Bizim yûnusu kendi yunusları yapmaya çalıştılar. Bazı densizler Millî Eğitim’in uzaktan öğretim programında Yûnus ilâhisi okunmasına tepki göstermişler.
Eğer derdiniz türkçe ise, bu topraklarda türkçe “Yûnus diye görünmüştür!” Yunus Emre’yi edebiyatımızdan çıkarsak, edebiyatımız temelsiz kalır. Anadolu’da Oğuz türkçesi Yûnus Emre ile ete kemiğe bürünmüştür. Bu topraklarda ortaya koyduğumuz edebiyat, bizi bugünlere getirdi.
Yüzyıllarca şiirsiz kalmadık, hikâyesiz kalmadık, destansız kalmadık, masalsız kalmadık. Bir zaman geldi ki, o muazzam edebiyatı reddederek bir şeyler yapacağımızı sandık. Bir kısmına divan edebiyatı dedik, bir kısmına tekke edebiyatı, böylece reddettik. Bir bölümüne de “halk edebiyatı” diyerek benimsenebilir saydık. Bunların hepsi bir edebiyatın farklı şekillerde görünürleşmesi idi.
Divan edebiyatı olmasa idi ne tekke ne de halk edebiyatı kendi başına olabilirdi. Divan edebiyatı düşmanlığı türkçe düşmanlığıdır, o büyük edebiyatımızın bütününe düşmanlıktır.
Necatî’yi Fuzulî’yi, Bâkî’yi, Nabî’yi, Neşatî’yi, Şeyhülislâm Yahya’yı, Nedim’i, Galib’i ve daha nicelerini reddederek hangi dili, hangi edebiyatı kuracaksınız? Bu isimler arasında en başta Yunus Emre’nin isminin zikredilmesi gerekiyor. Evet Yunus Emre divanı olan bir şairdi, divan şairi idi!
Şiirinin muhtevası tamamen dinî ve tasavvufî idi. Bizi fizikten, bedenden öteye götüren, maddemize ruh üfleyen bir şiirdi onunki. Osmanlı sınırları Meriç’e gelip dayandığında, türkçe Balkanlardaki varlığını Yûnus Emre ve onun izinden giden şairlerle sürdürdü. Yûnus ilâhisi okunmayan tekke, tekkelikten çıkmış demektir! Ve bugün de Balkanlara giderseniz, Yûnus’un, Hacı Bayram’ın, Niyazî Mısri’nin terennümlerini duyarsınız.
Tekkeler türkçenin yayılma merkezleri idi. Türkiye’de tekkeler kapandı, iyi mi oldu? Bu ayrı bir bahis. İyi ki Balkanlarda tekkeler varlığını sürdürdü. Böylece türkçe yaşadı.
Yûnus Emre aslında tek parti inkılapçıları için yenilir yutulur nesne değildi. Baştan aşağı, Kur’an’ın, hadislerin bilgisiyle ve ilhamıyla konuşuyordu. Tekke ehli, derviş. Ona evet demekle dinin didaktiğinden kaçarken, Yûnus’la liriğine teslim olunuyordu.
Bizim Yûnus’u kendilerine mâl etmek için neler yaptılar?
Önce ismiyle oynandı. Yûnüs, Yûnis hadi çok halk ağzına gitmeyelim, Yûnus, Yunus yapıldı! Hangi toplum, dilinin en büyük şairlerinden birinin ismi üzerinde oynar? Yûnüs/Yûnis, bu iki hece bir âhenge, inceliğe işaret ediyor. Yunus ise, katı ses uyumu iddiası ve uzun sesten kaçma, türkçeyi kısa seslileştirme siyasetinin kaba bir tezahürü. Çünkü kelimelerin âhengi, Osmanlıcayı çağrıştırıyor, ki İstanbul türkçesi de budur. Öyleyse, kahrolsun âhenk!
Semih Tezcan, Yunus’da karar kılınmasını “harf devriminin gerçekleştirildiği 1928’lerde, bu adın İstanbul ve Ankara’daki pürist Osmanlıcacı çevrelerin kabul ve tercihi”ne bağlıyor. “Bu yüzden yazı devriminden sonra öteki telaffuzlar terk edilmiş, kısa zaman içerisinde Yunus yazımı, buna bağlı olarak da Yunus telaffuzu genelleşmiş olabillir” diyor.
Semih Tezcan ünlü bir dilcimiz(di, 2017’de vefat etmiş). Konuya bu kadar bigâne olmasına şaşırmak yetmez! Harf inkılâbını dil devrimi takip ediyor ve ses uyumu, kelime sonunda harflerin sertleştirilmesi b’lerin p, c’lerin ç, d’lerin t ve g’lerin k yapılması gerçekten pürist bir hareket, fakat bu osmanlıca karşıtı bir pürizm, öztürkçe pürizmidir. “Tezcan mevzudan bihaberdi” diyecek hâlimiz yok, yaşı tutuyor, bilmemesi mümkün değil. Bu durumda, her şeye rağmen ya mensup olduğuf ideolojik cenaha toz kondurmak istemiyor ya da ironi yapıyor diyebiliriz.
Bu hengâmede Mustafa Kemâl Paşa’nın Mustafa’sı tamamen bırakılmış, Kemâl’i, Kamal yapılmıştır! Soyadı kanunu da bu şekilde çıkmıştır. Kelime ses uyumuna uydurulunca, bunun arapça Kemâl’le alâkası olmadığı, tamamen türkçe bir kelime olduğu iddia edilmiştir. Sonunda Kamal Kemâl’e döndürülmüşse de Yunus hiçbir zaman Yûnus veya Yûnüs yapılmamıştır!
Yanlış, Yûnus’u fikrimizin âleti haline getirmek adını kendimize uydurmaktan başlıyor. “Yunus hümanistti! Hatta komünistti, emekçi idi, hatta kol işçisi idi! Saz çalar şarab içerdi!” vs.vs. Şimdi öyle bir zamana geldik ki, “Yûnus’tan bize hayır yok, bütün atıfları Allah’a, Kitab’ına, Peygamber’ine; tabiî çocuklara onun ilahisinin dinletilmesinden rahatsız olduk! Edebiyat da neymiş, türkçenin canı cehenneme; biz Yunus’un anlamayacağı uydurma sözcüklerimizle ve ingilizceden aparma kelimelerimizle mutluyuz!” diyenler türüyor.
Türkçe Yûnus diye göründü, Yûnus’un yolundan gidenler dilimizi ve edebiyatımızı yaşatmaya devam ediyor. Diğerleri? Onların neye hizmet ettiği uzun ve ayrı bir bahis.
Ezcümle: İlk okul çocukları güne Yûnus ilâhileri ile, türkülerle başlarsa, maarif rayına oturur!
Esasından epeydir Nâmık Açıkgöz Hoca’nın yeni eseri “Yûnus Deyi Göründüm” kitabı üzerine yazmaya düşünüyordum. Heyhat, bu hamakat erbabı önümü kesti, şeytan taşlamak zorunda kaldık. İnşallah, fırsat olur, yazarız.
(Nâmık Açıkgöz: Yûnus Deyi Göründüm, Post yayınları, 0212 512 70 20, e-posta: info@postkitap.com)