Oturduğumuz evin yanındaki büyük ve boş arsaya devasa bir bina inşa edildi.
İki yüksek rezidans, otel, alt kat bir alışveriş merkezi, havuz, süs bitkileri ve her yer beton. Beton zeminde granit kayalar. Her bina insanın üstüne üstüne geliyor. İkisi de birer ejderha.
Mimarlar, peyzaj ustaları bu korkuyu, bu baskıyı kırmak, insanlara biraz olsun ferahlık vermek için alış-veriş merkezinin üzerini çimenler, çiçekler, bodur ağaçlar ile süslediler. Gören kişi orada bir avuç toprak var sanacak, orayı gerçek bir bahçeymiş diye kabul edecek.
Acaba eder mi?
Beton ve çelik karşısında aciz kalan insan kendi yarattığı canavarın şerrinden kaçmak için her türlü yalana inanmak ihtiyacındadır.
Hani yaşı yetmiş, işi bitmiş adama “Abi ya çok genç gösteriyorsun, en fazla kırk beş, elli. Bunun sırrı nedir?” diye iltifat etmiş biri; o da “Söyle söyle yalan ama hoşuma gidiyor” demiş.
Betona, çeliğe, asfalta, modern yapılara, şehirlere, yollara böyle bir kamuflaj uygulaması şudur: Gerçek tek taş yerine imitasyon. Aldanışın pençesine düşen âdemoğlu bir çiçek, bir kelebek görsün; ayağı toprağa değsin, bir an için tabiata olan hasreti giderilsin, zavallı kafesinden çıkıp şöyle bir derin nefes alsın diye.
İnsanın kendi kendine acıması nasıl bir ruh halidir?
Şöyle: Çırpınış. Tuzağa düşen kuşun kanatlarını kanatıncaya kadar çırpınması, sonra yorgun düşmesi ve ölgün bakışlarla kadere rıza göstermesi gibi.