Bu serinin ilk yazısında bir “entelektüel komplo teorisi”nden yola çıkmıştık, hatırlarsanız… Popüler bir anlatıya göre, Anadolu’da 16. asra kadar “akılcı” Maturidi kelamına dayanan bir din yorumu egemen durumdaydı. Türk Müslümanlığı adı verilen bu İslam anlayışı “nakilci” Eşari kelamının Osmanlı medreselerinde hâkim konuma gelmesiyle yerini büyük ölçüde “Arap Müslümanlığı”na bırakmak zorunda kaldı. Eşari anlayışının medreselere hâkim olması ise Yavuz Sultan Selim’in Mısır’dan getirdiği yirmi bin Arap aliminin etkisi sebebiyledir…
Bu anlatının tarihi gerçeklerle ilgisi olmadığını belirtmiştik. Çünkü Mısırlı alimler meselesi bir yana, Eşari kelamının Osmanlı medreselerindeki ağırlığı Yavuz’la başlamaz. En başından itibaren bu ağırlık vardır. Daha önce Selçuklular döneminin medreselerinde de durum böyledir demiştik.
Bu durumda çözülmesi gereken başka bir problem kendini gösteriyor tabii: Peki, o zaman Osmanlı’nın resmi mezhebi “fıkıhta Hanefilik, itikatta Maturidilik” olarak kabul edilmiş olmasına rağmen medreselerin müfredatında Eşari kelamının ağırlığı nasıl açıklanacak? “Yavuz’un Mısır’dan getirdiği müderrisler” açıklaması bu sorunu çözüyor görünüyordu ama sen bu çözümü kabul etmiyorsun, yerine ne öneriyorsun?
Aslında ilk yazıda da belli ölçüde bir izah ortaya koymaya çalışmıştım… Bu durumun sebepleri olarak iki husustan söz ederek: “İlki, Maturidi kelamı İslam dünyasında uzunca bir süre yaygın kabul görmüş değildi. Dolayısıyla kelam alanında eser veren ve İslam dünyasındaki ilim merkezlerinde ders veren alimlerin çoğu Eşariydi. Belki bunda siyasi iktidarların da bu anlayışı teşvik etmesinin payı vardır. İkinci sebep, İmam Gazalî ve Fahreddin Râzî başta olmak üzere Eşari alim ve düşünürlerinin felsefe karşısında konumlandırdıkları ve Sünni yorumun konsolidasyonu için vazgeçilmez değerde olan ‘felsefi kelam’ın Eşari yaklaşımından ayrı düşünülemeyecek oluşu.”