Bir din olarak İslam’ın, bir şekli, bir de o şekle hayat veren ruhu vardır. İbadetler ve muamelat şekli, iman ve ahlak ise ruhu simgeler. Şayet müntesipleri, onun hem ruhunu, hem de şeklini birlikte yaşıyorsa İslâm, fert ve toplum hayatında da yaşıyor; sadece şeklini yaşayıp da ruhunu yaşamıyorsa, toplum hayatında yaşamıyor demektir. Çünkü İslâm’ı yaşatan ruhtur, o ruh yoksa İslâm, ruhsuz bir bedene dönüşür.
Dindarlık, “Dine sahip olma, dine sahip çıkma, dini koruma, dini hakkıyla yaşamayı” ifade eder. Tarihi süreç içinde ortaya çıkan bir çok dindarlık anlayışları olmuştur, bunlardan en yaygın olanı geleneksel, modernist ve popüler dindarlık anlayışlarıdır. Bu anlayışların yanında, bir de günümüzde ibadet ettiği halde ahlakî kuralları önemsemeyen ve onlara riayet etmeyen insanların davranışlarını tanımlamak için üretilen “ahlaksız dindarlık” kavramı da söz konudur. Bu da en fazla eleştiri alan anlayışlardan biridir.
Şayet ahlaktan yoksun ibadetler, “ahlaksız dindarlık” olarak tanımlanabiliyorsa bunun zıddı olan ibadetlerden yoksun ahlakî davranışların da “ibadetsiz dindarlık” olarak kavramsallaştırılmasında bir sakınca olmamalıdır. Zira bu kavram, ahlakın olduğu veya var sayıldığı, ama ibadetlerin yapılmadığı bir davranış tarzını ve anlayışını ifade ediyor.
Zikredilen bu dindarlık anlayışları ile Kur’an’ın muhtevası mukayese edildiğinde, bunlardan her birinin, hem düşüncede hem de uygulamada Kur’an’ın tenzil yöntemine göre oluşan iman, ahlak, ibadet ve muamelat hiyerarşisine uygun bütüncül bir dindarlık anlayışı ile tam olarak örtüşmediği; eksik ve parçacı bir din anlayışını yansıttığı görülür. Daha açık bir ifade ile Kur’an’ın önerdiği bütüncül dindarlık anlayışı, iman, ahlak, ibadet ve muamelat konularını kapsamakta, dolayısıyla bu konulardan birinin eksikliği, aynı zamanda eksik bir din anlayışını da yansıtmaktadır.
Bu nedenle de ahlaktan yoksun dindarlık anlayışında ruhunu ve özünü kaybetmiş şekilci bir dindarlık söz konusu olurken; ibadetlerden yoksun dindarlık anlayışında ise sadece düşünceye ve sosyal ilişkilere indirgenmiş bir dindarlık söz konusu oluyor. Sonuçta ahlaksız dindarlık, ruhsuz bir bedene; ibadetsiz bir dindarlık da bedensiz bir ruha benziyor. Diğer bir ifade ile birinde ruhsuz bir beden, diğerinde ise şekilsiz ve bedensiz bir ruh hali söz konusu oluyor.
Ahlaksız/ruhsuz şekilci dindarlığa, karakteristik özelliğini veren anlayışın ise ibadetlerin, bir hayat tarzı olarak algılanması yerine, ödenmesi gereken bir borç olarak algılanmasından kaynaklandığı anlaşılıyor. Zira böyle bir algılama ve anlama, yapılan işlerin, ahlakî bir zeminde yapılmadığını, ona gereken önem ve değerin verilmediğini, sadece şekil doğruluğuna önem verildiğini gösteriyor. Bunun da ibadetlerde ve yapılan işlerde öz ve şekil birlikteliğine gereken önemin verilmesi yerine, sadece şekil doğruluğuna önem verilmesinden kaynaklandığı biliniyor .
Bu nedenledir ki Allah Teâlâ da“Onların ne etleri Allah’a ulaşır ne de kanları; O’na ulaşacak olan sadece sizin takvânızdır” [1] ilkesini getiriyor ve bu ilkeye bağlı olarak da ibadetlerdeki temel amacın “takva” olduğunu söylüyor. Hz. Peygamber de “Ameller, niyete göredir” [2]; “Din, samimiyettir” [3] sözleriyle ibadetlerdeki ana ruhun ve özün niyet ve samimiyet olduğunu açıklıyor.
Bu ayet ve hadislere rağmen bazı Müslümanların, namaz kıldıkları, oruç tuttukları, hacca gittikleri ve kurban kestikleri halde, yalan söylemeleri, hile ve yalanlarla kazanç elde etmeye çalışmaları, kişisel çıkarları için hak-hukuk tanımamaları, kul hakkı yemeleri ve bundan dolayı da vicdan azabı duymamaları, ahlaksız dindarlığın tezahürleri olarak görülüyor. Hz. Peygamber de bu tür davranışların Allah katında bir değerinin olmadığını, “Kim yalan söylemeyi, yalanla iş görmeyi ve cehaleti terk etmezse, Allah’ın, onun yemesini ve içmesini bırakmasına (oruç tutmasına) ihtiyacı yoktur” [4] sözü ile açıklıyor.
İşlerinde dürüst, davranışlarında ölçülü ve genel ahlak kurallarına riayet ettikleri halde ibadetlerini kısmen veya tamamen yerine getirmeyen kişilerin ibadetsiz bir dindarlık anlayışına sahip olmaları ise bütüncül dinî hayatla uyum içinde olmadığı ve bu açıdan da sorun oluşturduğu görülüyor.
Bilindiği gibi ahlak, insanlar arasındaki sosyal ilişkileri düzenleyen ilke ve kuralları içerirken; ibadetler de Allah ile kul arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkiye kulun bağlılığını gösteren simgeleri ihtiva eder. Bir diğer ifade ile ibadetler, insanın Allah’a karşı sevgi ve saygısını gösteren, şükran duygularını ifade eden simgesel davranışlar olduğu kadar, Müslümanın İslâm’a olan mensubiyetinin de bir göstergesidir. Hz. Peygamber’in İslâm’ın beş temel üzerine kurulduğunu ifade eden hadisi, bu bağlamda anlaşıldığında, ibadetlerin konumu ve önemi daha iyi anlaşılacaktır. Zira bu hadiste, İslâm’ın simgesel yönüne dikkat çekilmekte, diğer simgesel yönü olan muamelat ile bunlara ruh veren ahlâk, yer almamaktadır. Ama biliniyor ki İslâm, sadece beş şeyden ibaret değil, ahlak ve muamelat da İslâm’ın temel ilkeleri arasında yer almaktadır. Bu nedenle hadisin muhtevasını, beş şeye tahsis ederek ahlak ve muamelatı dikkate almamak veya görmemezlikten gelmek, bütüncül İslâm anlayışıyla bağdaşmamaktadır. Burada sorulması gereken sorular şunlar:
Sosyal ilişkileri düzenleyen ahlak kurallarına riayet eden ve bunlara uymak mecburiyetinde olduğunu hisseden insanlar, neden Allah’a karşı sevgilerini ve saygılarını simgeleyen ibadetleri yapmaktan kaçınırlar ve aynı mecburiyeti hissetmezler?
Ya da ibadetlerle Allah’a karşı sevgilerini ve saygılarını gösteren ya da göstermek isteyen insanlar, neden sosyal ilişkileri düzenleyen ahlak krallarına uymazlar ve bu kuralara gereken önem ve değeri vermezler?
Veya indirgemeci bir mantıkla dindarlığı, sadece ibadetlere tahsis etmek ile sadece ahlaka tahsis etmek arasında şekil farklılığı hariç dindarlığın mahiyeti ve özü açısından bir fark var mı, diye düşünmezler? Düşünmeye ihtiyaç hissetmezler?
Bunlar da cevabını arayan sorular.
[2] Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1