İnsanın imtiyazlı özelliklerinden biri de söz söyleme melekesine sahip olmasıdır. Her şey söz ile başlar. İletişim konuşarak kurulur. Anlatırız dinleriz. Etkileriz etkileniriz. Konuşmayı, hayat binasını inşa etmenin anlaşma aracı, sözleri de o binanın duvarlarını ören tuğlalar ve malzemeler olarak değerlendirebiliriz.
Malumdur ki inşa edici özellikte olan doğru söz makbuldür. Dinleyenler söylenen her sözden etkilenir. Birebir söylenirse etkisi daha kalıcı hale gelir.
‘Emr-i bil maruf, nehy anil münker’ kavlince sürekli iyiyi-güzeli-hakkı-hayrı-doğruyu tavsiye etmek, yanlıştan-kötüden-zararlıdan-şerden uzaklaştırmaya çalışmak ve “Ya hayır konuş ya sus” gibi dini mahiyetli sultan sözler, hayatımızın kılavuzu olmalıdır. Bir de söz sultanları var ki Yunus Emre bunların piridir.
Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı,
Yağ ile bal ede bir söz
diyerek nerede ne zaman niçin ve nasıl söz söyleneceğini ne güzel anlatmış. Ancak bugün bu söylemin özellikle siyaset arenasında tersine cari olmaya başladığını görüyor ve yağ ile bal olan aşın, ağulu aşa çevrildiğine şahit oluyoruz.
Diyebiliriz ki bu kubbe altında hayatın bütün alanları ile ilgili iyilik, doğruluk, güzellik, hayır ve verimlilik namına söylenmedik söz kalmamıştır. Müspet anlamda sözlerin en’leri bu kubbe altında söylenmiş olmasına rağmen kirlenmenin hayatımızı kapladığını üzülerek müşahede etmekteyiz. Devamlı laf ebeliği yapılmasından anlıyoruz ki söylenenler, etkili sözün sırrına mazhar olmadan söyleniyor ve bu yanlış tutumun terk edilmesi için de irademizi sarsılmaz yapamıyoruz. Muhatabı üzerinde değiştirme ve dönüştürme etkisi yapan sözün sırrının ne olduğuna bakalım.
İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin hayatında yaşandığı rivayet edilen bir olayı hatırlayalım:
Hasta çocuğuna şifa arayan bir annenin çalmadık kapı ve başvurmadığı yol kalmayınca kendisine İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye de gitmesi söylenir. Çaresiz anne İmam-ı Azamın kapısını çalar. Kadın meramını anlatır. İmam-ı Azam kadına; şimdi gitmesini kırk gün sonra gelmesini söyler. Eli boş dönen kadın bu süreyi de çocuğuna şifa arayışı ile geçirir ama nafile. Kırk gün geçer İmam-ı Azamın kapısını tekrar çalar. İmam-ı Azam der ki; “Çocuğunun rahatsızlığı bal yemesindendir, çocuğun bal yemeyi bıraksın iyileşecektir”. Anne tavsiyeye uyar ve çocuk iyileşir ancak annenin kafası karışıktır. Bu kadar basit tavsiyeyi önceki gelişinde alsaydı kırk günü çaresiz arayışlarla geçirmemiş olurdu diye düşünür ve sebebini sormak için tekrar gider. İmam-ı Azam da kadına; “İlk geldiğinde söylediklerinden, çocuğunun rahatsızlığının fazla bal yemesinden kaynaklandığını değerlendirdim. Şifa bulmasının bal yemeyi bırakmasına bağlı olduğunu düşündüm. Ancak o geldiğin zaman ben daha yeni bal yeyip sofradan kalkmıştım. Bal yiyen bir ağız ile ‘çocuğun bal yemeyi bıraksın’ demeyi ahlaki bulmadım. Nasihatimi yapmak için kırk gün boyunca ağzıma bal sürmedim ve öyle bir ağız ile tavsiyemi yaptım” der. Anlıyoruz ki etkili sözün sırrı, böyle bir ağızdan çıkmasına bağlı. İnandırmamızın inanmamıza, yaşatmamızın da yaşamamıza bağlı olduğunu anlıyoruz.
Ya hayır konuş ibret alsınlar, ya sus görenler arif sansınlar. Bize düşen görev, güzellikleri bulunduğumuz ortamlara ve çevrelere taşımak. Söyleneni de söyleyeni de doğru tanıyıp doğru değerlendirmek. Söylenen de söyleyen de elbette önemlidir ve anlam yüklüdür. ‘Laf ile peynir gemisi yürümez’ gerçeğinden hareketle anlı şanlı bir hoca da söylese; ‘Hocanın dediğini yap yaptığını yapma’ anlayışına itibar etmeden Ziya paşanın “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” sözü kulak küpesi yapılmalıdır.
Ne mutlu bütün duyuları ile sözün doğrusunu, doğru bir şekilde ve doğru yerde söyleyene, dinleyene, anlayana ve uygulayana diyerek,
İki kişi arasında geçen bir konuşmayı sizlerle paylaşayım istedim.
“Adamın biri,
Güneşli bir gün ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezinirken yol kenarında duran
bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:
- Buraların yabancısıyım... Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler... yerini biliyor musun?
Çocuk; Arabanın penceresini iyice açtıktan sonra :
- Ben de buraya ilk defa geliyorum demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde!
Adam; Çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını? sormuş.
Çocuk:
- Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.
- İyi ama, demiş adam; bunların parktan değil de, tek bir ağaçtan gelmediğini nereden biliyorsun?
- Çocuk; Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye yanıtlamış. Üstelik, manolyalar da katılıyor onlara.
Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu da duyacaksınız.
- Adam; Gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, teşekkür etmek için döndüğünde fark etmiş çocuğun kör olduğunu.
- Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini fark ettiğini...
- Çocuk; Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:
Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim demiş, görmeyi o kadar çok özledim ki. Sizinkiler sağlam öyle değil mi?
- Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken: Artık emin değilim demiş. Emin olduğum tek şey, “Senin benden iyi gördüğündür.”
SONUÇ
Yaşamımızda; Gösterdim... “Gördü” anlamına gelmez!
Söyledim... “Duydu” anlamına gelmez!
Duydu... “Doğru anladı” anlamına gelmez!
Anladı... “Hak verdi” anlamına gelmez!
Hak verdi... “İnandı” anlamına gelmez!
İnandı... “Uyguladı” anlamına gelmez!
Uyguladı... “Sürdürecek” anlamına gelmez!
Ne mutlu Akıl gözü ile gönül gözünü birleştirip, farkında olanlara...
h.ayaz61@hotmail.com