İki yüz yıllık tecrübe ve ödediğimiz bedeller bize gösterdi ki, inançsız, sevgisiz ve adaletsiz bir dünya artık mümkün değil. Maksist- Sosyalist ütopik ideolojik sistem yetmiş yıllık deneyimden sonra insanlığa huzur ve mutluluk sunamayınca tarihin çöplüğündeki yerini aldı. Aynı şekilde kapitalist sistemin de sonu yaklaştı.
Şayet tüm insanlık için adil ve paylaşımcı, sürdürülebilir bir dünya istiyorsak; öncelikle vahşet, soykırım ve sömürü sisteminin failleri teşhis edilmeli ve mutlaka sanık sandalyesine oturtulmalıdır. Tüm insanlık ve milletimiz için geliştirilecek stratejilerin başarılı olması ve yaşanabilir bir dünya için buna mecburuz. Tüm dünyanın ezilen, sömürülen insanları artık ‘’suçlu, ayağa kalk’’ diye hep bir ağızdan haykırmadıkça hiçbir şey değişmeyecek. Değişse de, küresel emperyalizm yeni maskesiyle yoluna devam edecek.
O zaman gelin, dünyayı kan gölüne çeviren, kurduğu küresel sömürge ağı ile geçmişimizi ve geleceğimizi, değerlerimizi çalan bu vampiri tanıyalım ve yakasına yapışalım. Bir şeylerin değişebilmesi için renk ve inanç ayırımı yapmaksızın tüm insanlığın böyle bir hesaplaşmaya hazır olması gerekiyor.
Öncelikle şunu bilelim ki; Pagan esaslı, Judeo kökenli(Siyonist neopaganizmi), seküler-laik soslu Hristiyan-Haçlı emperyalizmini ve medeniyet köklerini tanımadan yeniden insanlık çağını başlatmak mümkün olmayacaktır.
Tarihi kaynaklar, Haçlı Seferlerinin iki yüz yıl (1096-1291) sürdüğünü yazar. Halbuki Doğu’ya (Asya, Afrika , Avrasya) ve kıta Amerika’ya yönelik din kisveli emperyal Haçlı saldırıları en az bin yıl sürmüştür. 19. Yüzyıldan itibaren yöntemlerini ve aparatlarını geliştiren Haçlı saldırılarına bugün de, tarihte olduğu gibi Siyonist destekli, maruz kaldığımızı göremezsek bir yüzyıl daha kaybedeceğimizden emin olabiliriz.
Avrupa kavimleri arasında cereyan eden Yüzyıl Savaşları(1337-1453) ve Seksen Yıl Savaşları(1568-1648) bize gösteriyor ki; şayet Haçlı Seferleri ile Avrupa’nın dikkati doğunun göz kamaştırıcı zenginliğine çevrilmeseydi bugün bile hala birbirlerini boğazlıyor olacaklardı. Dolayısıyla rönesans ve aydınlanma sürecini yaşamamış olacaklardı. Yani net olarak diyebiliriz ki Batı bugünkü ekonomik ve teknolojik gücünü doğuya borçludur.
Asırlar süren ve her adımı kan, vahşet, yağma ve sömürü ile dolu sicili kabarık Haçlı Seferleri boyunca devşirdikleri, daha doğrusu arakladıkları o günkü doğunun üst medeniyet kazanımlarıyla rönesans ve teknoloji çağını açtılar. Hatta birbirlerini boğazlamayı bırakıp ulus- devlet olmayı başardılar. İslam coğrafyasının insani yaşam tarzı, ilmi gelişmişliği, sosyal ve kültürel hayatı, Endülüs medeniyetinin de tetiklemesiyle Batı’da reform ve rönesansın kapısını araladı. Sanayi devriminin alt yapısını oluşturan bu sürecin mimarları Müslüman bilim adamlarıdır. Astronomiden matematiğe, tıptan fiziğe, sosyolojiden cebire, mekanikten coğrafyaya Batı’nın gözünü İslam dünyası açmıştır. Bunu belirtmekle Batı’nın üstünlüğünü kabul etmiş olamayız. Batı kazanımlarını yine kötüye kullanarak bizi şaşırtmamıştır. Başka bir tabirle, ruhsuz kökünün gereğini yapmıştır diyebiliriz.
Rahmetli Alev Alatlı’nın “Batı’ya Yön Veren Metinler”, “Hafazanallah” ve “Fesübhanallah” adlı kitaplarında da gerçek yüzünü belgeleriyle ifşa ettiği gibi, Batı hep böyleydi. Birbirlerini acımayan, kendi insanına bile adil olmayan, yaşama hakkı tanımayan bu Batı’dan insanlık ve adalet dilenmek ahmaklık olur, tarih fukaralığı olur.
Haçlı Seferlerinin motivasyonuyla, zengin olma hayaliyle birbirlerini boğazlamayı bırakıp İslam dünyasına yönelmeleri Batı’nın kaderi değişti. Böylece bu dahiyane kararla yeni dünya düzeninin ilk temeli atılmış oldu.
Her şey tarih önünde açık ve net cereyan ederken Afrika’yı yutan, Asya’yı paramparça eden bu Batı’dan mı Türk milleti adına medet umacağız? Yönümüzü Batı’ya, yani katil sürülerine çevireceğiz, öyle mi? Artık hiçbir mantığı ve haklı gerekçesi kalmayan şu körü körüne Batıcılık rüyasından ne zaman uyanacağız?
Batı öykünmeciliğinin anlamsızlığını ve yerli değerlerimize dönmenin ne kadar doğru bir adım olacağını idrak etmek için isterseniz Batı’dan birkaç örnek verelim.
Alman felsefeci Dr. Sigrid Hunke(1913-1999) Avrupa’nın rönesansı Müslümanlar sayesinde gerçekleştirdiğini 1960’ta yayınladığı ‘’Avrupa’nın Üstüne Doğan İslam Güneşi’’ adlı eserinde delilleriyle anlatmıştır. Ancak Dr. Hunke’nin bu kitabının basımı Batı’da hakim olan seküler- İslamofobik küresel sistem tarafından yıllarca engellenmiş, yazar türlü ekonomik ve psikolojik baskılara maruz kalmıştır.
Sigrid Hunke bu eserinde Batı’nın, bilimsel gelişmesini İslam’a borçlu olduğunu kanıtlamakla kalmamış, İslam dünyasındaki duraklama, gerileme ve çözülüş sürecinin nedenleri üzerindeki araştırmalarına da yer vermiştir. Yazar, İslam medeniyetinin hayat sahnesinden çekilişini iki nedene bağlar; Birincisi Moğol istilası, ikincisi ise muhteşem Endülüs İslam medeniyetinin Haçlılar tarafından yok edilmesidir.
Dr. Hunke’nin bu kitabı umarım kendi değerlerini ve tarihi köklerini yok sayan kompleksli, Batı öykünmecisi sözde entellektüellerimizin uyanışına vesile olur. Bu durumda yerli ve bizim olan fabrika ayarlarımıza dönmek suretiyle Yeniden Türk asrını, Türkiye yüzyılını başlatmak ve düştüğümüz yerden dimdik ayağa kalkmak, ‘’Nerede kalmıştık?’’ diyebilmek için işe bize ait olmayan ve bizi yansıtmayan eğitim sistemimizden başlamamız gerekmiyor mu?
Ne ABD, ne Batı taklitçiliği. Medeniyet tasavvurumuzun mahsülü olacak yeni eğitim sistemi ilk ve en acil önceliğimiz olmalıdır. Bu kokuşmuş, hiçbir insani değeri olmayan sosyal sistemleri ve eğitim stratejilerini elimizin tersiyle bir kenara itip; yeni, modern ve çağcıl kızıl elma ülküsü etrafında kenetlenme zamanı geldi.
Silkiniş ve yeniden dirilişin tek şifresi vardır, o da; her şekliyle kendi öz değerlerimize dönmektir, yani başkası değil, biz olmaktır. Bundan daha doğal ve insan fıtratına uygun nasıl bir kurtuluş reçetesi veya yol haritası olabilir ki?
Çünkü iki yüz yıllık Batılılaşma maceramızın sonunda gelinen nokta, bir başka deyişle emperyalist-siyonist, yayılmacı Batı sisteminin bize dayattığı eğitim sisteminin, sosyo- ekonomik sistemin ve yaşam tarzının getirdiği nokta ortada iken daha neyi, niçin tartışıyoruz?
Devletimiz, milletimiz, vatanımız, aile kurumumuz, çocuklarımız, gençlerimiz, kültürümüz, bizi biz yapan değerlerimiz… velhasıl her şeyimiz tehdit altında, yok olma ile karşı karşıyayız. Kısacası; Tıpkı Gazze’de olduğu gibi, bizi önce Anadolu’ya hapsettiler, yüz yıl boyunca şartlarını oluşturdular, şimdi de göz baka baka bizi yok edecekler. Tarihi, etnografik ve istatistiki tüm veriler böyle gösteriyor. Yani kesin ve net olarak belirtmeliyiz ki; bizi yok edecekler. Şu anda gaz odasındayız. Bir delik açtık açtık. Açamazsak şimdiden geçmiş osun. Durum bu kadar vahim yani.
Alfabenin son harfiyle adlandırdıkları, son kuşağı, (devamı yok anlamında) Z kuşağını da çözdükten sonra defterimizi dürmek için sabırsızlıkla kapımızda bekliyorlar.
Bu denli korkunç akıbete boyun eğmek istemiyorsak, üzerimizde oynanan oyunlara ve kurulan türlü etnik, dini ve ekonomik tuzaklara pabuç bırakmamaya kararlıysak öncelikle gençlerimize, evlatlarımıza sahip çıkmak için, milli değerler etrafında, tıpkı İstiklal Harbi’nde olduğu gibi yeniden kenetlenmenin yolunu bir şekilde bulmak zorundayız.
Haydi o zaman milli rönesansı önce kendi ruhumuzda, kendi gönlümüzde ve kendi ailemizde başlatalım.