Canlılar içinde beşer olarak yaratılan insan toplumsal bir varlıktır. Kur’an’ın eşref-i mahlûk olarak nitelediği insanı Allah fıtri olarak en güzel biçimde yaratmıştır. İnsan yaratılışı itibariyle iyiye ve kötüye meyilli olarak da yaratılmıştır. İradesini iyi istikamette kullandığı takdirde Allah katında şerefini yüceltecek, takvaya ulaşacak, kötü istikamette kullandığı takdirde Kur’an’ın ‘esfel-e sefilin’ diye nitelediği aşağılık seviyesine düşecektir. Allah insanı boşuna yaratmamış, ölüm ve hayatı, kimin daha iyi, daha yararlı iş yapacağını sınamak için yarattığını bildirmiştir.
İnsanoğlu gerek tarihi tecrübesi ve ürettiği bilgi, gerekse vahiy ve risaletin rehberliğinde hayatın bütün acı tatlı gerçekleriyle yüzleşmiş ve toplum olarak yaşamanın dini, ahlaki, hukuki, sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel, mesleki ve benzeri ilişkileri düzenleyen ilkeler, kurallar geliştirmiştir.
Bireysel ve toplumsal yapı itibariyle sosyal bir varlık olan insan hem biyolojik, hem de sosyolojik olarak birbirine benzememekte farklı yaratılış özellikleri taşımaktadırlar. Allah Teâlâ bunu, Kur’an’ı Kerimde “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve kadından yarattık, birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz, takva sahibi olanınızdır” (Hucurat, 49/13) buyurarak açıklamaktadır.
İnsanlar bütün bu farklılıklarına rağmen toplumsal ilişkilerinde güven ortamında huzur içinde yaşamak isterler. Ancak ihtilafa düşülen konularda veya menfaatine dokunulduğunda genellikle sorun çıkar ve çatışma olur. Bu ise güveni ortadan kaldırır ve sosyal ilişkilerde zafiyet meydana getirir. Aslında sorunları sadece çıkar ve menfaat çatışması ile izah etmek tam doğru değilse de insan olmanın zaafı ihtilafların özünde hep bu vardır.
Buradan şuraya gelmek istiyorum. Bu kadar bilgi, tecrübe, yaşanmışlık ve elimizde hakikatin yegâne kaynağı kitap, Kur’an ve Peygamber örnekliği sünnet capcanlı varken, özelinde neden Müslüman toplumlar kendi içinde çatışma halindedir? Kendi içinde fiili saldırılar ve çatışmalarla birlikte, sosyal hayatın her alanında sorunlarla ilgili sosyal ve görsel medyada etnik, dini, siyasi ve benzeri alanlarda kavgacı bir üslupla yapılan tartışmalar toplumsal gerilimi ve kutuplaşmayı artırmaktadır.
Ülkemiz içinde birlik, beraberlik ve kardeşliği zedeleyen, karşıtlık üreten, toplumsal bağlarımızı zayıflatan bu çatışmacı yaklaşım toplumumuzun güven ve huzurunu tehdit eder niteliktedir. Dünyada meydana gelen sokak eylemlerinin sosyolojik bir virüs gibi ülkemize sıçramasına zemin hazırlamasından sakınmalı, sorunlarımız daha bir sükûnet ve ortak akıl çerçevesinde tartışılmalıdır. Bunun için;
Farklılıklarımızla birlikte yaşama kültürümüzü içselleştirmeliyiz.
Hikmeti gereği Allah’ın insanı farklı cinsler, kabileler, milletler, ırklar ve mekânlarda yarattığı, muradının tanıma/tanışma olduğu bağlamında açıklaması ilgi ve dikkat çekicidir. Farklılıklarla birlikte yaşama insanların birbirini tanıması ile olur. Tanıma/tanışma anlamayı/anlaşmayı, anlama ise birlikte ortak değerler üreterek yaşamayı sağlar. Bir insanın hangi kabile veya milletten olduğu, kimliği değil, nasıl bir insan olduğu, yani kişiliği önemlidir. Üstünlük kimlikte değil kişiliktedir, takvadadır. Çatışmanın temelinde anlama sorunu yatmaktadır. Karşıdakini anlamanın yolu “tanımak” tan geçer. Karşıdakini tanımak insanın öce kendini bilmesi tanıması, aynaya kendini tutması ile başlar. Yunusun deyişi ile ‘İlim, ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir’, ‘Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım/Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz’. Hz. Ali ‘Kendini bilen Allah’ını bilir’ demiştir. Allah’ı bilen hayatı bilir ve anlar. Bu nedenle insan, farklılıkları ilahi kudretin bir hikmeti olduğunu idrak ederek, erdemli ve faziletli bir duruş sergilemelidir.
Farklı düşünceleri çatışma konusu yapmak yerine, zenginlik olarak görmeliyiz.
Allah insanları tornadan çıkmış makina gibi tek tip yaratmadığına göre, her insanın fıtri yapısı, bilgi birikimi ve tecrübesi de aynı değildir. Bu durumun doğal sonucu olarak düşünce ve inanç farklılıkları da tabii bir olgudur. Haliyle bu durum insanın olayları, beşeri ve dini konuları kavrayışı, anlayışı, yorum ve fikirleri de farklı olacaktır. Mutlak hakikat ancak vahiydir. Bunun dışındaki her bilgi, düşünce ve yorumlar izafidir.
Günümüzde bir kısım insanlar, gruplar, cemaatler, tarikatlar kendi ekollerine ait bilgi ve düşünceleri mutlak hakikat, tek doğru gibi kabullenerek, kendi dışındakileri ya ötekileştirmekte, ya da dini tutumlarını en azından beğenmemektedirler. Bu tutumun temelinde ilim ve bilgide sığlık, kalıplaşmış ön yargılar, ideolojik ve fanatizme varan şartlanmış bakış açıları yatmaktadır. Bu durum ise insanların birbirini anlamasını ve anlaşmasını engellemekte, aksine çatışma ruhunu beslemektedir.
Aslında geleneğimizde bilim adamı, âlim, âkil insanlar herhangi bir konuda düşünce farklılıklarını “Bana göre; benim düşüncem, yanlış olma ihtimali olan doğrularımdır. Senin düşüncen ise doğru olma ihtimali olan bana göre yanlıştır” şeklinde formülü ederek çözmüştür. Benim düşüncem mutlak doğrudur dememiş, yanlış olabileceği ihtimali ile karşı düşünceye saygılı yaklaşım göstermiştir. Böylece farklı düşüncelerin birlikte yaşadığı zenginlik, büyük bir İslam medeniyetinin oluşumunu sağlamıştır.
Kur’an ve Sünneti kapsayıcı ve kuşatıcı derinliği ve bütünlüğü ile hayatımıza yansıtmalıyız.
Günümüzde Müslümanlar genel olarak İslam’ı Kur’an ve Sünnet bütünlüğü içinde kapsayıcı, kuşatıcı derinliği ile kavrayarak, kişilik oluşturucu ahlaki niteliğe dayalı bir anlayış geliştirmek yerine yüzeysel, parçacı bilgilerle yetinmektedirler. İnsanlar daha çok Müslüman kimliğini sakal, sarık, cüppe, simgesel kıyafetler, şekil ve görüntüye indirgemişlerdir. Nasıl bir Müslüman kişiliği sorusunu beş vakit namazını aksatmadan kılan, orucunu tutan, her yıl umreye giden, dini ritüellerini hassasiyetle yerine getiren kişi olarak anlamaktadırlar. İslam’ın toplumsal ilişkilere dair yüklediği ahlaki sorumlulukların, ilke ve kuralların yaşanırlığı konusunda çok ciddi sorunlarımız bulunmaktadır. Her konuda cehalet, bilgide sığlık, tefekkürsüzlük anlamayı ortadan kaldırmaktadır. Cahile laf anlatmak, deveyi hendekten atlatmaktan zordur denmiş.
Sonuç olarak Kuran’ın ortaya koyduğu ilke ve kuralların hayata yansıdığı, Vahiy ve Risalet bütünlüğü içinde kuşatıcı ve derinlikli bir ahlak ve kişilik inşasına ihtiyaç vardır. Bu anlayışın temeline sevgiyi, saygıyı, yardımlaşmayı, dayanışmayı ve hoşgörülü anlayışı ve değerleri yerleştirdiğimiz takdirde çatışma değil, huzur ve güven içinde yaşayan sağlıklı bir toplum inşa edebiliriz. Bunun gerçekleşmesinin önündeki engel; “ben”in, “bencilliğ”in, “önyargı”ların beslediği içimizdeki düşman, çatışma/cedelleşme virüsünden kurtulmalı, “Biz” olmalıyız.
Vesselam.
Ali AY
Ankara.14.06.2020