Toplumsal hafızamız çok zayıf. Çabuk unutan bir milletiz. Gündem çok hızlı değişiyor, hayati bazı olaylar gündemimizden çabuk düşüyor. Bu yıl çok büyük felaketler yaşadık. Depremler, çığ, sel baskını gibi. Daha birkaç gün önce Bursa, Manisa, İstanbul illerinde yaşanan sel felaketi, depremler bizi sarsmaya uyarmaya devam ediyor. Medyada uzmanlar eleştiri ve tedbirleri tartışıyor, sonra gündem değişiyor unutuluyor. Mağduriyetler maddi yardımlarla biraz olsun giderilmeye çalışılıyor ise de, insanlar acıları ile baş başa kalıyor. İleriye dönük köklü kalıcı tedbirler ne ölçüde alındığına dair toplum yeterli bilgiye sahip değil.
Olağan dışı doğal afetler bir yana, yaşanan felaketlerin sonuçları yönünden alınması gereken tedbirler kamunun ve kişilerin sorumlulukları, yapılması gerekenler deprem yönetmeliğinden imar mevzuatına kadar her şeyin idari ve yasal düzenlemesinin olduğu biliniyor. Sorun bu tedbir ve kararların mevzuata göre uygulanıp uygulanmamasında. Mesele dönüp dolaşıp vasıflı, ilkeli, kaliteli, sorumluluğunun bilincinde insan unsuruna dayanıyor. Ne kadar sağlam mevzuatınız olursa olsun onu işletecek, uygulayacak insan. Bu bizin toplumumuzun genel zaafı ve eksiği.
Sorumluluk/sorumsuzluk biraz da kitabına uydurmak olarak işliyor. Sorumluluk; görev bilinci, ahlak ve vicdanla da ilişkisi kesilince, kolayca kitabına uydurularak, mesele tamam oldu zannediliyor. Mesela mülkiyeti kamuya ait hazine arazileri işgal ediliyor, gecekondu, kaçak ve imarsız yapılar işgalciler lehine bir yasayla meşrulaştırıyor, sonra da çarpık yapılaşmadan şikâyet ederek bas bas bağırıyoruz. Plansız yapıları deprem vuruyor, dere yataklarına yapılanları sel basıyor sonra ah vah ediyoruz. Peki, sorumlu kim? Burası hep es geçiliyor.
Sorumluluk insanın kendisine yüklenen görevleri yerine getirmesidir. Bir kimsenin üstüne aldığı ya da kendisine ve başkalarına karşı yapmak zorunda bulunduğu yükümlülüklerini yerine getirmesi zorunluluğudur, diye tanımlanmaktadır.
Akıl ve iradesiyle ayrıcalıklı yaratılan insanın konumu bakımından; kendisini var eden yüce yaratıcısına karşı “kulluk”, birlikte yaşadığı topluma karşı “insanlık”, üzerinde bulunduğu çevreye, tabiata karşı “halifelik” (yeryüzünü, yaratılış kanunlarını bozmadan imar ve ihya) görev ve sorumlulukları vardır. Bu üç sorumluluk alanı değerler manzumesi olarak vahiy ve risaletle belirlenen ilkelerle bir bütündür. Kur’an-ı Kerim’de " De ki; Âllah'a itaat edin! Peygambere itaat edin! Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o peygamber; kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz" (Nûr, 24/54) buyurulmaktadır. Sevgili Peygamberimiz “Her biriniz bir yöneticisiniz ve yönetiminizdekilerden sorumlusunuz " (Buhârî, Cenâiz, 32; Ahkam, 1) buyurmaktadır.
Sorumluluk sadece sosyal ve toplumsal bir varlık olan insana ait bir yükümlülüktür. Özgür iradesi ile bunu ya kullanır ya da kullanmaz. Sorumluluklarını yerine getirirse dünya ve ahirette mükâfatını, getirmez ise ceza olarak sonuçlarına katlanacaktır.
Ancak sorumsuz davranışlar nedeniyle yaşanan olumsuzlukların, haksızlık, adaletsizliklerin, sıkıntıların bedelini toplum ödüyor. Çünkü sorumsuzluk sonucu yaşanan maddi-manevi kayıpların çoğu zaman telafi edilememesi toplumsal vicdanı yaralıyor. Bu nedenle insan konumu gereği kendisine, ailesine, toplumuna, çevresine karşı; mesleki, ticari, siyasi, kamu kurumlarında idari, sivil bir organizasyonda gönüllü de olsa aldığı görevler sorumluluk bilinciyle yerine getirmelidir.
Sorumluluk bilinci; iyi bir eğitim, vicdan, ahlak, hak-hukuk, dünya ve ahirette hesabını verebileceği inancı ile kişilik kazanmış, iradi bir ruh ve insanlık halidir. Beşer olarak doğarız ama sorumluluğunun idrakinde insan olabilmek daha önemlidir.
Şu halde üzerinde yaşadığımız şu geçici dünyada Allah’a, topluma ve çevreye karşı sorumluluklarımızı hakkıyla yerine getirerek hem dünyamızı mâmûr etmiş olmanın, hem de ilâhî rızayı kazanmış olmak ümidiyle ahiret için değer yüklü bir hayatın mutluluğunu yaşarız.