Tanzimat’la birlikte yönümüzü, Cumhuriyetle birlikte ise yörüngemizi ve rotamızı batıya çevirdik diyor Yusuf Kaplan. Batı kapitalizminin hegonomik gücü ve dayatmalarına iki asırdan beri katlanmaya devam ediyoruz. Bu ister cihan savaşından yorgun ve bitkin çıkmanın sonucu ayakta durabilme çabasına bağlansın, ister isteğe bağlı iradi bir tercih olarak yorumlansın. Bu kendi medeniyet değerlerimizden vazgeçmek demekti, nitekim öyle sonuç verdi. Batının bütün kurum ve değerlerini “medeni” olacağımız ümidiyle transfer ettik, hala da devam ediyoruz. İstanbul Sözleşmesi diye bilinen bir düzenlemeye imza atmak gibi. Yarım asrı geçen süredir, Avrupa Birliğine girmek uğruna önümüze konan ödevleri yerine getirme çabamıza rağmen hala kapıda bekletiliyoruz.
Kaldı ki, bu gün batının ürettiği değerlerin, -bilim, sanayi teknolojideki üstünlüğü, refah düzeyi ve rekabet gücünün yüksek olması gibi faktörler sebebiyle dış yüzü süslü cilalı, boyalı, alımlı, cazibeli görünse de – içi boşalmış, sosyolojik olarak çürümüş, özü, ruhu kalmamış sorunlu bir toplum inşa ederek. Haliyle, gelecek adına insanlığa umut vadeden, sunabileceği bir mesajı da kalmamıştır. Sahip olduğu maddi “gücü” ile çıkarlarını korumak ve sürdürmek adına sömürü düzenini devam ettirebilme çabasındadır.
Bu gün batı kapitalizminin sarmalına aldığı bütün ülkelerde –kendi ülkeleri dahil- toplumun hem emeğini hem de bedenini cinsellik üzerinden sömüren küresel şirketlerin varlığını da görmezden gelemeyiz. Bu küresel şirketler, uyuşturucu, kadın ve çocuk ticareti, fuhuş ve insan ticareti gibi alanlar üzerinden kârlarına kâr katan büyük bir pazar oluşturmuşlardır. Bu pazarı büyütmek için devletler dâhil her türlü grup, örgüt, teknoloji ve propaganda unsurlarını kullanarak ilişki ağları oluşturmakta, içerik üretmekte, hiçbir ahlaki endişeye taşımaksızın çıkar politikalarını bütün dünyaya dayatmaya çalışmaktadırlar.
İşte bunlardan birisi de Avrupa Birliğine girme politikaları çerçevesinde imzaladığımız “İstanbul Sözleşmesi” dir. İstanbul Sözleşmesi, Kadına şiddetin önlenmesi gibi son derece masum görünen bir projenin içine sıkıştırılan; “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” kavramı ile cinsiyetsizlik felsefesini telkin eden ve lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel (LGBT) eşcinselliği meşrulaştıran ve hukuki koruma altına alan özelliği ile dikkat çekmektedir.
Uzun zamandan beri toplumun duyarlı kesimleri tarafından tartışılan bu sözleşme, geçtiğimiz haftalarda LGBT gruplarının sapkınlıklarını sergilediği ‘onur haftası’ etkinlikleri ve üniversite sınavlarında çıkan bir soru üzerine yeniden gündeme girdi.
LGBT, insanın fıtratı gereği kadının kadın, erkeğin erkek olarak yaratılış gerçeğini reddeden, cinsiyetsizliği savunan, çocukları ve gençleri eşitlik ve özgürlük gibi sihirli kelimelerin cazibesini kullanarak sapkın cinsel yönelimlere merak uyandıran ve etkileme amaç taşıyan örgütlü bir hareket. Bu ve benzer eylemleriyle biraz da İstanbul Sözleşmesinin sağladığı hukuki korumacılığın verdiği cesaretle daha bir cüretkâr görünürlüğe girmişlerdir.
Özellikle sosyal medya alanlarında internet ve dijital ortamlarda üretilen cinsel içeriklerin feminizm, kadın hakları mücadelesi adı altında eşcinselliği meşrulaştıran bir forma dönüştürülerek dolaşıma sokuluyor olması, etkinliğini arttırmaktadır.
Ayrıca bu örgütsel sapkın patolojik yapının faaliyetlerine dışarıdan Soros ve benzeri küresel şirketlerin açık ve örtülü, içerden de feminist grupların ve bir kısım ticari kuruluşların reklam adı altında destek verdikleri basına yansıyan bilgilerden anlaşılıyor. Muhafazakâr feministlerin de destek tutumunu anlamak mümkün değil.
Burada söylemek istediğim içeride yaşadığımız toplumsal ve sosyal çözülmenin tek suçlusu İstanbul Sözleşmesidir, bundan kurtulursak her şey düzelecek demek değildir. Bağımsız, kendi iradesini icraya kadir bir ülke olarak, yönümüzü sadece doğuya veya batıya çevirmek değil Mevlana’nın pergel metaforunda olduğu gibi bir ayağımızı dünyanın merkezi Anadolu’ya sağlam basmak, diğerini bütün dünyayı çevreleyen bir ufuk açarak yön tayin etmektir. Uluslararası ilişkileri bu merkezden kurmaktır.
Dünyanın bu kadar küçüldüğü bir çağda, uluslararası toplumsal, kültürel ilişkilerde etkileşim olmaması mümkün değildir. Kendi kültür ve medeniyet değerlerimizin inkârı ile doğan boşluğu elbette ki, küresel kapitalizmin ürettiği bu postmodern kültür dolduracaktır. Bu kültür LGBT gibi azgın sapkın ideolojilerin humuslu toprağıdır. Tehlike buradadır. Ülke olarak bu açığı kapatmak zorundayız, yoksa maddi refaha yönelik gelişmeler toplumsal çöküşümüzü durduramayabilir.
Dolayısıyla kaygılandığımız şey toplumu ayakta tutan sağlam aile yapısının dağılmasıdır. Aile çökerse toplum da çöker. Bu gün nesiller arası kopuştan bahsetmiyoruz, aile içi kopuştan şikâyet ediyoruz. Bireyselleşme, özgürlük ve benzeri kavramlar ailede sosyolojik çözülmeyi hızlandırmıştır. İstanbul Sözleşmesi gibi sun’i düzenlemelerle, polisiye tedbirlerle aile kurumunun temeli kadına şiddet önlenemez, nitekim sonuçlar kadına şiddetin arttığı yöndedir.
Bu toplumsal sorun “Aile Politikaları” olarak ele alınmalı. Fıtrata ve kendi kültür değerlerimize uygun düzenlemeler ve tedbirler sayesinde hem kadına şiddet/aile içi şiddet, hem de çocuğa ve topluma yönelen sapkın etkilerden korunma sağlanmış olur. Hangi saikle kabul edilmiş olunursa olunsun, öncelikle İstanbul sözleşmesi iptal edilmeli ailenin korunmasına yönelik yasal mevzuat ve idari yapılanma yeniden düzenlenmelidir.
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı bu alanında uzman bir ekiple güzel bir çalışma yapmıştır. Bu çalışma sonunda “Ülkemizde Ailenin Durumu ve Aile Politikaları” üzerine bir rapor yayınlamış ilgili siyasi, idari birimler ve kamuoyu ile paylaşmıştır. Ülkemizde uygulanan aile politikaları nedir, aksayan yönler nelerdir, ne olmalıdır? İstanbul Sözleşmesi ve buna bağlı olarak çıkartılan 6284 sayılı Kanun neleri getiriyor, ne olmalıdır? Çözüm önerileri ile birlikte ele alınmıştır. Konuya duyarlı olanlar için de iyi bir kaynaktır. İsteyenlere ulaştırılabilir veya vakıf adresinden temin edilebilir.
Bu sorunlar gelecek kuşaklarımız için hayati öneme sahiptir. Bu nedenle meseleye sahip çıkarak, hassasiyeti olan kişi ve kurumlarla toplumda duyarlılık oluşturacak çabalara ihtiyaç var. Fıtrata, ailemize çocuklarımıza gençlere sahip çıkalım.