Dünya ve tabii olarak ülkemiz zor bir dönemden geçerken, kendimizi zamansız bir tartışmanın içinde bulduk. Zamansız ama manasız olmayan bir tartışmanın içinde.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın bir din adamı olarak İslam’ın kurallarını ve uyarılarını cami minberinden anlatması mesleki ve ahlaki görevidir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti yasalarının ona verdiği yetki ve görevler de bunu yapmasını emretmektedir. Kendisine verilen görevi yapmaması yani cami minberinden Kur’an’ı anlatmaması hukuku ihlaldir.
Ankara Barosu ve onunla birlikte aynı ıslığı çalanlar, Diyanet İşleri Başkanı’nın söylediklerine inanmıyor olabilirler. Ama hukuku da atlayarak hezeyan derecesine vardırdıkları ithamları, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktır. Hayat tarzı ne olursa olsun İslam’a ve onun kitabına saygı duyan ve özellikle Ramazan ayında bu saygısını kat kat arttıran bir toplumda, Diyanet İşleri Başkanı’nı hedef almak cami kenarına bevletmekten başka bir şey değildir.
Burada onların inançlarını değil, fiillerini tartışıyorum. Zira hamdolsun ki mensup oluğumuz din bize; “lekum dinukun ve liye din”; yani onlar için söyleyecek olursak, “benim dinim bana, senin ki de sana” hükmünü asırlar önce vermiştir. Yani bugün bütün dünyayı rahatlatacak ve ideolojik saplantısı ve patolojik sapkınlığı olmayan herkesin çağdaş kabul edebileceği bu hüküm, asırlar öncesinden verilmiştir.
Ankara Barosu’nun veya içindekilerden bir bölümünün inançlarını sorgulamak benim işim değildir. Ama fillerini sorgulamak hakkımdır. Beni, çevremi, ailemi ve ülkemi hedef alan bir fiil karşısında susmak bir suçtur, bu davranışı ihbar etmek ise bir vatandaşlık ama daha önemlisi insanlık görevidir.
İşin hangi tarafında durduğumuz ortadadır. Ama madalyonun bir de öteki yüzü vardır. Söz konusu hezeyanları üretenler, kendi karanlıklarına hangi ışığı tutmaktadırlar? Veya bir din adamını susturma, Kur’an’ın hükümlerini söyletmeme cesaretini nereden almaktadırlar?