Dua, itiraf etmektir.
“İlahî!.. Suçluyum, günahkârım ama pişmanım, beni affet” demektir.
Burada muhtemel hatta mutlak cezanın korkusundan çok Cenab-ı Hakk’ın rızasını kaybetmenin ezikliği vardır. Günahtan duaya açılan yolun kapısı samimiyettir.
Ve pişmanlık, o gönül yangını, o muhteşem duruş duanın ilk kıvılcımı.
Dua inancın yalın hali.
Kulun Yaradan’a teslim olduğu an.
Dua kabul olma şuuru.
Sonsuz kudretin huzurunda yetersizliğin, çaresizliğin idraki.
Dua bir sığınma hâli. Sığınmanın en asil çehresi. Rabbin azameti karşısında kendi hiçliğini kavramanın uç noktası. Bu noktada benlikten bir zerre dahi bulunamaz. Tam bir yok oluş; tâ ki yegâne varlık seni var edene kadar.
Duaya duran kimsede ne arzu ne ihtiras kalmıştır. Semaya açılan eller rahmet ve merhamet dilemektedir, gözyaşları bunun için akmaktadır. Ümit ve korku arasında kıvranan ruh bu atılımla ümide doğru yaklaşır. İlahî vecd onu coşturmakta, sonsuz bir sevince gark etmektedir.
Dua bir merasim değildir. Canhıraş feryatlar, kalabalık uğultular, gösterişli jestler ve hünerli laf cambazlıkları hiç değildir.
O, kulun kalbine yerleşmiş bir meziyettir. Onu ruhuna nakşedenler sürekli dua hâlinde kalırlar. O kişilerin her hâli, her hareketi, her sözü ve her eseri duanın mahsulüdür.
Dua kalbinin kapısını açmak ve Yaradan’la konuşmaktır.
Bunun için bir “dil” gerekir haliyle. Kalpten kopanı kanatlandırıp âsumana uçurmak için. Bu dil Kur’an-ı Kerîm’in dilidir. Kulu Allah’a ulaştıran yol, Kur’an dilinin mucizevi âhengine bürünerek duaya çevriliyor.
Bir başka imkân ise kâinatın kitabına bakmaktır. Seherde bülbülü dinlemek, gökte Ay’ı ve yıldızları seyretmek, rüzgârda salınan ekin tarlalarına, başını taştan taşa vurup giden suya dalmak, dağların ve ıssız çöllerin zikrini işitmektir.