Aralık ayında Çin’de ortaya çıkan ve ardından tüm dünyaya yayılan yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını dünya gündemini tamamıyla işgal etmiş durumda. Aralık’tan itibaren salgınla mücadele eden Çin’de son günlerde artık sadece yurtdışı kaynaklı vakalar kaydediliyor. Çin Mart ayının ortalarından itibaren bir şekilde virüse karşı zaferini ilan etti. Bugünlerde ise salgının merkez üssü ABD ve Avrupa. Salgının bütün dünyayı etkisi altına almış olması ve uluslararası kurumların ve mevcut sistemin bu süreçte yetersiz kalması üzerine, salgın sonrası yeni bir uluslararası sistemin şekilleneceğine ilişkin tartışmalar devam ediyor
Salgının küresel ekonomiye ve ABD-Çin arasında süregelen büyük güç rekabetine etkileri bağlamında uluslararası yansımaları olduğu kadar, Çin siyasetine ve Çin’in kendi ekonomik sürdürülebilirliğine-hedeflerine yönelik etkilerinin de olacağı aşikâr. Bu analizde Kovid-19 süreci ve sonrası dönemde Çin’in dış politikası, iç siyaseti ve ekonomik faaliyetlerinde gözlenmesi muhtemel değişikliklere dair bir çerçeve çizilecek.
Çin dış politikasındaki arayışlara Kovid-19 da eklendi
1980’lerden itibaren, Deng Şiaoping dönemiyle birlikte “dışa açılma” sürecine giren Çin’in dış politika arayışındaki yönelim ve değişimler için, bazı önemli tarihlere referans vermek gerekir. On beş yıllık müzakere sürecinin ardından 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) üye olması, Çin’in ekonomik alanda dışa açılma girişimlerine hız kazandırdı; 2008 Pekin Olimpiyatları da “Tek dünya, tek rüya” sloganıyla adeta Çin’in yeniden uyanışının dünyaya ilan edilmesine vesile oldu. Ayrıca 2008 küresel finansal krizi sonrası dönemden kazançlı çıkan Çin, yüksek ekonomik büyüme oranlarını devam ettirmekle birlikte, yeni pazarlara ulaştı ve Batı dünyasıyla gelişen bir karşılıklı-bağımlılık sürecine girdi.
Özellikle Şi Cinping dönemiyle birlikte, Çin uluslararası sistem nezdinde bir “revizyonist güç” olarak tanımlanmaya başladı. Çin geleneksel olarak “barışçıl yükseliş”, “insanlığın ortak kaderi”, “karşılıklı kazan-kazan”, “başka ülkelerin iç işlerine karışmama” gibi çoğunlukla pasifist ve bir adım geride duran, izleyen ve anında tepki vermeyen bir dış politika anlayışına sahip. Bugün de Şi’nin konuşmalarında karşılaşılabileceği üzere, benzer kavramlar sıklıkla kullanılmaya devam ediyor.
Ancak Çin, sadece söylem düzeyinde kalmayan ve Batı merkezli sisteme meydan okuyan bir alternatif olarak adımlar atıyor ve özellikle ABD tarafından yoğun eleştirilere maruz kalıyor.
Rusya ile geliştirilmeye çalışılan işbirliği düzlemi, Kuşak-Yol girişimiyle Çin’in ABD’nin hilafına Orta Doğu, Akdeniz ve Avrupa’daki faaliyetleri ve işbirliği mekanizmaları, Batı merkezli sistemin kurumlarına alternatif olarak geliştirilen yeni kurumlar ve askeri-teknolojik kapasitesini tahkim etmesi, Çin’in dış politika arayışlarının araçları olarak incelenebilir.
2002’deki SARS salgını görece kısıtlı bir alanı etkilemiş ve kısa sürede sona ermişti. SARS o dönemde yeni DTÖ üyesi olan ve 2008 Olimpiyat ev sahipliği adaylığı sürecindeki Çin’in kendisini dünyaya anlatma çabalarına ket vurmuştu. Bugün ise Kovid-19 tüm dünyaya yayılmış durumda ve salgın bir müddet daha devam edecek gibi görünüyor. Tabii ki Çin’in mevcut konumu hem ekonomik büyüklüğü hem de dış politika araçları itibarıyla 2002’den epey farklı. Kovid-19 kriziyle Çin yeni bir sınamayla karşı karşıya.
ABD-Çin ilişkileri inişli-çıkışlı bir seyirde devam edebilir
Mevcut tartışmalar Kovid-19’un çoğunlukla ABD ile Çin arasındaki büyük güç rekabetine etkileri bağlamında ilerliyor. Kovid-19’a kadar, ABD ile Çin arasında süregelen birçok sorun alanında rekabet devam ediyordu ve mevcut durumda salgın gündemi bu sorun alanlarını arka plana itmiş oldu.
Kovid-19’un çözümü, aşı ve ilaç tartışmaları sürecinde ABD ve Çin arasındaki söylem savaşının inişli-çıkışlı bir seyirde devam edeceği söylenebilir. Geçtiğimiz hafta boyunca karşılıklı olarak söylemlerin sertleştiği görüldü. ABD Başkanı Trump “Çin virüsü” ifadesiyle Çin’i suçlarken, Çin de ABD’yi salgını ciddiye almamakla ve Avrupa’ya yeterince yardım etmemekle eleştirdi. Hatta virüsün ABD ordusu tarafından Çin’e getirildiği iddiası bile ileri sürüldü. G20 toplantısının ardından iki ülke arasındaki tansiyon biraz düştü ve işbirliği mesajları paylaşıldı. Tabii ki bu durumun geçici olduğu unutulmamalı: ABD’nin seçim sürecinde olduğu da hesaba katılırsa, Çin’e karşı sert bir söylemle tekrar karşılaşmak olasıdır.
Avrupa’nın ABD ve Çin’le ilişkileri yeni sınama alanları doğurabilir
Önümüzdeki dönemde bu rekabetin Avrupa üzerinde devam etmesi beklenebilir. Çin uzunca bir süredir Almanya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesiyle işbirliği arayışında. Kovid-19 mücadelesiyle birlikte, Çin’in Avrupa’ya yönelik girişimleri de hız kazandı.
Virüse karşı zafer ilan etmesinin ardından, tecrübeli personel ve tıbbi malzeme desteğiyle, Çin “Avrupa’ya yardım eden ülke” algısını besliyor. Tabii ki bu durum, aynı zamanda Çin’in bozulan küresel algısını tamir etme arayışı olarak da değerlendirilebilir. Sırbistan ve İtalya başta olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri de AB’nin tepkisizliğini eleştirerek Çin’le işbirliğini geliştiriyor.
Yine Çin’in Orta Doğu’da İran’a ve Irak’a yönelik yardımları da devam ediyor. Tabii ki bu bölgeler Çin’in Kuşak ve Yol girişiminin de bir parçası. Akdeniz havzasıyla birlikte ele alındığında, Çin’in dış politika araçları arasına “sağlık diplomasisi” de eklenmiş görünüyor.
Pasifik bölgesi mücadelenin bir başka alanı olma özelliğini sürdürüyor. Çin’in bir süredir bölgedeki ABD müttefiklerine karşı deniz devriyelerini artırdığı biliniyor. Virüsün ABD ordusunu etkilemesi halinde, Çin’in özellikle Güney Çin denizini hareketlendirebileceği tartışılıyor. Tabii ki bu durum rasyonel bir zeminde değerlendirilmeli. Çin’in kendisini dünyaya anlatma fırsatı bulduğu ve Avrupa ile işbirliği zemini geliştirdiği böylesi bir dönemde, askeri bir adım atması pek muhtemel görünmüyor.
Çin önümüzdeki dönemde dış politikasını temel olarak iki ana düzlemde konumlandırabilir: İlki, küresel imaj tamir etme arayışı olarak tanımlanabilir. Salgının önlenmesinde ve dünyanın bilgilendirilmesindeki eksikleri ve ihmalleri nedeniyle eleştirilen Çin, yeni işbirliği arayışları ve yardım faaliyetleriyle “dünyaya yardım eden Çin” söylemini artırarak devam ettirebilir. İkinci olarak, Çin daha sistemik bir bakış açısıyla, ABD ve Batı ile var olan küresel rekabetinin bir parçası olarak, kendi sistemini dünyaya anlatmaya çalışan ve Batı kurumlarının eksikliklerini ve işlevsizliğini vurgulayan söylemini de güçlendirebilir. Böylelikle Çin, büyük güç rekabetinde önde olan taraf haline geldiğini ispat ederek siyasi nüfuz alanını da derinleştirme amacını devam ettirebilir.
Kovid-19 sonrası 2. dalga “salgın” ekonomisi temelli olabilir
Kovid-19 salgınının hem Çin ekonomisi hem de dünya ekonomisi için bir dönüm noktası olacağı aşikâr. Çok uzun süredir yüksek büyüme oranları gerçekleştiren Çin ekonomisi bir süredir düşüş eğiliminde. ABD ile Çin arasındaki ekonomik rekabet de özellikle ticaret savaşlarıyla gündemdeydi. Her ne kadar Ocak ayındaki anlaşma yoluyla bir ateşkes sağlansa da, ticaret savaşları sürecinde Çin de olumsuz etkilendi. Dış ticaret hacmi daraldı ve ekonomik büyüme oranlarında yavaşlama görüldü.
Çin’de virüse karşı zafer ilan edilmesinin ardından, şimdi de ekonomi temelli ikinci mücadele başlayacak. Tabii ki bu durum sadece Çin’e bağlı değil. Virüsün süreç içinde adım adım tüm dünyaya yayılması, iyileşme sürecinin de adım adım gerçekleşmesine neden olacak. Bu nedenle Çin’de tam kapasite üretim başlasa bile, dünyanın geri kalanında yeterli talep oluşmaması veya tedarik zincirinin kırılması nedeniyle, Çin yılın geri kalanında hedeflediği büyüme oranlarına ulaşamayabilir.
Mevcut durumda Çin 40 yıldır yaşamadığı bir ekonomik küçülme tehdidiyle karşı karşıya. Virüsle mücadele edilen dönem boyunca Çin’de 8 milyon kişinin işini kaybettiği ifade ediliyor. Küçülme nedeniyle öne çıkan bir diğer soru da Çin’in kendi halkının taleplerini karşılayıp karşılayamayacağı.
Çin Devlet Başkanı Şi’nin 2020 yılı ekonomisi için iki önemli hedefi vardı: 2020 yılı içinde Çin anakarasındaki yoksulluğu tamamen bitirmek ve 2010’dan 2020’ye kadar Çin ekonomisini ikiye katlamak. Şimdi bu iki hedef de tehlike altında. Salgının Çin’de kontrol altına alınmasıyla birlikte hayatın yavaş yavaş normale dönmeye başladığı biliniyor, ancak ekonomideki bu “ani duruşun” ardından, yeniden başlangıcın ne kadar hızlı olacağı ve yeterli olup olmayacağı ise bir muamma. Tabii ki bu belirsizlik, Çin ekonomisiyle birlikte dünya ekonomisinin de geleceğinde etkili olacak.
Burada G20’de alınan karar önem taşıyor. Çünkü dünya ekonomisindeki karşılıklı bağımlılık nedeniyle, tıpkı virüsün ilerlemesinde olduğu gibi, ekonomik zorluklar da domino etkisiyle dünya geneline yayılabilir. G20’nin 5 trilyon dolarlık kurtarma paketinin geleceğiyle birlikte, ABD ile Çin arasındaki ekonomi temelli anlaşmazlıkların bir süre daha yumuşak seyretmesi beklenebilir. Tabii ki yine de ABD’nin seçim sürecinde oluşu ve Trump’ın söylemini sertleştirme ihtimali burada tekrar not edilmeli.
Şi Cinping, başkanlığının “en büyük” sınamasıyla karşı karşıya
Şi açısından Kovid-19 süreci hem bir fırsat hem de bir tehdit anlamı taşıyor. Avrupa ve ABD ile karşılaştırıldığında, Batı’daki telaş ve düzensizliğin aksine, Çin’de bir kontrol görüntüsü var. Şi salgının başında tam bir savaş ilan etmişti ve alınan yoğun tedbirlerle şu an için virüse karşı zafer kazanılmış durumda. Her şeyden evvel, Çin’in bu süreçte yeterince şeffaf davranmadığı, virüsü ve verileri uzunca bir müddet gizlediği gerçeği de mutlaka göz önünde bulundurulmalı.
Evet, Çin salgına karşı zafer ilan etmiş olsa da dünyanın virüsle karşı karşıya kalmış olmasından zaten Çin sorumlu. Aralık ayı içinde bu yeni virüsle ilgili bilgiler paylaşmaya çalışan bazı doktor ve gazetecilerin soruşturmaya tabi tutulduğu biliniyor. Hatta soruşturmaya tabi tutulan doktorlardan biri virüs nedeniyle öldü ve sonradan ailesine özür dilekleri iletildi. Salgının en başındaki ihmallerin faturası şimdilik Vuhanlı yerel yöneticilere kesilmiş gibi görünüyor.
Salgınla mücadele sırasında insan hakları ihlallerine varan uygulamalar, bazı yetersiz sağlık önlemleri ve halkın refahının düşmesi sebebiyle, Çin’de bir sosyal huzursuzluk ortaya çıkabilir.
Zaten böyle bir tartışma, virüs öncesinde Batı’da devam ediyordu. Çin iç siyasetine etki etme kapasitesi bakımından, Hong Kong ve Tayvan siyasetinde süregelen durum da bunun içine dahil edilebilir.
Çin’de devlet ve toplum arasında adı konulmamış bir “sosyal uyum sözleşmesinin” çok uzun yıllardır var olduğu biliniyor. Çin iç siyasetinin bugünlerdeki en büyük endişesi, bu sosyal uyumun zarar görmesi olur. Henüz Çin genelinde yaşanmasa da, üç aydır neredeyse tamamen tecrit edilmiş olan Vuhan’dan bazı protesto görüntüleri sosyal medya mecralarında paylaşılıyor. Yine Çin’in muhtemel sosyal huzursuzluklara karşı içeride ve dışarıda izleyeceği yol da dikkatle takip edilecek. Otuz yıl önceki Tiananmen ve geçtiğimiz yıl boyunca yaşanan Hong Kong olaylarının ardından, Çin yeni ve ciddi bir huzursuzluk yaşayabilir.
Bu süreç Çin siyasetine ve Şi’nin geleceğine yönelik muhtemel etkileri itibarıyla bir test olarak okunmalı. Çin siyasetinin organizasyon gücü ve sağlık altyapısı kapasitesiyle birlikte, Çin sisteminin geleceği ve Batı ile karşılaştırılması süreci bundan sonra da gündemde olacaktır. Bu kriz bir anlamda, Mao ve Deng ile birlikte “efsanevi devlet başkanları” arasında sayılan Şi Cinping’in karşı karşıya kaldığı en büyük siyasi meydan okuma ve bir nevi Çin sisteminin başarısını dünyaya ispat etme arayışının bir göstergesi olarak değerlendirilecektir.
[Çin’in Orta Doğu’ya yönelik grand stratejisi, büyük güç rekabeti ve Kuşak-Yol Girişimi’nin ekonomi politiği üzerine çalışan Yusuf Emre Koç SETA Dış Politika Direktörlüğü’nde araştırmacıdır]