“Hüccetle galip gelmeyi kudretle galip gelmeye tercih ederim.
Kudretle galebe ölümlüdür; hüccetle galibiyetin ise zevali yoktur.”
Halife Me’mun
İmam Azam Ebu Hanife, bugün halk dindarlığı ortamında ve sevenleri yanında, tarihte kendisini ünlü yapan Büyük İmam adıyla şöhret bulmasına neden olan ilmi, siyasi, ahlaki ve ilkeli kişiliği ile tanınmadığı kanaatindeyim. Onun İslam anlayışı, bugünkü manada Ehl-i sünnetin kurumsallaşması dönemlerindeki temelleri ile ne kadar örtüşüyor ya da örtüşmüyor, bu uzun tarih süreci içerisinde pek gündeme gelen bir şey değildir. Hal bu ki Ebu Hanife Ehl-i sünnetin diğer imamlarından önemli ölçüde farklı yönleri olan bir kişidir. Bu yazımız, yakın zaman içerisinde yapılmış olan çalışmalar ışığında konu hakkında bir fikir ifadesidir.
Dünya Müslümanlarının tanıdığı ve pek çoğunun da saygı duyduğu Ebu Hanife (699-767) Emevi (661-750) ve Abbasi (750-1258) iki Müslüman Arap saltanat devleti dönemlerinde yaşamıştır. Özellikle Emevi Devleti’nde hakim sosyal ve siyasi anlayışa göre Ebu Hanife Mevâlidir yani Arap olmayan müslümandır. Bu ayrım, İslam öncesi Arap kabilecilik geleneğinin ilkel bir tortusu olmasına rağmen, Arap olmayan bütün Müslümanlar için, onur kırıcı bir şekilde uygulanmıştır. Hal bu ki ortada İslam toplumu adına övünülecek bir şey varsa oda, Ebu Hanife ve onun ilkeleri öncülüğünde fikir ve düşünce geliştiren, kendilerine “rey ehli” de denen Müslüman ûlemanın ortaya koymuş oldukları ilmi ve ahlaki kazanımlardır. Ayrıca, mevali olarak nitelenen Müslümanlar, bu ayrımcılığı faydaya yani gelişmeye, atılıma ve adeta hürriyetlerini yeniden kazanma(!) başarısına dönüştürmüşlerdir.
Ebu Hanife Bağdat’ta, Hz.Peygamber’in s.v. aydınlık ve sâde döneminin yeniden hayat bulması adına, dört halife dönemi sonrası rayından çıkarılan Kur’an ve Sünnetin saâdet reçetesini, tekrar gündeme taşımak adına, insanlığın halde ki ve gelecekte ki ihtiyaçlarına cevap olabilecek ve İslâmiyet’in evrensel kimliğini ortaya koyacak olan kelâmi, fıkhî, ahlâki ve siyâsi prensipler sunma keyfiyet ve kemiyetine sahip bir Akademinin, bütün insanlığa hitabeden İmam-ı Âzm’ı olmuştur. O, hocası Hammad’dan aldığı ve kendisi tarafından geliştirilen ilmi çalışma metodoloji ile, Irak, Horasan, Basra ve Maveraünnehr gibi daha pek çok bölgeyi aydınlatan binlerce âlim yetişmiştir. Büyük İmam’ın kıyas, istihsan ve örf ile açtığı çığır, Arap olmayan diğer milletlere Müslüman olma yolunu kolaylaştırılmıştır. Ebu Hanife ileri ve geniş bir ufka sahiptir. Çünkü o, Allah’ın son elçisi Hz. Muhammed’i çok iyi anlayan ve dini yorumlarda O’nu örnek alan bir alimdi. Kendisini Hz. Muhammed’e ulaştıran halkanın için de hocası Hammad bin Ebu Süleyman’dan sonra İbrahim en-Nehai ve nihayet ashabın güçlü isimlerinden Hz. Ömer; Hz. Aişe ve Hz. Ali bulunmaktadır. Bunlar Ebu Hanife ile şöhret bulan Kufe Okulunun yani rey ekolünün temel taşlarıdır. IX. ve X. Yüzyıllarda kendini gösteren bilim ve teknolojik çalışmalar ve daha sonra ortaya çıkan dünya ölçeğindeki gelişmeler, Ebu Hanife’nin açtığı ufuk sayesinde akıl, düşünme ve tecrübeye önem veren Müslüman bilginlerin eseri olmuştur. Müslüman devletlerin hükümranlıklarında hiçbir zaman Hanefi-Maturidi kelam ve siyaset anlayışının etkili olmasına fırsat verilmemesine rağmen bu iki imamın akıl, bilim, felsefe ve tabii bilimlerin hayat bulmasına sağladıkları metodik anlayışın Müslüman dünyasındaki tesiri, çok etkili ve uzun süreli olmuştur. Bu tesir, Osmanlı Devleti’nin IX. Padişahı Yavuz Sultan Selim’in (1470-1520) halifelik makamını İstanbul’a taşımasının ardından Mısırdaki geleneğe bağlı, mevcudu muhafazada ısrarcı ve sorunları çözmede bilgi üretme yerine rivayeti esas alan din anlayışını da İstanbul’a getirene kadar devam etmiştir.
Ebu Hanife’nin, Kur’an ve Hz. Muhammed’din sünnetinden başka yöneldiği şeyler, akıl ve içinde yaşadığı toplumun ihtiyaçlarıdır. O, Kur’an’a mü’min basireti ile bakar. Yüce Allah’ın indirmiş olduğu vahyin, hangi durumlara ve hangi sorunlara indirilmiş olduğuna yani vahyin, ne dediğini ve ne demek istediğini anlamaya çalışırdı. Ele aldığı konuyu, oluşturmuş olduğu ders halkasındaki öğrencileri ile uzun uzun tartışırdı. Sonun da aklî yeteneğini de kullanarak kendine ait görüşünü beyan ederdi.
Dini anlama ve yaşamada Ebu Hanife, Dinin bir tek kaynağının Kur’an olduğuna işaret etmiştir. Bu işaret, bütüncül bir yaklaşımın sonucudur aynı zamanda tevhidi bir reflekstir. Bu anlayışın bugünkü tartışmalar dışında değerlendirilmesini tavsiye ederim. Biraz daha açık ifade ile o, tabii olarak Kur’an’ı merkeze almak şartıyla, Hz. Muhammed’in Sünnetini, seçici bir yöntemle müracaat edip güvenilir bulduğu hadis rivayetlerini dinin kaynağı olarak görmüş ve yolunu bunlarla aydınlatmıştır. O, Sünneti Kur’an dan bağımsız bir kaynak olarak düşünmemiş olup, Kur’an’ın açılımı, beyanı ve hayata uygulanması olarak anlamıştır. Bu anlayış, günümüz ilahiyat camiasında süren, bir kısım Müslüman halkında içinde olduğu “peygamberi dışlayan Müslümanlık anlayışı, Kur’an Müslümanlığı, hadisleri ve sünneti reddedenler, Kur’an’ı devre dışı bırakan hadis Müslümaları” konu başlıklarında yapılan tartışmaların anlamsızlığını ortaya koymaktadır. Hiç kuşkusuz o da bilmektedir ki Allah, insanlara peygambersiz bir kitap göndermemiştir. Yani Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’in olmadığı bir Kur’an düşünmek realiteden uzak saçma bir yaklaşım olur. İnsanlar, Allah’a ve Peygambere iman edip doğruladıktan sonra kitaba yani Kur’an’a inanmışlardır.
Müslümanlar için Kur’an’ın anlaşılması çok önemlidir. Bu, indirildiği zaman içerisinde olduğu gibi, daha sonrası ve içinde bulunduğumuz zaman içerisinde de önemlidir. Ancak indirildiği zamanda anlaşılması önemli bir problem doğurmuyordu. Çünkü Hz. Peygamber ve arkadaşları devrinde Kur’an, yaşanan hayat içinde ve çoğunlukla muhatap insanların karşılaştıkları sorunlara çözüm amacıyla ve o insanların dili üzere inmekteydi. Ayrıca Hz. Peygamberin izah ve uygulamaları da muhataplarını aydınlatıyordu.
Kur’an-ı Kerim’i anlama, özellikle onun Arapça olmasından kaynaklanan sorunlar, İslam’ın, farklı coğrafyalardaki sosyal ve kültürel ve daha önemlisi Arap olmayan diğer milletlerin Müslüman olmalarıyla ortaya çıkmıştır. Buradan kaynaklanan sorunlar, ilk olarak Ebu Hanife’nin yaşadığı zamanda ve coğrafyada başlamıştır.
Yukarıda kısmen işaret ettiğimiz gibi Ebu Hanife’nin dine yaklaşım usulünde birinci sırayı Kur’an-ı Kerim alır. O Sünneti, Kur’an ile bütünlük içinde düşündüğünden, ayrı bir kaynak olarak ele almaz ve Sünneti Kur’an’la birlikte değerlendirir. Burada konunun çözümü getiren delil, bütün Müslümanların ortak hafızası ile geleceğe aktarılmış olan “yaşayan sünnet” ise, zaten ortada bir sorun yok demektir. İmam Azam’ın hadis rivayetlerine seçici ve titiz yaklaşımı olmuştur. O, hadis diye sunulan her rivayeti Hz. Peygamber tarafından söylenmiş olarak kabul etmez. Onu Kur’an ve akıl süzgecine tabi tutar ve bundan sonra sahih olup olmadığına karar verir, uygunsa delil olarak kullanır. Bu yüzden ona, “hadisleri reddediyor” suçlaması yapılmıştır. Hal bu ki bu yaklaşım, hadis reddi değil bilakis, tarihi zaman içerisinde Hz. Muhammed’e ait olduğu iddia edilen yalan isnatlardan korunmaktır. Hadis reddi demek, Hz. Peygamber’in sözü ve eylemi olduğu kesin olarak bilinen hadisleri kabul etmemektir.
Dile getirdiğim bu hususun daha iyi anlaşılmasını sağlamak amacı ile, Ebu Hanife’nin dine yaklaşım yöntemini kendisinden dinleyelim: “Bir meselenin hükmünü Allah’ın kitabında bulursam onu alırım. Orada bulamazsam, Rasulullah’ın Sünnetini ve hep güvenilir ravîlerden gelmek şartı ile sahih haberleri alırım. Kur’an ve Sünnette bulunmayan hususlarda Sahabe görüşlerine bakar onlardan birini seçerim… daha sonrasında (müçtehit isimleri sayarak, filanlar gibi) ise bende içtihat ederim.” Demiştir. İmam Azam’ın içtihat hususunda kullandığı ve dinde delil kabul ettiği kavramlar kıyas, istihsan ve örf tür. Kur’an ve Sünnete bu üç delili de ilave edersek onun, fıkıh literatüründe “edille-i şer’iyye” (şer-i deliller) olarak ifade ettiği ve dinin anlaşılmasında gerekli gördüğü deliller ortaya konmuş olmaktadır.
Ebu Hanife’nin Muhtelif Konularda Münferit Görüşleri:
-
Namazda Kur’an’ı yüzünden, yani yazıya bakarak okuyanın namazının fasit olacağını söylemiştir.
-
İmam Azam, Kur’an-ı Kerimin abdestsiz okunmasında bir sorun görmemiştir. Cünüp olma dışında hiçbir halin Kur’an okumaya mani olmadığını söylemiştir.
-
Kur’an-ı çabuk çabuk okumaktan kaçınıp onu anlayacak şekilde okunması gerektiğini dile getirmiştir.
-
Ona ait olduğu tartışılsa da, Kur’an’ın esas itibariyle manadan ibaret olduğu ve bu sebeple de onun, herhangi bir dile nakledilen manasının da Kur’an diye isimlendirilebileceği görüşü dikkat çekicidir. Ona göre, bu nedenle Arapça bilsin bilmesin Fatiha’yı tercümesinden ezberinden okuyarak kılınan namaz geçerlidir.
-
Ebu Hanife’ye göre namazda farz olan kıraat, Allah’ın ibretler, öğütler, sakındırmalar, teşvikler, övgü ve tazimler içeren kelamına delalet eden bir lafız olması itibariyle Kur’an okumaktır. Yoksa amaç, Kur’an’ın Arapça olması itibariyle, değildir.
-
Ebu Hanife rey ehli demişler. Bu, Kur’an ve Sünnetten çıkarımlar yaparak akılını kullanarak ve toplum ihtiyaçlarını göz önüne alarak, her asırda ve farklı coğrafyalarda sorunlara çözümler üretmektir. Ama O, Kur’an ve sahih sünnete rağmen “rey” kullanan biri değildir. İçtihatta bulunduğu bir konuda, güvenilir bir hadis bulunamadığında, çözüm aradığı meselenin gaye ve uygulama alanını da dikkate alarak, insan ve toplum için yararlı olduğuna inandığı bir çözüme karar verirdi.
-
Ebu Hanife “dinin naslarını” iki kısma ayırır: Biri “taabbudî” denilen, hayatımızın pek çok alanında yaşayıp bildiğimiz ibadetlere ilişkin naslardır ki, bunlara ait hükümlerinde neden ve niçin aranmaz. Buna, Ebu Hanife’de böyle inanır ve: “Allah’a ve Peygamber’e inanan kimse bunların insanın hayrı ve yararı için meşru kılındığını kabul eder, Allah’ın dininde boş yere emredilmiş bir ibadet ve emrin asla olmayacağını bilir.” Der.
-
Bir diğer “nas” çeşidi vardır ki, Ebu Hanife bunların maksatlarını, gayelerini, sebep ve illetlerini anlamak için uğraşır. Bunlar üzerinde yapmış olduğu çalışmalar sonunda elde ettiği illetlere dayanarak benzer konularda kıyas yapardı. Ancak, İmam Azam zannedildiği kadar çok kıyas yapan biri olmamıştır. Hal bu ki, kıyasın ilk ve önemli kullanıcısı da İmam Şafii’dir. Ama her nedense kıyas karşıtı ulemanın hedefinde Ebu Hanife olmuştur.
-
Ebu Hanife, yukarıda bahsettiğimiz nassın ikincisine ait metinlerin zahiri üzerinde yani lafızları üzerinde fazla durmaz; sözün derinliğine inmeye çalışarak hükmün gerekçesini araştırır. Böylece o, hem nassın o gün için ne dediğine hem de ne demek istediğine bakarak sonuca varmaya çalışır.
-
Ebu Hanife, kıyasın bir ilerisi olarak kabul edilen “istihsan” metodunun öncüsüdür. Hem bu konuda hem de çok kıyas yaptığı konusunda kendisini eleştirenlere, büyük bir cesaretle “kamu yararı, toplumun beklentileri, zamanın zorunlu kıldığı sebepler bunu gerektiriyor.” Sözleri ile cevap vermiştir.
Allah’ın kendisinden razı olması ümidini taşıdığım şehit İmam Ebu Hanif’ye rahmetler dilerim.
Bir kez daha kavuştuğumuz Kur’an ve oruç ayı Ramazanınızı ve Rabbimiz’den kavuşmayı umut ettiğimiz Bayramınızı tebrik ederim.
Not: Faydalandığım Kitap ve Makaleler
-
Mehmet Bayraktar, Ebu Hanife ve Önemi
-
Faruk Başer, Ebu Hanife’nin Kur’an Anlayışı
-
Yaşar Nuri Öztürk, İmam Azam Ebu Hanife
-
Muhammed Ebu Zehra, Ebu Hanife
-
Ali Bardakoğlu, Hanefi Mezhebi, TDV İslam Ansiklopedisi