Selef kelime olarak, geçmiş ve geçmişe ait olan yani öncekiler anlamına gelirken, daha sonra kazanmış olduğu anlam ile, Hz. Muhammed dönemi nesli ile sonraki iki neslin insanları kastedilmiştir. Yani Ashâb, Tabiûn ve Tabe-i Tabiûn dönemleri.
Selefîlik'de, Hz. Muhammed ve sonra gelen dönemin, Müslümanlıktaki öneminden yola çıkarak oluşturulan, dinin öğrenilmesi gayreti ile meşgul katı gelenekçi bir ekoldür. Temel ilkesi: üç neslin, hadis kaynaklarında yazılmış olan din anlayışını, Kur'an'ın, ne demek istediğini hesaba katmadan, lafız olarak ilk indiğinde ne dediğine bakarak oluşturulan bir din anlayışıdır. Başka bir ifade ile söylersek, Kur'an ve hadisleri aklı devreye sokmadan, tevil ve yoruma gitmeden olduğu gibi anlayan dinî bir ekoldür.
İnsanlığa rehberi olsun diye gönderilmiş Yüce Kur'an, son Kitab'tır. İnsanlar O'nu, içinde bulundukları zamanın ve coğrafyanın, anlaşılabilir ve yaşanabilir rehberi görmelidirler. Halbuki Selefi anlayışta, Peygamber nesli ile bereber ilk üç neslin yaşamış oldukları dini hayat sonunda Din, yani İslam tamamlanmıştır. Bu iddia kabul edilebilir mi? Evet dersek, İslamın sadce indiği yer ve zamana ait yerel ve tarihsel bir din olduğunu kabul etme hatasına düşeriz. "... Bugün dininizi tamamladım. Sizin için İslamı seçtim..." (Maide:3) âyetinde ki söylem ile Selefî söylemin bu mana ile ilgisi yoktur. Selefilik bu iddiası ile, geleceği planlamıyı değil, geçmişin uygulamalarını geleceğe taşımayı öngören yerellik çemberinden çıkamamış bir ekoldür. Ayrıca bildiğimiz klasik İslâm mezheplerinden biri de değildir. İslam dünyasında var olan Ehli Sünnet mezheblerinin, Sufiyye'nin hatta Şia'nın çoğu gerekli gördükleri konularda aklı kullanmadan, nasların sadce lafzını olduğu gibi alarak, Selefiyye'nin yolunu izlemişler; ondan faydalanmak sûreti ile mezheb ve meşreblerini oluşturmuşlardır.
Dinde tartışılmaz bir kaynak olmasına rağmen, Selefî zihniyet, Kur'an'ın mutlak otoritesine aşırı müdahelelerde bulunmuştur; Allah'ın cc. Kitabı ile Resulü'nün Sünneti'ni âdeta birbirinin rakibi konuma getirmiştir. Bunun sonucunda Kur'an, dindeki diğer kaynaklardan bir kaynak gibi görülmeye başlanmıştır.
'Kadercilik inancı' Selefiyyenin önemli kabullerindendir. Hicri II. yüzyıla kadar konuşulmayan bu kavram ilk olarak Emevi yönetimi zamanında konuşulmaya başlanmıştır. Ulemâ tarafından sistemleştirildiği ileri sürülen 'kadercilik', haksızlıkların muhatabı olan biçare halk için adeta, bir ilaç olmuş; zalimin zülmünün de mazlumun aczinin de acısını dindirmiştir. İçeriğini kendilerinin doldurdukları bu kader anlayışına karşı itiraz edenleri ve bunun insan iradesini yok sayan yanlış bir inanç olduğu konusunda görüş beyan eden âlimler, her türlü işkence ve hatta ölüm ile cezalandırmışlardır. Bilelim ki burdaki 'kader inancı', Kur'an da onlarca ayette geçen, ölçü, miktar, denge, hesap, plan ve program anlamlarını içeren 'Allah'ın kâinat için koyduğu kader' değildir.
Asr-ı Saadet denilen dönemden adım adım uzaklaşarak, başta vâliler olmak üzere; haksızlık, adaletsizlik, mevâli dedikleri Arap olmayanları aşağılama, lüks, israf ve gösterişte çok ileri gidilmişti. Emevi idarecilere karşı halkın şikayetleri artmıştı. Gayri memnun halkın bir şekilde susturulması gerekiyordu. Bunun için halka: 'başınıza gelenler Allah'ın bir kaderidir, bu sizin alın yazınızdır. Ezelden belirlenmiş bu kadere uymanız yani rıza göstermeniz gerekir. Bu, Allah'a imanınızın bir gereğidir. Bizim sizin üzerinize idareci olmamızı Allah takdir etmiştir.' dediler. Bu söylemler, Allah ve Resulü'nün hiçbir zaman söylemediği tutarsız, insanı rüzgar önünde bir yaprak gibi gören kadrcilik dayatmasıdır. Bunun neresi Selefiyye'yi ilgilendirir? denirse, tamamı diyebiliriz. Çünkü yönetimin referansı, bu düşünce ekolü olmuştur.
Söyledikleri bu sözün bir meşrûiyeti olmalıydı. İslam Tarihi kaynaklarının bir iddiasına göre, Hadislerin henüz kitap haline getirilmemiş olduğu ilk dönemde, Peygamberimiz'in sas. "Cibril Hadisi" diye meşhur beş iman esasını anlatan Hadisi'ne, "kadere iman" maddesinin ilave edilmiş olduğu yer almaktadır. Bunu yanılmış olmak pahasına reddetmek isteriz ancak, "Amentü" Kur'an da Bakara:177, 284-285 ve Nisa:136. âyetler ile Buhâri'nin var olan bir rivayetinde. Müslim'in üç rivayetinin birinde beş iman esası olarak geçmektedir; sadece, Müslim'in iki rivayetinde altı esas bulunmaktadır. Yukarde bahsedilmiş olan sıkıntılı hal bu durumdan doğmaktadır. Çünkü iman, temel olak Kur'an'a ve mütevetir Hadise dayanır. Haber- âhad niteliğinde bir hadisle bu konu isbat edilemez.
Ehl-i Hadis olarak başlayan Selefî akımın ilk çıkışı Ashab'ı Kiram zamanına kadar uzanır. Ehli Hadis'in sahabe içinden temsilcileri Abdullah b. Ömer, Enes b. Malik, Abdullanh b. Abbas, Ebu Hureyre ve Ebu Said el Hudri kabul edilir. Bunlar çok hadis rivayet eden sahabedendir. Çok hadis rivayet etmesine rağmen Hz. Ayşe eğilim olarak, Ehli Rey anlayışına daha yakındır. Emevi idarecileri, kendileri için uygun olan Ehl-i Hadis ekolünü desteklemişler. Bağdad'ta yaşayan Ahmed b. Hanbel, Selefî akımın güçlü imamıdır. Hayırlı yönlerden diğer halifelerden ayrı karektere sahip olmasına rağmen Halife Ömer bin Abdüllaziz de, 'yönetime itaati güçlendirmek' adına, kaderci anlayıştan yana olmuştur.
Ehl-i Hadis, yaşadığı dünyayı sadece kendilerinden ibaret görüyor, meydana gelmekte olan yeni fikirlere karşı tepki veriyordu; çünkü kendi görüş ve düşünceleri herşeyin üstünde idi. Akıl gibi Allah'ın yarattığı büyük nimetle bir türlü barışmıyordu. Halbuki akıl, sadece Müslümanların değil, İnsanlığın ortak paydasıdır. Düşünmeyi köreltmekten öte gidemeyen bu menfi durum, Kur'an'ın çağlarüstü ve evrensel bir kaynak olması gerçekliğine ters düşüyordu.
Bütün bunlara rağmen tarihin ileriki dönemlerde, bilim ve bilimsel düşüncenin gelişmesi adına, İslam dünyasında büyük düşünce adamları yetişmiş ve teknolojik atılımlar da yapılmış; büyük bir Medeniyet hamlesi ile Müslümanlar Dünyanın öznesi konumuna ulaşmışlardı. Unutmayalım ki bu başarı, Kur'an ve Sünnet ile birlikte akıl ve tecrübeyi önceleyen rey ehlinin itibar gördüğü dönemlerde sağlanmıştır. Ancak bu başarı süreklilik gösterememiştir. İslam dünyasının ve dünyanın büyük devleti olma başarısını hakkı ile elde eden Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun ortalarından bugünlere bir göz attığımızda Müslümanlar sosyal, kültürel, bilimsel, ekonomik ve askeri alanda, giderek etki ve hakimiyetlerini yitirmişler. Çünkü, zamanın ihtiyaçlarına göre kendini donanımlı hale getiremeyen başta eğitim olmak üzere bütün kurumlarda, Selefî zihin yapısının tesiri her zaman var olmuştur. Bu ekol, kendi özel medreselerinde olduğu gibi devlet medreselerinde de bilim ve sorgulayıcı düşünceye hiç fısat vermemiş olduklarından, gelişme durmuş ve Devlet, Batı'nın bilim ve teknolojik gelişmelerine yetişememiş ve adeta Batı emperyalizmine teslim olmuştur.
Müslümanlık tarihinde 'mihne' diye bir olay vardır. İki defa yaşanmıştır. İlk mihne, Abbasi halifesi Memun'un zamanındadır. Bu olayı hazırlayan, sanki bir tuzak gibi ortaya atılmış olan 'Kur'an'ın mahluk olup, olmadığı' meselesidir. Zamanın meşhur iki fırkası Ehli Hadis ve Ehli Rey, bu meseledede tartışmanın taraflarıdır. Bunlardan Ehli Hadis, Kur'an'ın 'mahluk olmadığını', Ehli Rey de 'Kur'an'ın mahluk olduğunu' savunmuştur. Bu tartışmada Abbasi hükümdarı Me'mun(786-833), Eli Hadis'e yani başta Ahmed b. Hambel olmak üzere Kur'an'ın mahluk olmadığını savunan tarafa baskı uygulamıştır.
Kur'an'ın mahluk olmadığı tezinin arka planında, O'nun, ilk indiği toplumun Kitabı olarak sınırlandırma, yeniliğe kapalı olma mevcudu muhafaza ve indiği toplumun ilk üç neslinin bütün kültürünü benimseme anlayışı yatmaktadır. Böyle bir İlâhi kitab tasvvuru ayrıca, manası, lafzı ve elimizdeki 'mushaf' hâli ile Allah ile bütünlük teşkil eden dokınulmaz bir kitab anlamına gelir ki, sen insan olarak bu Kitab üzerinde akıl yoramazsın, fikir ve düşünce üretemezsin denmiş oluyor. Bu iddianın tanımlamasında yanılmıyorsam, bu söz, Kıyâmete kadar geçerliliğine inandığımız bir Kitab'ı ve bizim O'na, her asırda yaşayan insanları davet etme gibi bir sorumluluğumuzu, ortadan kaldırma anlamı taşımaz mı?
İkinci mihne hadisesi, zamanın rey ekolü temsilcisi Mutezile fırkasına karşı yapılmıştır. Bu Mihne'den Kaderiye Mücessime ve Mutezile yanında ferdi planda düşüncesini söyleyen pek çok kişi ile beraber Ehli Sünnet'in büyük İmamı Ebu Hanife de nasibini almıştır.
Ehli Rey'e karşı uygulanan bu son mihnenin meydana getirdiği iki olumsuz tesirinden biri, aklı; diğeri de Kur'an'ı mutlak değeri üzerinden zayıflatmak olmuştur. Bunu daha açık olarak ifade edersek: 'İslama ilk giriş dışında, aklın hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur; Kur'an da Hadisler gibi bir haber kaynağıdır, Kur'an gibi Hadisler'de vahiydir,' sözleri bunun delilidir. 'Hadislerin Kur'an'a ihtiyacından çok, Kur'an'ın Hadislere ihtiyacı vardır' iddiası da günümüde sık sık dile getirilmektedir.
Bu ve benzeri tartışmalar Müslümanlar arasında parçalanmayı doğurmuş ve körüklemiştir. Aklın kullanılmasını Yüce Kur'an teşvik ettiği halde, dini anlamada aklın kullanılması neden reddedilir? Peygamberimiz'in Muaz b. Cebel hadisi bu konuda niçin göz ardı edilir? Ayrıca, aklın önemini üzerinde söz eden insanlar, niçin Ümmeti Muhammedi parçalamış olsunlar? Bunlar "akıl karı" şeyler değildir. "Lütfen, aklımızı başımıza alalım!" diyesim geliyor, içimden. Maalesef bu tür tartışma konularının bugünlere uzadığını görmekten rahatsızlık duymamak mümkün değildir. İslam Dini, müntesiplerini orta yolda olmaya davet eder. Biz ise ifrat ve tefriti daha çok seviyoruz. Sorumluluk sahibi aklı eren samimi düşünce insanlarının bu soruna çare aramalarının vakti gelmiştir, sanırım.
Temeli rivayetlere dayandıran Ehli Hadis yani selefî ekole, Hicaz veya Medine ekolü de denmiştir. Selefiliğin ilk önderi, Ahmed b. Hanbel dir (780-855); sonra İbni Teymiyye (1263-1328) ; 18. yüzyılda da Muhammed b. Abdulvahhab'tır.(1703-1792) Bu gün Suudi Arabistanda çok yaygın olan bu akımın, Dünyada, Müslümanların yaşadığı hemen her ülkede müntesibi vardır. Özellikle Afganistan, Pakistan, Hindistan, Irak, Sudan bu akımın yoğun olduğu ülkelerdir. Sanılmasın ki bu akım, sadece İslâm'ın bilgi kaynağını belirleme alanında yürümüştür. Yaşamış oldukları ülkelerin siyasi iktidarlarınca yönlendirilerek siyasi etkinliklerde de bulunmuşlardır. Meselâ 18. yüzyıl önderleri olan Muhammed b. Abdulvahhab bunlardandır. Bu kişi, dini söylemleri kullanarak, içinde yaşadığı yerel coğrafyanın insanları ile birlikte ne yazık ki, İslam düşmanlarının emellerine hizmet etmişlerdir.
Selefilik, ABD de ikiz kulelerin vurulması olayından ve Amerika'nın Afganitan'ı, Irakı ve Suriye'yi işgalinden sonra, daha fazla dünya gündemine girdi. Ancak şunu belirtmem gerekir ki, üzerinde durduğumuz bu köklü ve kendilerine göre müktesibatları olan, ilk önderi de yaşayan bir mezhebimizin imamı Ahmed b. Hanbel'in selefiliğini, konjoktürel olarak derin dünya güçleri tarafında finansa edilip kurulduğu iddiasını taşıyan Selefî El Kaide, Deaş, Hizbullah ve benzeri guruplara indirgenmesini doğru bulmadığımı belirtmeliyim. Ancak Neo Selefîlik te denmekte olan bügünki Selefîğin, yukarda adlarını belirttiğimiz cihatcı selefî örgütlerin siyasi şemsiyesi olduğu da bir vakıadır.
Türkiyede, ondört Selefî dernek olduğu, Selefiliğin bilinçli olarak doğru tanıtılmadığı, hiçbir Selefî'nin terörü İslamî bir yötem olarak kabul etmeyeceği, Selefîlerin bir önder tarafından ifade edilmektedir. Mensuplarından İşide katılmak için izin iteyenlere müsade etmediklerini, bundan dolayı İşidin kendilerini korkaklıkla suçladığınıda, dile getiriyor. Başka bir iddiasıda İşidin, özellikle Avrupada selefî gençleri ve selefi inanç ilkelerini kendilerine malzeme yapmak sureti ile örğüte elaman kazanmaya çalıştıklarıdır. Bunlar kendilerini tanıtmak için yapılmış açıklamalardır. Kamuya açık olarak medya kanalı ile yapılan bu açıklama, kandileri adına bir hakikati ifade etsede, kamuyunu ne derece inandırır onu bilemem.
Sonuç olarak, İlmi, Selefin söz ve uygulamalrından ibaret gören Selefilik, tarihte sonradan söylenmiş ve yapılmışları, doğrusu olup olmadığına bakmadan reddeder; Gelişme sağlamak amacı ile de olsa, açlacak bütün kaplar tkar. Akln karşısına Eseri (haberi) koyduğu için bireyi de yok oluşa mahkum eder. Böylece, birey yerine kendi koyduğu değerler çapında bir toplum oluşturmuş olur.
Hicri III. asrn ortalarndan itibaren kendisi müstakil bir mezheb olmadğı halde, bütün İslam mezheblerinin etkilendiği; doğuşundan bugüne siyasi iktidaların desteğini arkalarına aldığı vakıası ile Selefi düşünce akımı, İslam düşünce tarihine, o günden bu güne damgasını vurmuştur. Zahirde, Resulullah sas. ve Ashab-ı Kiram'ın büyük mânevî otoritesini savunmuş olması dışında, başka fikrî sermayesi olmadığı halde etkisi büyük olmuştur. Büyük ve geniş ulema çevresine epistemolojik alandaki dolaylı etkisine rağmen, Dünya Müslümanları'na ne kazandrdklar? sorusunu sormak durumundayız. Bu bağlamda, düşünce sahibi entellektüel İslamî araştırmacıların: İslam Dünyasının hem geçmişinde hem bu gününde, akıl ve tecrübeyi reddederek sadece rivayet eksenli Dînî değerlerle İslam adına konuşan Selefî Düşünce'nin, sosyal ve dinî sorumluluğunun büyük olduğunu ifade eden sözlerine de, katıldığımı belirtiyorum.
15.12.2020 Kayseri