"İslâm’ı Aşkla Yaşamak” isimli bir kitabım var. Aynı başlık altında pek çok ilde konferanslar da verdim. O konferanslarda da konuşmaya “İslâm bizim neyimiz olur?” sorusuyla başladım. İkinci soru da “İslam’ın hayatımızdaki kapsama alanı nedir?” şeklinde idi.
Bu, çok kolay ifadelendirdiğimiz “Aidiyetlerimiz”in gerçekte hangi bilinç düzeyine tekabül ettiğine ilişkin bir farkındalık sorgulaması idi.
Belki daha çok da “Farkındalıkta sorun bulunduğu” ön değerlendirmesiyle ilgiliydi.
Gerçekte soru şu idi: Hayatımızı yaşarken İslâm ne kadar belirleyici olmaktadır?
Oradan “İslâm’ı aşkla yaşama”ya geçince, devreye İslam’la ilişkide yorgunluk, duygu aşınması vs giriyordu. İslam, tüm zeminlerde aşkla yaşanmalıydı. “İslam bizim hayatımızın anlamı” ise İslam’ı böyle yaşamak gerekliydi.
“Ramazan bizim neyimiz olur?”a gelince… Bu soruya bizim ülkemizde “Ramazan ile orucun alakası”nın bile farkında olmadan “Ramazan falancanın yeğeni” gibi bir cevap veren bulunur mu, sanmıyorum.
“Kelime-i şehadet”i ya da “Kelime-i tevhid”i bilmeyenler pek çok olsa da en azından Ramazan ve oruçla ilgili o kültür zeminini kaybetmediğimizi düşünüyorum.
Evet, Ramazan ve oruç, en azından iftarıyla, sahuruyla, camileri şenlendiren teravihleri ile toplumun kılcal dokularında bile yaşıyor.
Daha ötesi “Ramazan’ı aşkla yaşamak” ile ilgili olmalı.
Oruç mevsiminin, bir ay süreyle, gündüzlere bedeni bir disiplin icra etme boyutu yanında bütün kişiliğe belli değerler çerçevesinde “Hassasiyet yükleme” niteliği ile de hayati bir önemi var.