Sokağın sahibi değilim elbette, ama Dergâh Yayınları orada olduğundan ve ben yıllardır taşına toprağına (toprak yok ya lafın gelişi işte) bastığımdan böyle bir başlık attım.
Sokağın ucunda, üç yol ağzında bir akasya ağacı var. İnce yapraklı ulu bir ağaç. O birbirine bitişik çok katlı apartmanların, hanların gölgesinde, ziftin çöpün arasında, o araba cangılında, korna sesleri, motor gürültüsü, egzoz dumanı içinde nasıl büyümüş?
Bu daracık yerde çokluk adım atacak boşluk bulamazsınız. Her iki yanına araba park ederler. Onlar yetmiyormuş gibi, minibüsler, kaptıkaçtılar, hatta koca koca kamyonlar, el arabaları ile yük taşıyan hamallar bütün gün tıkayıp dururlar yolu. Sen dur ben geçeyim, kim koydu lan bu arabayı buraya, alooo hooop, aloo dağ başı mı burası; benzeri bağrışmalar, sataşmalar, ağız dalaşları eksik olmaz.
İşin gereği olarak hemen bütün atölyelerden yükselen motor sesleri, jeneratör homurtuları, soğutma cihazlarından dışarı salınan sıcak-kokulu hava akıntıları ile boğulacak gibidir sokak.
Sokağa bakan bütün katların bütün kapıları ve pencereleri demir parmaklıklar ile örülüdür. Bir nevi Alcatraz Hapisanesi. Tabelalar, pleksglas levhalar, saclar, teller, demir direkler, plastik pis su boruları, btb mozayıklar duvarları kaplar.