ammanlılar oturmuş, sohbet ediyorlar. Çocuklar geniş meydanda oyunlar oynuyor. Yeniden bir taksi çağırıp eve döndük.
4 Ekim günü Cuma namazından hemen önce bir firmadan kendimiz için bir araç kiraladık. Günlük 25 Ürdün Dinarı ödeyeceğiz. Haftalığı 250 dolara tekabül ediyor. Nissan marka siyah bir otomobil.
Mûte’nin Şehidleri
Cuma namazını Amman’ın zengin bir mahallesindeki mescitte eda edip eve geldik. Otomobili Ubeydullah kullanıyor. Çocuklar hazırlanmışlar. Onları da alıp Mûte’ye doğru yola çıktık. Gayemiz, Mûte Savaşı sırasında şehid olan üç büyük sahabîmizin kabirlerini ziyaret etmek.
Havaalanı istikametinde, Akabe’ye giden yolda ilerliyoruz. Hız sınırı limitlerine uymak gerekiyor. Karak şehrine geldik. Ürdün’ün bu tarihî şehri çeşitli yüksek tepeler üstüne kurulmuş. Canlı, hareketli bir yer. Meşhur kalesi üstüne çıktık. Toplamda 5 dinar ödeyip içeri girdik ve gerçekten büyük emekle yapılmış kalenin dehlizlerini, odalarını, labirenti andıran alt bölümlerini ve bütün manzaraya hâkim üst, açık alanlarını dolaştık.
Mûte Şehidleri İçin Yapılmış Külliye
Epeyce uzun süren bu geziyi tamamlayıp tekrar yola koyulduk. Karak’a 8-9 km. uzaklıkta bulunan Mûte’ye ulaştık. Güneş henüz batmadan yüce sahabîlerimizin kabirleri bulunan yere geldik. Artık batmak üzere olan gün ışığında turuncu ve nuranî bir renge bürünen bu mübarek yerde hemen ikindi namazlarını kıldık. Cafer b. Ebû Talib ve Zeyd b. Harise (r.a.) efendilerimizin, hayli emekle inşa edilmiş kabirlerini ziyaret edip duygulandık. Mübarek kanlarıyla bu toprakları sulayıp Müslümanların vatanı yapan aziz şehitlerimizin ruhları şad olsun… Vakit geç olduğu halde bize kapıyı açan görevli kardeşe bir miktar harçlık verip biraz daha uzakta bulunan üçüncü şehid sahabîmiz Abdullah b. Revaha hazretlerinin türbesine gittik. Akşam namazını sandukası yanında eda edip onun ziyaretini de tamamladık. Hava iyice kararmış vaziyette. Tekrar başkente dönmek gerekiyor. Gece saat 22.00’de Amman’daki evimize girebildik.
Yüce Mevlâ her şeyi hakkımızda hayırlı kılsın. Ziyaretlerimizi makbul eyleyip bizi de cennette salihlerle beraber eylesin. Bana göre, eğer Ürdün’de herhangi bir Peygamber kabri yoksa memleketin en kıymetli mevkii bu üç büyük şehidin yattığı yerdir.
Vadi-i Şuayb’dan Lut Gölü’ne
5. 10. 2019 Cumartesi günü kahvaltımız için çarşıdan taze pişmiş lavaş alıp, evdeki hazırlıkları tamamladıktan sonra saat 12.00 gibi yola çıktık. Merkezi Salt olan kadim Belka Vilayeti yönüne doğru ilerledik. Salt’ı görüp, Vadi-i Şuayb istikametine döndük. Epeyce bir müddet inişi çok vadide ilerleyip büyük peygamberlerimizden Hz. Şuayb aleyhisselâmın makamı olduğu söylenen yere geldik. Vadi içinde, yolun sol tarafında, yine yüksekçe bir tepenin eteğine kurulmuş bu sessiz, sakin ve huzurlu yerde küçük bir külliye inşa edilmiş. Bahçesi içinde yaşlı zeytin ağaçları ve daha başka bitkiler bulunan bu yerde bazı görevliler avluyu yıkıyor, etrafta kediler geziniyordu. Birkaç ziyaretçi vardı. Yüksekçe minaresi olan bir mescit ve yine yüksek kubbesi olan makamı dolaşıp Hz. Şuayb aleyhisselâmın sandukası bulunan bölüme girdik. Ziyaretimizi tamamladıktan sonra öğle namazını mescitte eda edip tekrar yola koyulduk. Yine derin bir vadiden aşağılara indik. Kenarında yaşlı ağaçların ve sazlıkların bulunduğu küçük bir dere yanından geçtik. Bir yerde durup, dağdan dereye inmiş olan keçilerin ve çobanlarının fotoğraflarını çektik. Hava pek sıcaktı ve zavallı çoban köpeği de kendini derenin sularına atmış, serinlemeye çalışıyordu. Esmer, zayıf ve kavruk yüzlü bir adam olan çoban ise, sineklerden korunmaya çalışıyor… Gerçekten etrafta çok sinek vardı. Pencereleri açar açmaz otomobilin içine dolan bu yaratıklardan nasıl korunacağımızı bilemedik.
Birkaç kontrol noktasını aşıp Ölü Deniz’e doğru ilerledik. Akabe yolu üzerindeyiz. Nihayet dünyanın en ilginç ve ürpertici yerlerinden biri olan Ölü Deniz’e (Lut Gölü) ulaştık. Etrafına görkemli tatil siteleri kurulmuş. Karşı yakasında Filistin toprakları…
Hava biraz bulutlu. Yer yer yağmur çiseliyor ama ortalık yine de çok sıcak.
Sol yanımız yanmış ve kararmış volkanik dağlar ve tepelerle dolu. Ölü Deniz gümüş bir tepsi gibi sessiz ve durgun. Epeyce fotoğraf çektik. Akabe yönünde hayli ilerleyip bir yerde durduk. Gölü seyrederek birkaç lokma bir şeyler yedik. Dağlardan gelen ve aktığı yerlerde büyük ve derin yarıklar oluşturan ince sular gördük. Kim bilir ot, kamış ve yabani ağaçlarla kaplı bu derin çukurlar arasında nasıl hayvanlar yaşamaktadır? Dikkatle baktığımız halde bazı kuşlar dışında bir canlılık emâresi göremedik.
Ölü Deniz’de Gün Batımı
Geri dönüp Medeba yoluna girdik. Amman’a bu dağ yolundan dönmek istiyoruz. Müthiş manzaralar görerek dağı tırmandık. Arkamızda gizemli Lut Gölü ve üzerinde parıldayan güneş ışıkları. Güneş, bulutlar arasından sık sık başını gösteriyor ve huzmeleriyle Ölü Deniz’i bambaşka manzaralara sokuyordu.
Dağı tırmanıyor, zaman zaman durup gölü seyrediyoruz. Ortalık çok sessiz. Yer yer üç-beş kişilik turist kafilelerine rastlıyoruz. Bir tabela gördük. Panoramik manzara sunan bir yeri gösteriyor. İçinde Ölü Deniz’e ait bir de müze varmış.
Tabelanın gösterdiği yöne dönüp yüksekçe bir kapı önüne geldik. İçeriye, kişi başına iki dinar ödenerek giriliyormuş ama görevli bizim Türk olduğumuzu görünce birer dinar aldı. Önce Ölü Deniz müzesini gezdik. Ve gerçekten müthiş bir manzara sunan bu çiçekli yerde ben bir bardak çay içtim. Daha çok zengin kimselerin geldikleri anlaşılan lüks restoranda epeyce müşteri vardı ve bir fincan çay için 2,5 dinar, ödemek zorunda kaldık.
Akşam namazını El-Şiar denilen bir yerde kılıp yatsıdan sonra Amman’daki evimize döndük. Bir lokantadan dürüm döner alıp karınlarımızı doyurduk. Burada dönere “Şavarma” ismi veriliyor.
Bir Kutlu Ağaç Yolunda
6. 10. 2019 Pazar günü Ubeydullah dil kursundan saat 11.30’da geldi. Birlikte kahvaltı yaptık. Çocuklar evde kaldılar. Biz ikimiz Ezrak şehrine gitmek için yola çıktık. Önce Sahab denilen yere uğradık ve araya sora Ashab-ı Kehf’in bulunduğu ziyaret yerine ulaştık. Burası havaalanına giden yol üzerinde, yine bir tepenin yamacında bulunan küçük bir yerleşim yeriydi. Kayalar oyularak mabede benzer bir yer yapılmış. İçerde Roma kaya mezarları gibi dört adet sanduka görünüyor. Üstleri kapalı lahitlerden birinin duvarı delinmiş ve buraya bir cam yerleştirilmiş. Telefonun ışığıyla baktık. İçerde insan kemikleri görünüyor. Kur’an-ı Kerim’de kıssaları anlatılan Mağara Arkadaşları’nın burada olduğu elbette kesin olarak bilinmiyor. Dünyanın başka yerlerinde ve Türkiye’de de onlar için kurulmuş çeşitli mekânlar var. Tarsus ve Afşin’deki yerler hayli meşhur…
Sahab’tan ayrılıp Ezrak’a doğru ilerledik.
Bir süre sonra yerleşim yerleri bitip uçsuz bucaksız çöl başladı. Dümdüz uzanan ve kenarında bir tek ağacın bile bulunmadığı düz asfalt üzerinde ilerledik. Nihayet bu boş araziler üzerine kurulu tek bir yapı gördük. İsmi Kasru’l-Harrane olan bu yüksek yapı Emevîler zamanından kalmış. Daha çok bir hanı andırıyor. Giriş yerindeki görevli bizden herhangi bir ücret almadığı gibi Türkleri çok sevdiğini söyledi. İlerleyip kasrı gezdik. Orijinal süslemeleri yok olmuş bu görkemli yapının üst katlarına çıkıp bütün odalarını dolaştık. Epeyce uğraşılarak yapılmış taş bina şimdi bütün işlevini yitirmiş durumda. Çamur sıvanmış duvarlarda yer yer eski izler de görünüyor. İçerde gezinen birkaç turist var.
Kuseyr Amra’nın Ön Cephesi
Buradan çıkıp yola devamla bu sefer yolun sol tarafında görünen Kuseyr Amra’ya geldik. Yine Emevîler zamanında yapılmış ve bir nevi av köşkü olduğu söylenen bu yer, küçük kubbeli kısımları, çok geniş ve derin kuyusu, duvarlarını süsleyen eski resimleriyle oldukça ilginç görünüyordu. Epeyce kalabalık bir turist grubu da yapıyı inceliyor, rehberlerinin anlattıklarını dinliyorlardı. Köşkün iç duvarlarına çizilmiş çıplak kadın figürleri bizi hayli rahatsız etti. Acaba orijinal mi idiler? Bazı Emevî halifelerinin bir takım ahlâksızlıklarla malul olduklarını okumuştuk ama işi bu kadar ileri götürmüş olabilirler miydi?Kuseyr Amra’dan ayrılıp Ezrak şehrine vardık. Burada kara taşlarla yapılmış küçük bir kale vardı. Ana yolun hemen solundaki bu taş kapılı kaleyi ve içindeki küçük müzeyi de gezdikten sonra “Safavi” istikametine doğru yola devam ettik. Yine uçsuz bucaksız ve kurak çöl içinde gidiyoruz. Yer yer simsiyah taşlarla kaplı ürpertici araziler görünüyor. Bu taşlar sanki gökten yağmış gibi ve her biri volkanik görüntü sunuyor. Bir ara otomobili durdurup bu taşlık vadide dolaştık. Kimisi değişik hayvan şekillerini almış bu kara taşları hayret ve şaşkınlıkla seyrettik… Hiçbir otomobilin geçmediği ıssız karayolunda 40 km. kadar ilerleyince “Bukayaviyye” levhasını gördük. Hemen sağ tarafa dönüp, 14-15 km. daha giderek meşhur “Mukaddes Ağaç”a ulaştık! İsmi “Şecere-i Bukayaviyye” imiş…
Şecere-i Bukayaviyye
Yüce Allah’ımızın gerçek mucizelerinden biri gibi görünen bu garip ağaç, yüzlerce kilometrelik ağaçsız çöl içinde tek başına öylece duruyor! Kenarına askerî bir bina yapılmış. Etrafı çevrilerek koruma altına alınmış. Kalın ve kadim gövdesi birçok kısma ayrılmış ve kütlesi çorak toprağı sımsıkı kucaklamış. Rivayete göre Peygamber Efendimiz bir Şam yolculuğu sırasında bu ağacın gölgesinde dinlenmiş ve onun için dua etmiş. Bu yüzden ağaç hâlâ ayakta ve canlı imiş… Pek çok fotoğraf çektik. “Ürdün’de gördüğümüz en ilginç hadiselerden biri budur!” diyerek güzel ağaçtan ayrılıp dönüş yoluna geçtik. Güneş kızıl bir tepsi gibi müthiş çölde batmak üzereydi…
Ceraş’ın Sütunları
7. 10. 2019 Pazartesi günü çocuklarla beraber Ceraş istikametine yöneldik. Amman’a 40-45 km. kadar uzaklıkta bulunan Ceraş yolundaki derin vadiler, yüksek tepeler ve oldukça yeşil bir arazi yapısı arasında ilerleyip 45 dakika sonra yüksekçe bir tepe üzerine kurulu antik kente ulaştık. Buradaki eski Roma şehri, yeni Ürdün evleriyle karşı karşıya. Eski ve yeni birbirine benziyor ama Roma antik kenti devasa sütunlarıyla farklılık arz ediyor. Giriş yerini bulup otomobilimizi park ettik. Hava çok sıcak ve çocuklarla gezme imkânı görünmüyor. Onlar beni beklemeye karar verdiler.
Ceraş Antik Kentinden Bir Görünüm
10 dinar giriş ücreti ödeyip Roma’nın önemli şehirlerinden sayılan ve oldukça iyi korunduğu söylenen Ceraş’ın devasa kapısından içeri girdim. Etrafta bir kısım yabancı turistler, yalnız gezinen adamlar var. Yaklaşık 50 dakika kadar tek başıma dolaştım. Güneşin hararetine rağmen taş döşeli yolları aşıp şehrin son yapısına kadar yürüdüm. Sütunların, işlemeli taşların; amfi tiyatro ve çeşitli pagan tapınaklarının fotoğraflarını çektim. Biraz Efes harabelerini andıran Ceraş’ın, en ilginç yeri çoğu kısmı harap olmuş amfi tiyatro bölümüydü.
Çocukları daha fazla bekletmek istemiyorum. Saat 15.00’e doğru yanlarına döndüm. Birlikte Ceraş’tan Amman’a doğru tekrar yola çıktık. Yol üzerinde küçük ve ferah bir mescitte öğle namazlarımızı kıldık. Vadi içindeki dere kenarında biraz dolaştık. Uzakta baraj gölü gibi bir yerler görünüyor. Bazı tepeler küçük ve seyrek çam ağaçlarıyla kaplı. Hemen her yere, her tepe üstüne evler yapılmış. Ceraş neredeyse Amman’la birleşmiş.
Evler tek tip gibi görünüyor ve hepsi çatısız. Buraya özgü bir cins beyaz taşla yapılmışlar. Bu taş herhalde kolay işlenen ve her türlü desene imkân veren güzel bir yapı malzemesi. Ürdün’ün bütün şehirleri bu taşlarla inşa edilmiş gibi. Ceraş antik kentindeki yapı taşları da aynı cinsten olsa gerek.
Eve dönüp geç saatlere kadar oturduk. Ayın 14’ü için dönüş biletlerimizi aldık. Daha bir hafta kadar buradayız. Petra’ya gitme planları yapıyoruz.
Amman Kalesi
8. 10. 2019 Salı günü geç saatlerde kahvaltı yaptık ve öğle namazlarını kılıp çocuklarla dışarı çıktık. Ürdün Müzesi ve kalesini görmek üzere Vasatu’l-Beled denen yere geldik. Müzenin yolunu bulamayıp kaleye çıktık.
Amman Kalesi Üzerinde Emevi Sarayı
Amman’ın orta yerinde, yüksekçe bir tepeye inşa edilmiş bu kadim mekânda Roma döneminden kalmış Herkül Mabedi kalıntıları, bir Emevî Sarayı ve Eyyubîler dönemine ait bazı binalar vardı. Öğle sıcağında dört bir köşesinde dolaştığımız kalede birçok fotoğraf çektik. Buradan Amman’ın her tarafı görünüyor. Panoramik manzaralar insanda değişik duygular uyandırıyor. Tepeler üzerine bitişik nizam yapılmış binalar o kadar sık ve fazla ki insan şaşırıyor. Her yanda eski evler, çarşılar görünüyor. Sıcak havada epeyce dolaşıp kaleden indik. Ürdün Müzesini gezmek için daha aşağılara indik ama yol yapımları sebebiyle müzeye varamayıp eve döndük.
Yatsı namazı için Kral Abdullah’ın babası adına inşa ettirdiği dört kuleli, kale biçimli muazzam camiye gittik. Gerçekten büyük emek çekilerek yapılmış binada namazı kılıp civarı gezdik. Büyük bahçe içinde binlerce ağaç var ve burası Ürdünlülerin piknik yeri haline gelmiş. Ağaçlar altında nargile içen Ammanlı kadınlar gördük…
Petra’ya Doğru
9. 10 2019 Çarşamba günü Ürdün Müzesi’ne gittik. İçinde üç-beş çanak çömlek ve birkaç heykel kalıntısı bulunan sıradan bir müze… Birçok şey fotoğraf ve canlandırmalarla gösterilmeye çalışılmış.
Müzeden çıkıp eski Amman sokakları arasında gezindik. Öyle görülecek ilginç bir yapı yahut tarihî eser göremedik.
Öğle namazını Kral Abdullah adına yaptırılmış 1982 yapımı bir camide eda ettik. Burada da basit bir İslâm eserleri müzesi ve fotoğraflardan oluşmuş bir tanıtım yeri var. Her köşesinde kralın, babasının ve dedesinin resimleri görünüyor. Birçok yerde Kral Abdullah’ın oğlu da millete gülümsüyor! Babasının veliahdi imiş. Bazı özel otomobillerin arkasında “Gönüllerin Kraliçesi” denilerek Kraliçe Ranya’yı sembolize eden motifler görünüyor. Ana caddede, basitçe yapılmış bir sütun üzerinde “Allah, Vatan, Melik” yazılmış! Asıl amacın “melik”i yani kralın varlığını hatırlatmak olduğu anlaşılıyor…
Amman, hayli karışık, kirli ve sıcak bir şehir. Nüfus pek kalabalık. Dükkânlar birbiri içine girmiş vaziyette. Zenginlik ve yoksulluk bir arada. Kral Abdullah Camii bekçilerinden biri oğlundan yardım talep etmiş. “Dört çocuğum var, zor durumdayım…” filan demiş.
Allah hepimizin yardımcısı olsun. İkindi ezanı okunurken eve döndük. Yarın ola, hayır ola…
10 Ekim 2019 Perşembe günü çocukları evde bırakıp Ubeydullah ile birlikte yola çıktık. Gayemiz Vâdi-i Rum ve Petra’yı ziyaret etmek.
Bir Garip Osmanlı İstasyonu
Saat 12.00 gibi Amman’dan hareketle Maan istikametine yöneldik. Yaklaşık 300 km. yol gideceğiz. Henüz tam olarak çift yönlü hale getirilmemiş ve yer yer çok bozuk yolda ilerledik. Hicaz Demir Yolu’nun kenarından gidiyoruz. Üç senedir hiç çalışmayan bu demir yolunun istasyonlarından birine vardık. Gidiş yolumuzun sağında kalan küçük bir köydeki bu Osmanlı istasyonunda bir bekçi vardı. Bizi sevinçle karşılayıp bazı yerleri gösterdi. İstasyonun ismi güzel bir hatla duvardaki bir mermere işlenmişti. Burada “Curûfu’d-Derâvîş” yazısı okunuyordu.
Bir su deposu, birkaç harap bina ve istasyon görevlisi Selami… “Üç senedir hiç tren geçmedi buradan…” dedi. “Çay içelim, sohbet edelim, Osmanlı şöyleydi, Osmanlı böyleydi” gibi şeyler söyleyerek bize yakın ilgi gösterdi. Teşekkür edip bu harap bölgeden ayrıldık. İstasyon çevresindeki kerpiç binalar da tamamen yıkılmış, kullanılmaz hale gelmişti. I. Dünya Savaşı sırasında İngiliz casus Lawrence ve ona uşaklık eden Emir Hüseyin’in çapulcuları burada bulunan 700 kişilik Osmanlı askeri birliğini kurşuna dizerek istasyonu ele geçirmiş!
Vâdi-i Rum’da Gece
Yola devamla Vâdi-i Rum’u gösteren levhanın yanına geldik. Güneş batıya meyletmişti. Hava bulutluydu ve bazı yerlerde hafif yağmur atıştırmıştı. Amacımız bir an önce ve güneş batmadan istediğimiz yerlere ulaşıp fotoğraf çekebilmekti. Uçsuz bucaksız çölde birdenbire beliren kırmızı dağlar ve tepeler pek ilginç manzaralar sunuyordu. Köye benzer bir yere geldik. Arkası kasalı, dört çeker skodalar görünüyordu sokaklar arasında. Bizim kiralık otomobilimizle Vadi-i Rum’un kumlu yoluna girmemiz mümkün görünmüyordu. Bir arkadaş aracıyla yanımıza gelip bizi gezdirebileceğini söyledi. Epeyce pazarlık yapıp 40 dinar istediği halde onu 15 dinara düşüren bu köylü ile vadiye daldık.
Vadi-i Rum’da Bir Akşam Vakti
İlk götürdüğü yerde yüksek ve kırmızı kum tepeleri görünüyordu. Artık güneş batmış, pek bir şey görünmez olmuştu. Akşam namazını oradaki küçük çadırda, birlikte kıldık. Adam bizi başka bir yere götürdü. Yüksek ve sert kayalar arasında bir geçit vardı. Yanına kadar gittik ama pek bir şey göremedik. Uzaktaki dağları, eteklerinde turistler için kurulmuş çadırların zayıf ışıklarını seyrettik. Çölün çeşitli yerlerinden gidip gelen araçlar fark ediliyordu. Müthiş bir sessizlik vardı. Ay, bulutlar arkasındaydı ve ortaya çıkacağa benzemiyordu. Şoförümüz bizi tekrar köye döndürürken üçüncü bir yer gösterdi. Burası deve ve koyunların su içtiği bir yerdi ve iki borudan ip gibi su akıp olukları dolduruyordu. Oturup abdest aldım. Az ötedeki çadırda gece kalıp kalamayacağımızı sorduk. Kişi başına 10 dinar istediler. Hava çok karanlık olduğundan ve yoğun bulutlar sebebiyle yıldızları seyretmek mümkün görünmediğinden burada gecelemekten vazgeçip Vadi-i Rum’dan ayrıldık. Geldiğimiz ara yolu süratle geçip tekrar Maan yoluna girdik. Petra’da bir otel veya motel bulur yatarız diye karar vermiştik.
Petra’da Yedi Saat
Melikler Yolu (Tariku’l-Mulukiyyîn) denilen bir ara yola girip 40-45 km kadar giderek, gece saat 21.00 gibi Vâdi-i Musa’ya ulaştık. Burada büyükçe bir şehir kurulmuş. Çeşitli oteller gördük. Birkaç yerden fiyat sorduk ve nihayet 50 dinardan 35 dinara düşen bir yerde kalmaya karar verdik. Otel sahibi bize sıcak ilgi gösterdi. Dindar bir adama benziyordu. Aç olup olmadığımızı sordu ve restoranda çıkartıp yemek hazırladı. Gecenin bu geç saatinde sıcak çorba, cacık, pilav ve meyve ile karınlarımızı doyurduk.
Üç yataklı ve temiz bir odada banyo yapıp uykuya çekildiğimizde gece çoktan yarılanmıştı.
Namaz için uyanıp hazırlandık. Saat 07.00’de kahvaltı yapıp otelden ayrıldık. Petra’nın giriş yeri iki kilometre ilerde imiş. Oraya varıp otomobilimizi park ettikten sonra 50’şer dinar ödeyerek iki bilet aldık. Bir gezi yeri için epeyce yüksek bir ücret…
Sabahın erken bir vakti olmasına rağmen etraf kalabalıktı. Daha çok yabancı turistler buraya akın etmiş gibiydiler.
Epeyce bir süre açık alanda ilerleyip Petra kanyonunun girişine ulaştık. Yüce Allah’ın müthiş kudretini gösteren ve daha çok kırmızı renkli müthiş kayalar arasından ilerledik. Adına “Sig” denilen 1,5 kilometre uzunluktaki bu yolda başımızı kaldırıp bakıyor ve yukarda zor görünen gökyüzünü seyrediyoruz. Kenarına su kanalı oyulmuş kayalar arasından epeyce gidip Petra’nın hazinesi denilen yapı önüne geldik. İsmi “El-Hazne” olan ve kireç taşı oyularak yapılmış bu muazzam ve sütunlu yapı gerçekten pek görkemli görünüyordu. Bundan iki bin yılı aşkın bir süre önce inşa edilmiş bu Nebatî binasının önü ana baba günü gibi kalabalıktı. Herkes fotoğraf çekiyor, hayranlıkla seyrediyordu. Kenardaki kahvehanede birer çay içtik ve gezimize devam için öbür taraflara yöneldik. Yine epeyce süre kanyon içinde ilerleyip bir boşluk alana ulaştık. Burada da kayalara oyulmuş evler, çeşitli yapılar ve müthiş bir depremden arta kaldığı anlaşılan bina kalıntıları vardı. Saatlerce güneş altında gezip iyice yorulduk. Sık sık su alıp içiyoruz. Nebatîlerin Roma medeniyetine hayranlıkları sebebiyle onlar gibi tiyatro binaları inşa ettikleri bu zengin başkentleri Petra, daha sonra Romalılar tarafından zapt edilmiş ve onlar da bu ilginç vadide bazı yeni yapılar inşa etmişler. Şimdi hem Nebat hem de Roma krallarının yaptırdığı binalar harap vaziyete gelmiş. Sütunlar devrilmiş, çatılar çökmüş! Her yan yıkık binaların sağa sola kaymış taş duvarlarıyla dolu…
Petra’da “El-Hazne” Binası
Herhalde yüce Allah’ın Hz. Salih’in kavmi olan milleti helak ettiği yer burası olsa gerek. Zira Medayin-i Salih de daha ötelerde ve buranın devamı gibi. Şimdi Suud sınırları içinde kalan Hicr Bölgesi’inde de burada olduğu gibi kayalara oyulmuş evler var…
Petra’da görülmesi gerekli son bir büyük yapı daha varmış ve oraya gidiş, dik merdivenler sebebiyle epeyce zahmetliymiş. Pazarlıkla iki eşek kiralayıp üzerlerine bindik. Yanımızda eşeğin sahibinin küçük yaştaki oğlu var. İnanılmaz yolculuğumuz başladı! Eşekler bizi dik merdivenlerden ve daracık bir kanyondan yukarılara çıkarmaya başladılar. Hayvanların sahibi küçük çocuk yanımızda yaya yürüyor ve eşeklerini idareye çalışıyor. Alışık olmadığımızdan hayli zorlanarak ilerliyoruz. Zavallı hayvanlar büyük bir dirençle yokuşu tırmanıyor, taş merdivenleri birer ikişer atlıyorlar. Etrafta gelenler, gidenler, yorgunluktan bitap düşmüş yaya turistler görünüyor. Epeyce tırmanıp bir boşluk alanda durduk. Bundan sonrasını yayan gitmek zorundaymışız. Zaten dört dakika sürermiş… Yüzü sıcaktan ve yorgunluktan kapkara kesilmiş olan küçük dostumuza 10 dinar ödeyip merdivenleri tırmanmaya başladık. Dört dakika değil ama belki on dört dakika kadar tırmanıp yine geniş bir alana ulaştık. Burada, hemen sol tarafta bir Nebatî binası görünüyordu. Milattan önce 3. asırda yapıldığı söylenen mabedin ismi “El-Dair” imiş. Yine devasa kaya üzerine oyulmuş muazzam bir yapıydı bu. Etrafında gezinen insanların yapıya nazaran karınca kadar küçük göründüğü bu yerin birçok resmi yapılmış, fotoğrafları kitaplara konulmuştu. Daha öte tarafında müthiş manzaraların seyredildiği tepeler vardı. Biri üzerine çıkıp uçsuz bucaksız dağ silsilelerini seyrettik. Kapkara taşlarla dolu vadiler öyle uzanıp gidiyordu…
Bu sefer geldiğimiz yolu yaya inmeye başladık. İniş sanki çıkıştan daha zordu! Bacaklarımızın bütün dermanı tükenmiş gibiydi. Beş saat yol yürümüştük. Bin zorlukla aşağı indik. Geldiğimiz kanyonları da tekrar yaya geçerek çıkış yerine ulaştık. Oğlumun hesaplamasına göre 15 km. yol yürümüşüz. Telefonla attığımız adımları saymış…
Büyük yorgunluk ve zahmetle gezmiş olmamıza rağmen antik Petra şehri bizi epeyce etkiledi. Turistlerin buraya niçin bu kadar ilgi gösterdiği az çok anlaşıldı. Gerçekten gezilip görülmeye değer bir yerdi burası. Batmış medeniyetlerin ibretamiz sonunu görmek ve müthiş kayalar sebebiyle yüce Allah’ın sonsuz kudretine defalarca nazar etmek için Petra ziyareti gereklidir diye düşündük ve yorgunluklarımızı unutmaya çalıştık. Ubeydullah otomobili getirdi. Sırılsıklam olmuş atletlerimizi çıkarıp bindik. Yine uzunca süren bir yolculuktan sonra, akşama doğru Amman’a dönüp evimize ulaştık. Yüce Mevlâ hakkımızda her şeyi hayırlı kılsın ve bizi de geçmişten ibret almasını bilen akıllı insanlardan eylesin.
Salt’ta Bir Şehitlik
12. 10. 2019 Cumartesi günü öğle namazlarını evde kılıp çocuklarla birlikte dışarı çıktık. Hedefimiz buraya 25 km. uzaklıkta bulunan Belka Vilayetinin merkezi Salt idi. Orada Osmanlı döneminden kalmış eski evler ve bazı tarihî binalarla birlikte bir de “Türk Şehitliği” bulunuyormuş.
Saat 14.00’de kiraladığımız otomobille Salt istikametine yöneldik. Epeyce bir süre gidip yol üzerinde işaret levhasını gördüğümüz Hz. Yuşa Türbesi’ni ziyaret için sağ tarafa döndük.
Hz. Yuşa aleyhisselam için yapılmış Türbe ve Cami
Yüksekçe bir tepe üzerinde, hayli eski görünen makamın yanına pek zarif ve büyük bir mescit yapılmış. Etrafta hiç kimse görünmüyor. İçerde görevli bir adam var. Hemen kalkıp türbenin kapısını açtı. Birkaç basamakla aşağı inip derin ve uzunca dehlize girdik. Beşik tonozlu bu yerin ortasında epeyce uzun bir sanduka görünüyor ve üstüne örtülmüş yeşil örtüde “Seyyidinâ Yûşâ b. Nûn aleyhisselâm” yazıyordu. Sandukanın baş tarafına konulmuş iğreti mermer taş üzerinde de Kehf Sûresinin Hz. Yuşa aleyhisselâmdan bahseden 60 ve 61. ayetleri yazılmıştı. Tarihi kayıtlara ve diğer tefsirlere göre de gerçekten o, H. Musa aleyhisselâmın Hz. Hızır ile yolculuğa çıktığı sırada yanında bulunan ve kendisine hizmet eden genç adamdı. Hz. Musa’dan sonra İsrail Oğullarının peygamberi olmuş ve Filistin topraklarında çeşitli başarılar elde etmiştir.
Etrafında bahçeli bazı evler bulunan türbe ve mescit civarında küçük bir mezarlık da oluşmuş. Yol kenarında hayli yaşlı bir ağaç görüp fotoğrafını çektim. Mescidin kenarından uçsuz bucaksız bir vadi görünüyordu. Birkaç ziyaretçi geldi ve biz bu güzel mekândan ayrılıp tekrar yola düştük. Uzunca bir süre sonra Türk Şehitliğine ulaştık. Büyük bir mezarlık içindeki şehitliği acı ve hüzünle gezip Fatihalarımızı okuduk. Burada I. Cihan Harbi’nin sonlarında (1918 yılında) 300 Türk askeri İngilizler ve onlarla işbirliği yapan hain bazı Salt’lılar tarafından iki ateş arasında bırakılarak şehid edilmişler. Mübarek cesetleri bir mağaraya öylece atılmış ve İngilizler Salt’ı işgal etmişler. Şehitlerimizin topluca bulunduğu mağara şimdi temizlenmiş ve sembolik bir sanduka yapılmış. Şehitliğin girişine 300 kahramanın isimleri yazılı bir levha konulmuş. “Mehmet oğlu Osman / Adana”, “Mustafa oğlu Hasan / Manisa”, “Udi oğlu Mehmet / Beyrut”, “Salih oğlu Şükrü / Kayseri” yazılı büyük bir levha…
Az yukarı çıkıp yine yüksekçe bir noktada bulunan yeni yapılmış bir mescitte ikindi namazlarımızı kıldık. Cami avlusunda Salt’lı çocuklar top oynuyorlar. Aşağıdaki manzara pek güzel görünüyor. Epeyce fotoğraf çektim.
Türk Şehitliği temiz, bakımlı ve başta zeytin olmak üzere değişik ağaçlar ve çiçeklerle süslenmiş vaziyetteydi. Gerçekten ibret verici bir hikâyesi vardı. Acaba kendilerini 400 sene adaletle yöneten Osmanlı’ya ihanet edenler bunun hesabını yüce Allah’a verebilecek midir? Şerif Hüseyin ve oğullarının veballeri gerçekten büyük olmuş, onlar İngiliz emperyalistlerine hizmet ederek cinayetlerden en büyüklerinden birine ortak olmuşlar…
Salt merkezine indik. Burası inişli çıkışlı bir vadi. Evler bitişik nizam ve yollar pek kalabalık. Yer yer terk edilmiş Osmanlı konakları ve pek zarif yapılmış minareler görünüyor. Bu kısmı otomobille değil, yaya olarak gezmek lazım. Kim bilir ne ilginç ayrıntılara şahit olunacaktır.
Yanımızda küçük torunlar olduğu için bunu gerçekleştiremeyip Amman yoluna döndük. Ana yol üzerinde bir restorana girdik. Müthiş güzel ve panoramik bir manzara eşliğinde Ayn-ı Bâşâ yani “Paşa Pınarı” denilen derin vadiyi seyrederek yemeklerimizi yedik. Toplamda 42 dinar gibi epeyce yüksek bir fatura geldi ama birlikte ve böyle bir manzarada karınlarımızı doyurduğumuz için aldırış etmedik. Hava kararmaya başlayınca kalktık. Amman üzerinde tam bir dolunay parıldıyor.
Yurda Dönüş
13. 10. 2019 Pazar günü gidip kiraladığımız otomobili teslim ettik. Kalan borcumuzu da ödedikten sonra oradan ayrılıp bir taksi ile eve geldik. Türkiye’ye dönüş için bazı hazırlıklar yaptık.
14. 10. 2019 Pazartesi günü erken saatlerde oğlumun, bir arkadaşından emanet aldığı araba ile havaalanına geldik. Artık Ürdün’den ayrılıyoruz.
12 gün süren seyahatimizin hayli verimli geçtiğini söyleyebilirim. Hem çok ilginç mekânlar, hem pek değişik insanlar görmek suretiyle bölge hakkında epeyce malumat edinmiş olduk. Biraz hayat pahalılığı çekilmekle beraber Ürdün yaşanılabilir bir ülke olarak görünüyor. İklimi itibariyle de diğer Arap memleketlerinden daha iyi imiş. Halkı da cana yakın. Namaz vakitlerinde ezanlar okunuyor ve öncesinde bütün minarelerden çeşitli dualar yapılıyor. Camiler çok kalabalık olmasa da gelenlerin samimi ve dindar kimseler olduğu belli oluyor. Onların Türkiye’ye ve Türk insanına bakışı da olumlu görünüyor. Arapça öğrenimi açısından en uygun yerlerden biri olduğu belli olan bu ülkede oğlum altı aydan fazla bir süre kaldı ve dil kursunu başarıyla tamamladıktan sonra doktorasına devam için Malezya’ya geçti. İnşallah oraya da gider, hem onları ziyaret edip hem de uzak doğunun havasını teneffüs etme imkânı buluruz.
Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.