YENİ BİR MEDENİYET İNŞASINDA İMAM MÂTURÎDÎ VE KUR’ÂN YORUMU
MAKALE
Paylaş
26.08.2019 12:45
2.828 okunma
Abdulbaki Bilgin

Abdulbaki BİLGİN*

Allah’ın vahyini bize taşıyan kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim, ümmetin birliği ve bütünlüğünü emrettiği halde, İslami bir iklimde farklı mezheplerin doğup ortaya çıkması nasıl izah edilebilir?  Pek çoğumuzun aklına gelen bu sorunun cevabını araştırıp bulmak mezhepler tarihinin çalışma alanıdır. Bilindiği üzere, bugüne ulaşmış ya da müntesipleri kalmadığı için ulaşmamış olsun, isimleri bilinen mezheplerin hiçbiri,  Rasûlullah hayatta iken mevcut değildiler. Mezheplerin ortaya çıkması, İslam toplumunda sorunların ortaya çıkmasıyla eşzamanlıdır. Rasûlullah hayatta iken, Müslümanlar sorunlarını doğrudan Rasulallah’a aktarıyorlardı. O’da bunları ya hemen çözüyor, ya da o konu hakkın da bir vahiy gelmesini bekliyordu. Neticede bir müddet sonra, konuyla ilgili beklenen vahiy geliyor ve sorun da âyetin hükmü ile çözümlenmiş oluyordu. İslam tarihinde bilinen ilk ihtilaf, vefatından kısa bir süre önce, Rasulullah hasta yatağında iken, yazdırmak istediği bir vasiyyet konusunda kağıt ve kalem istemesi üzerine, ortaya çıkmıştır. Bir diğeri de,  Rasulullah’ın vefatından hemen sonra, yerine devlet başkanının (emir) seçilmesi hususunda Beni Saide sofasında toplanan Ensar ve Muhacirler arasındaki tartışma üzerine doğmuştur. Ancak bunlar, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi önder sahabelerinin yerinde ve zamanında müdahaleleri ile çözümlenmiş ve o dönem için sorun olmaktan çıkarak konu kapanmıştı.                                                                                                                                                              

Bu yazımızın konusu, ‘mezhepler tarihi ve mezheplerin doğuş nedenleri’ olmayıp;  Kur’an-ın anlaşılması ve Müslümanların doğru bilgiye ulaşmaları hususunda, Vahyin kavramları üzerinde, kelâmî yorumların ön planda olduğu eserin sahibi, büyük mütefekkir, nev-i şahsına münhasır büyük Türk Bilgini,  İmam Mâturîdî ve onun görüş ve düşünceleridir. Gayemiz, onun fikir ve yorumlarından yola çıkarak, Müslümanların eseri olacak olan, yeni bir medeniyetin doğmasına öncülük etmektir.

A.  MEZHEP VE BAŞLANGIÇTAN GÜNÜMÜZE BAZI MEZHEPLER                                         

Bugün biz, inanç ve düşünce dünyamızda yer olan bütün dini gurupları mezhep diye ifade ediyoruz. Hal bu ki, “mezhep”, genellikle ve ilk İslam kültür terminolojisinde, sadece muamelat ve fıkıh ile ilgili alanda teşekkül etmiş görüş sahibi zümreler için kullanılmıştır. İtikatla ilgili zümreler için ise, ilk kaynaklardan itibaren, “fırka” ismi geçmektedir. Buna rağmen, daha sonra, bütün dini söyleme sahip guruplara mezhep denmeye başlanmıştır. Bu, Osmanlı kültür tarihi içerisinde oluşmuş ve yerleşmiş bir tercihtir.

İslam coğrafyası içerisinde doğmuş ve oluşmuş, Kur’an ve Sünnet referanslı bütün mezhepler, Kur’an-ı Kerim’in ve Sünnet-i Nebi’nin daha iyi anlaşılıp yaşanması hususunda, Müslümanlara hizmet ve Allah’ın rızasını kazanmak amacında olduklarını ileri sürerler. Her biri bu konuda, en doğru yorumun da kendilerinin ki olduğunu iddia ederek müntesipler kazanmaya da çalışırlar.

Dinimiz İslam söz ve davranışlarda birliği ve bütünlüğü istemesine rağmen, mezheplerin, İslam toplumlarında farklı söylem ve uygulamalara yol açmasını nasıl izah edebiliriz? Bu husus ayrı bir çalışma alanıdır. Ancak şunu söyleyebiliriz: onların İslam dairesi içerisinde kalabilmesi; meşru ve makul bir anlayışla kabul edilebilir olması için, en azından, üç temel İslami değere inanmaları gerektiği savunulmaktadır. Bunlar: Birincisi TEVHİD, ikincisi NÜBÜVVET-RİSALET,  üçüncüsü ise meâd dediğimiz AHİRET inancıdır. Pek tabiî ki bunlara başka esasların ilavesi de gerekli görülebilir.                                                                                                                              

Başlangıçtan günümüze kadar gelen ve itikadi-kelami ve siyasi muhtevalı mezheplerden bazıları şunlardır: HARİCİLİK, MÜRCİE, MUTEZİLE, ŞİA (İmamiyye Şiası, Zeydilik, İsmaililik, Dürzilik, Nusayrilik)  MATÜRİDİLİK, EŞ’ARİLİK, YEZİDİLİK, VEHHABİLİK, BABİİLİK, BAHAİLİK, KADIYANİLİK

B. İMAM MATURİDİ

Asıl adı Ebû Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mansur olan Maturidi, X. Asırda Maveraünnehir’de ki Özbekistan’ın önemli merkezlerinden olan Semekant’ın Maturid köyün de, Türk bir anne ve babadan doğmuş; ve yine kendi köyünde H.333/M.944 de vefat etmiştir. Adı kısaca,  Ebû Mansur el-Mâturîdî olarak bilinmektedir.                                    

1.Yaşadığı Bölgenin Sosyal ve bilimsel ortamı içerisinde Maturidi:

Yetiştiği dönem, Abbasi devletinin zayıflamasından sonra Maveraünnehir’de (Ceyhun ırmağının doğu ötesi) kurulan, ilim adamlarını himaye etmesiyle ve ilmi çalışmaları desteklemeleriyle ünlü SAMANİ HANEDANLIĞI’NIN (261-390/874-999) en parlak dönemidir. Öyle ki bu imparatorluk döneminde, başta Buhara ve Semerkant olmak üzere tüm Maveraünnehir, ilim ve sanatta, o zamanın ünlü İslam beldesi olan Bağdat’ı bile geride bırakacak seviyede ilerlemiş Türk beldeleriydi.                                                                                                                                                                                                      

Maturidi’nin doğduğu yıllarda Maveraünnehir/Semerkant, önceleri Abbasi devletine bağlı yarı otonom halde iken sonraları ondan ayrılıp müstakil bir devlet olan Samaniler yönetimi altına girmişti. O yıllarda Abbasi iktidarlarınca baskı gören Haricilik, Mürcie, Mutezile, Zeydilik, İsmaililik gibi mezhepler; baskının olmadığı bu bölgede görüşlerini yaymaya çalışmışlardır. Bölge de Çin ve Hint menşeli dini ve felsefi çeşitli inanç guruplarının varlığı da hesaba katılınca, burada bulunan  bu farklı mezheplerin aralarında, sert tartışmaların yaşanması da kaçınılmaz oluyordu.                                 

İmam Matüridi, başta İmam Azam Ebu Hanife’nin öğrencileri olmak üzere, bölgenin değişik hocalarından dersler almıştır. Semerkand’da, Ebu Hanife’nin itikadi ve fıkhi görüşlerinin, felsefi ve teolojik temellerinin tartışıldığı “Daru’l Cüzcaniyye” adıyla bilinen bir medrese bulunmaktaydı. Burası, Maturidi’nin de eğitim gördüğü önemli bir okuldu.

Maturidi, İmam Azam’ın, Kur’an ve Risalet merkezli din anlayışına hayranlığını açıkça dile getirmekten çekinmemiş ve O’nun dinde aklın yeri ve önemi hususundaki görüşlerini de benimsemiştir.  Maturidi’nin, Vahiy ve risalet üzerine yapmış olduğu çalışmalar sonucu ortaya koymuş olduğu fikirleri, halk tarafından daha sonra Maturidilik ya da Maturidiyye Mezhebi olarak isimlendirilmiştir. Maturidi’ye nisbet edilen bu itikadi mezheb, başta; el-Hakim es-Semerkandi(951) ve Ebu Muhammed Abdulkadir b. Musa Pezdevi(999)olmak üzere Matüridiyye ekolüne mensup olan Ebu Muin Nesefi(1142), Ömer Nesefi(1144), Ebu’l Berekat en-Nesefi, Buharalı Nureddin es-Sabuni(1184) gibi birçok ilim ve fikir adamı tarafından benimsenmiş ve bunlar tarafından halka tanıtılmıştır.                                                                                                                               

2. Eserleri:                                                                                                                                          

Kendinden sonra ki pek çok âlim, kitaplarında O’na atıflar yaparak, Maturidi’nin pek çok eserinden bahsetmelerine rağmen, günümüze ulaşan ve ona ait olduğu şüphesi taşımayan, sadece iki eseri mevcuttur. Diğer eserlerinin akıbeti hakkında bir bilgiye rastlanmadığı araştırmacılar tarafından belirtilmektedir. Bu iki eseri, basımı da yapılarak yayımlanmış olan:” Kitabu’t Tevhit” ve ” Te’vilatu’l Kur’an” dır.  Bugünlerde “Te’vilatu’l Kur’an” adlı ünlü eserinin Türkçe tercümesinin basımı devam etmekte olup, 18 ciltte tamamlanacağı söylenmektedir.                                                                                                                                                                                  

C.MATÜRİDİ’NİN DÜŞÜNCE SİSTEMİ VE KUR’AN YORUM YÖNTEMİ

Maturidî’nin İslam düşünce tarihimizde önemli bir yer tutmasını, ‘düşüncenin sürekli gelişim ve değişim içinde bulunduğu ve koşullara göre birtakım özellikler kazanarak varlığını sürdürdüğü ilkesi ile kişiliğinde var olan canlı ve hareketli bir düşünce yapısına’ bağlayabiliriz. O’na göre, ‘düşünce kültürle beslenir, ama kültürün geleceği de düşünceye bağlıdır.’

Tarihi süreç içerisinde, doğruları kaybetmeden, bir yenilik ve gelişim arayışı içerisinde olmak, çağdaş ve medeni bir toplum olmanın vazgeçilmezidir. Bu bakımdan, dini ve fikri hayatımıza ışık tutabilecek olan İmam Maturidi’nin fikirler ve tasavvurlarından faydalanma zamanı gelmiştir. Hatta geç bile kalınmıştır. Öyle ki, Maturidi, hem Türk dünyası hem de İslamiyet için çok faydalı ve ufuk açıcı çalışmalara imza atmış önemli bir mütefekkirimizdir. Aslında O, fakih ve müfessir kimliğinden daha çok, kelamcı kimliği ile takdir edilen bir şahsiyettir.

Öncelikle şu hususu da belirtelim ki, Türklerin Müslüman olmalarının kolaylaşması ve hız kazanması hususunda,  Maturidi’nin, hizmetleri  asla küçümsenemez. Ayrıca Türklerin Müslümanlığı kabulü, Türkler’den çok bütün Müslümanlar için faydalı olmuştur. Çünkü Maturidi gibi, Türkler ve Türk dünyasında yetişen bilim önderleri, bu dinin sadece Araplara has bir din olmasını, ortaya koymuş oldukları evrensel Kur’an yorumları sayesinde önleyip bir dünya dini haline gelmesinde çok önemli katkılar sağlamışlardır. 

Kendi topraklarında yetişen bu İmam sayesinde Türkler, dini düşünce hayatında “halk zahitliği” ve “hakl mistikliği” olarak nitelendirilebilecek olan İslami yaşam biçimini ön planda tutup, dini hayatlarında “ilham” ve “sezgi” yerine, Kur’an da “fuad” olarak geçen kalbi bakış ve derin anlayışın önemini vurgulamışlar ve böylece, Kur’an’a “kalbi bir bakış”la yönelmişlerdir.

Yeni Müslüman olmuş bir toplum olarak, Türkler’in bilgiye olan ihtiyaçta öncelikleri, itikadi ve ameli konuların bilgisi olmuştur. Buna binaen, imam ve müçtehitlerin çalışmaları da bu alanda cereyan etmiş olup; bu çalışmalar sonucu meydana gelen bilgiler sisteminin, toplum tarafından kabul ve yaşanır hale gelmesi ile mezheplerin oluştuğu görülmektedir. Bu bağlamda Hicri II. asrın ortalarında vefat eden büyük alim Ebu Hanife (ö.150/767), “Fıkhu’l Ekber” adlı eserini yazmış ve bu eseri hem “akâid” hem de “fıkhi” konuları içermiştir. Bu durum, o dönem Müslüman düşünce hayatı içinde önemli bir etkide bulunmuş ve yaşadığı toplum için bir yol ve yordam teşkil ederek, Hanefi Mezhebi doğmuştur.                                                            

Maturidi de, Türk-İslam dünyasında bilgi ve düşünme metodunu oluştururken Büyük İmam Ebu Hanife’yi yoğun bir tefekkürle takip etmiş ve onun görüşlerini rasyonalize etmeye ve felsefi bir zemine oturtmaya çalışmıştır. Böyle olunca, İmam Ebu Hanife de olduğu gibi, Maturidi’nin Kur’an anlama metodu da, rivayet merkezli Hicaz ûlemâsının  Kur’an’a yaklaşım yönteminden, daha doğrusu Medine ekolünden farklı olarak; rey ekolü diyebileceğimiz  yeni bir mezhebin oluşumu gerçekleşmiştir.

İslâmiyetin doğduğu Hicaz bölgesinde yaşamamış, Müslümanlığa da daha sonraları girmiş ve aynı zamanda Arap olmayan bir toplumun sorunları ve ihtiyaçlarının farklılığı nedeniyle, sorunları sadece ”nakli delillere” başvurarak çözümlemenin kolay olmayacağı açıktır. Ayrıca Ebu Hanife’nin kültür çevresi olan Irak, eskiden beri ilim ve felsefenin geliştiği; çeşitli din mensuplarının bir arada bulunup yaşadığı bir kültür merkezi olması nedeniyle;  yeni dinin eski ve kökleşmiş kültürler karşısında tutunup varlığını devam ettirebilmesi de zordu. Bu nedenle, sorunların çözümünde aklı kullanmak, kıyas ve içtihad yöntemlerine başvurmak kaçınılmaz olmuştur. Maturidi de, Ebu Hanife gibi, kendi kültür muhitinde aynı yöntemleri kullanmıştır.

1.Akıl ve İman:

Maturidi’nin, düşünce örgüsünde öngörülen temel şey, “akla ve sağduyu” ya aykırı olmayan, Kur’an merkezli, evrensel bir din anlayışıdır.” Bununla elde edilmek istenen ise, kendi kültür ve geleneği ile bağlarını koparmadan, Müslüman olmayı ve Müslüman olarak yaşamayı sağlamaktır. İmam’ın, “Kitabu’t Tevhid” ve “Te’vilat” adlı eserlerine bakıldığında görülür ki “akıl”  Matüridi nin düşünce sisteminin vazgeçilmezlerindendir. O’na göre, vahyin anlaşılıp kavranmasına hazırlık için Allah, vahiyden önce aklı yaratmıştır. Büyük ihtimalle, bu nedenle olacak ki, “aklı olmayanın dini yoktur” sözü, hükmi bir ilke olarak kabul edilip inanç bazlı kavramlarımız arasına girmiştir.    

Matüridi, aklı ve önemini Mü’minun suresi 23/ 78. Ayetine dayanarak anlatmaya çalışır. Ayette geçen, işitme, görme sıfatlarının ardından gelen ve  “gönüller(kalbler)” diye anlam verilen “ef’ide,”  kelimesine, (tekili “fuad”)  aklın fonksiyonlarını yükleyerek; “akıl” anlamı vermiştir. Maturidi’ye göre akıl, insan için göz ve kulak gibi, hatta bunlardan da önemli büyük bir İlahi lütuftur. Aynı zamanda insanda bulunan “en aziz şey”dir. İmam Maturidi, akla çok önemli bir fonksiyon yüklemekle birlikte,  Kur’an’ haricindeki haberin ve duyuların bilgisinde olduğu gibi, aklın da bilgi elde edebilme gücü ve kapasitesinin sınırlı olduğunu kabul eder.                                                                                                          

Nahl 16/78. Ayetinde “Sizi analarınızın karnında hiçbir şey bilmez iken (dünyaya) çıkardı. Belki şükrederler diye sizin için işitme, görme ve kalpler(düşünme kabiliyeti) verende yine Allah’tır.”  Şeklinde gelen ve  “gönüller” olarak mana verilen “el-efide (fuad)”  kelimesini, Matüridi, “kişinin yararına ve zararına olan hususları düşünüp, anlayıp, akletmesi”  olarak anlayarak; aklı, görme ve işitme organları ile birlikte, bilgi edinme vasıtası olarak görür.(Bakınız,7/179)  

Maturidi, “imanı” bir akıl işi olarak kabul edip, bir yaratıcının varlığına ve birliğine “iman “ için “aklı” tek başına yeterli görmüştür. O halde, bir rasul/nebi sesi duymamış ve rasullerin gelmediği bir dönem yaşamış insanlar, yaptıkları fiillerden ve yapmadıkları ibadetlerden değil, “iman”dan sorumlu ve yükümlüdürler. Ancak dini ayrıntılar, bir nebinin risaletini ve açıklamasını, yani “nakli bilgiyi “ gerektirmektedir. Ona göre “şer’i” bilgi nakil ile, “dini bilgi” akıl ile bilinir. Ebu Hanife gibi Matüridi de imanı, teemmül ve tefekkür eden akıl ile yani kalb ile zihni bir tasdik, olarak ifade etmiştir. Ayrıca bunu mü’min olabilmenin yeterli şartı sayıp, imanını, dil ile beyan(ikrar) etmeyi bile zorunlu görmemiştir. 

2.Amel İman İlişkisi:

Farklı asırlar da yaşamış olan bu iki imam, siyasi istismarların ve bağnazca suçlamaların önlemesi hususunda büyük önem arz eden bir konuya el atmış olup, amel ile  iman ilişkisini  “amel imanın bir parçası değildir,” diye ifade etmişler ve bu görüşlerine de oldukça bağlı kalmışlardır. Bu hükmün karşıtı olan bir durumu; hem sonradan Müslüman olanların zararına yorumlanabilecek, hem de sonradan İslam’a katılımları neredeyse imkansız hale getirebilecek düşüncelerin, yaygınlaşmasına yol açabilirdi. Maturidi’nin yaptığı bu ayrım, işte bu mahsurların önlenmesi açısından önemlidir. Bu ayrımın, sonradan Müslümanlığa giren Türkler için anlaşılır ve olumlu bir yaklaşım olduğu, daha sonraları yapılmış olan “kelamî” tartışmalarla doğrulandığı görülmüştür. Matüridi’nin bu yaklaşımı, sadece siyasi ve sosyolojik boyutlu olmayıp; teorik ve teolojik boyutu da dikkate alan “akli” bir yaklaşımdır.

Amel- iman bütünlüğünü savunan, bunun sonucu pek çok felaketlere fecaatlere imza atan, lafızcı anlayışın öncüsü Harici bağnazcılığına karşı, amel-iman ayrımını ilk olarak Mürcie fıkası ileri sürmüştür.  Mürcie gibi Maturidi de, amellere (Allah’ın farz kıldığı ibadetlere) inanmakla, farz olduğunu bildiği ve inandığı halde yerine getirmemeyi; ayrı hükümlerin konusu olarak görmüştür. Ona göre Kur’an da pek çok yerde iman edenlerin ve salih amel işleyenlerin, (atıf harfi olan) “vav” la bir birinden ayrılmış olması, aynı isim altında birleştirilmemesi, amellerin imandan olmadığının delilidir.  

Mü’minlerin, farz olan şeyleri işlemeleri, o şeye iman etmiş olmalarındandır. Yoksa imanları, farz olan şeyi işlemiş olmalarından doğmuş, değildir. Bu kural, o gün için olduğu gibi, bu gün içinde, büyük günah işleyen herkesi tekfir eden;  amel-iman bütünlüğünü savunarak fırsat buldukça, buna göre acımasız infazlar yapmış olan, harici” ve fanatik “selefi zihniyeti” de hakikate davet eder niteliktedir.

3.Vahiy ve Kur’an Yorum Yöntemi :                                 

Matüridiye göre dinde, risalet/nübüvvet vahiyden önce gelmektedir. Çünkü doğal olarak vahiy onunla gerçeklik (değer) kazanmaktadır. Dini tebliğ eden ve bunu insanlar için yaşanır hale getiren kişiler, resuller/nebilerdir. Ayrıca nebilerin kültürü, kişiliği; içinde yetiştiği toplumun mevcut kültürel, ekonomik v.b. özellikleri de dinin getirdiği “şer’i” yapıya yansımakta ve vahyin o toplumun zihni seviyesine göre açıklanıp faydalı ve işe yarar hale gelmesi sağlanmaktadır.             

Matüridi, dinin anlaşılması hususunda “vahyin” yanında tabii olarak, “sünneti” de, özel bir yere koymaktadır. İkisini de “akıl” ile ilişkiler bağlamında ele almaktadır. Ona göre Allah”ın kelamı olan vahiy akılla, akılda vahiyle, hiçbir zaman ve hiçbir durumda çatışmaz. O, çok önemsediği akla bir sıfat ilave ederek “akl-ı selim”(sağlam ve erişkin akıl) kavramını kullanır. Ayrıcaü, bu aklın, vahiy değeri taşıdığını da belirtir. Ancak bu büyük imama göre, tek başına “ne akıl vahyin yerini, ne de vahiy aklın yerini doldurabilir.”  Matüridi, ahlakta akıl,  amelde ise vahiy esas alınmalıdır, der. Diğer bir ifade ile, bu: ameli konularda  “vahiy ve sünnet ağırlıklı;  itikadi ve ahlaki konularda” akıl” ağırlıklı bir sistemdir.  Ancak O’na göre, her durumda doğru ve güvenilir bilgi, delile dayanan, temeli sağlam olmak üzere akli ve nakli bilginin bütünlüğüdür. Maturidi, eserlerinde, delil olması için, müracaat etiği hadislerin ya da haberlerin sıhhati konusunda emin olmadığı zamanlarda:  “eğer sübutu kesin ise” şeklinde ihtiyati bir cümle kullanmayı ihmal etmemiştir.

4.Tefsir ve Te’vil:                                                                                                                                 

İmam Matüridi,  Kur’an ı anlama ve yorumlama hususunda iki ayrı yönteme işaret eder. Bunlar “Tefsir” ve  “Te’vil” dir. Ona göre, bunlar, birbirinin ne aynısıdır ne de alternatifidir. Ancak birbirinin tamamlayıcısıdır. Kur’an’ ın nüzul ortamını yaşayan ve yaşadığı toplumda bilgi ve tecrübe sahibi sahabelerin, inen âyetlerdeki kelimelerin ne anlama geldiğine ilişkin yapmış oldukları beyanları, “tefsir”  dir. Tefsir de, Allah’ın ne murad ettiğini tesbit etme iddiası vardır. Te’vil de ise, Te’vil yapan, inen âyetlerde Allah’ın ne murad ettiğini değil, âyetlerdeki sözlerden kendisinin ne anladığını ortaya koyma gayreti vardır. Sonuçta, te’vil yapan kimse,  “bu ifade ile Allah şunu murat etmiştir” demez, “bu ifade muhtemelen şu anlama ya da anlamlara gelebilir” der ve yorumunu tamamlar.  

İmam Maturidi, Fatiha sûresindeki “HAMD” kelimesinin te vil ve tefsirini örnek vererek şunları söyler:

“Tefsirciler bu kelimenin tefsirinde ihtilaf etmişler. Bir kısmı, Allah bu ifade ile kendisini övmektedir, demişler; bir kısmı ise Allah bu ifade ile insanlara, kendisine hamd etmeyi emretmiştir, demişler. Te’vil yönteminde ise, te’vil’i yapanlar: Hamd: övgü ve sena anlamına gelir, Allah’a şükrederek emrine tutunmak, demektir. Bununla ne kast edildiğini en iyi Allah bilir, şeklinde görüş bildirirler.”  Matüridi, anlamı tam ve kesin olarak anlaşılan söz ve kelimeler üzerinde te’vile gerek olmadığını da belirtir. Esasında Kur’an üzerinde te’vil’e başvurma dönemi, Ashab dediğimiz nesilden sonraki dönemlerdir. Diğer bir ifade ile Ashab döneminde Kur’an yorumuna “tefsir”, sonraki dönemlerde ki Kur an yorumuna da “te’vil” denmiştir. Bu şu demektir: Ashab döneminden sonra yapılan ve adına “tefsir” denilen açıklamalar aslında “tefsir” değil “te vil” dir. Bu düşünceleri Matüridi bir ilke olarak benimsemiş ve hayatında uygulamıştır . O’na göre “tefsir” ve “te vil” ayrımı “lafız” ve “anlam” ayrımıdır. Lafızda “rivayet”,  anlamda  “dirayet”  esastır.     

Matüridi’nin de, Kur’an üzerinde yaptığı çalışma ve yorum yöntemi,  dirayet yöntemidir. Yani  “te vil” dir. Onun için eserinin adını, açıkça bilinsin düşüncesinden olmalı ki, “Te’vilatu’l Kur’an” olarak isimlendirmiştir. Bu isimlendirmenin gereği olarak da, eserini yazarken, salt rivayetlere dayanmayıp, üzerinde aklî düşünmek sureti ile de ele alarak Kur’an yorumu yapmıştır. O büyük İmam, akılcılığa dayalı dirâyet tefsir geleneğinin öncüsü sayılır. Maturidi’nin bu yorum yöntemi kabul görmüş olacak ki, daha sonraki dönemlerde ünlü âlimlerden bir kısmı onu örnek almışlar;  ve ayrıca eserlerine de, “te’vilat” ismini vermişlerdir. Bunlardan bazılarının isimleri şunlardır: Kadı Beyzavi(ö.685-1286 Tebriz), Taberi(ö.923 Bağdat), Zemahşeri(ö.1143 İran) ve Ömer Nesefi(1310 İran) dir.

5.Yorumda Maturidi Farkı:

     İmam Matüridi, âyetleri yorumlarken önce iniş ortamını dikkate alarak bir yorum yapar, sonra kendi yaşadığı ortama gelerek, âyetin yorumunu bağlamsallaştırır, ardından da bu iki ortamdan da bağımsız, aklî dayalı bir yorumla çıkarımlarda bulunur. Bundaki amaç, ayetin indiği ortamla, yorumcunun yaşadığı ortam, akli bir zeminde birleştirilerek, anlaşılır hale getirilmesidir.

     Matüridi’nin bu husustaki yaklaşımına, Fatır35/13. Ayeti üzerinde yaptığı yorumu örnek verilebilir.  Âyetin meâli şudur:”Allah geceyi gündüze, gündüzü de geceye katar. (O), Her biri belirli bir zamana kadar kendi yörüngesinde akıp giden güneş ve ayı buyruğu altına almıştır. İşte rabbiniz olan Allah, budur. Hükümranlık O’nundur. O’nu bırakıp başka taptıklarınız bir çekirdek zarına bile sahip değildir.”

a. Nüzul ortamına bağlı olarak yaptığı yorum: “Bu âyet öncelikle, Allah’ı, ölümden sonra dirilmeyi ve elçileri inkar eden Mekkelilere hitap etmektedir… Mesajın özünde, gece ve gündüzün, ayın ve güneşin ve benzer bütün varlıkların, tek bir varlığın koyduğu yasayla (sünnetle) ve yine tek bir varlığın sağladığı dengeyle, ne bir fazla ne bir eksik işlemeye devam etmesinde, Allah’ın varlığına ve birliğine dair deliller vardır.”

    b.Kendi Yaşadığı ortamı dikkate alınarak yaptığı yorum: Maturidî, âyette ki, Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye katar sözü ile kast edilenin, (yaşadığı zamanda yaygın olan) Seneviyyenin (düalistlerin): ‘Hayrın yaratıcısı şerrinkinden farklıdır. Nur hayrı yaratanının eseriyken; karanlık şerri yaratanının eseridir.’ Sözlerine yapılan bir atıftır, der. O’na göre âyet,  Seneviyye fırkasının çift kutuplu iki zıt tanrı anlayışına bir cevap niteliğinde olup, bu yanlış itikadı ortadan kaldırmaya yönelik ilahi bir düzeltmedir.”

c.Akla dayalı olarak yaptığı yorum:                                                                                                    

”Gecenin bütün varlığı ile ortadan kaybolması, gündüzün bütün etkileri ve görünümüyle çekip gitmesi, benzer şekilde güneşin bütün varlığıyla kendini gösterdikten sonra kaybolup gitmesi ve hemen ardından başka bir gerçekliğin (gezegen olan Ayın) hayat bulması, ölümden sonra dirilmenin delilidir. Zira bu oluşumların her biri birer yok oluş sonrası meydana gelen birer diriliş sahneleridir. Ayrıca, gördüğümüz gibi olup biten her şeyin planlandığı bu dünyada, insanın bu planın dışında tutulması düşünülemez. İmtihan için hazırlanmış olan bu dünyada, insanları, emir ve yasaklardan ve de sonuçlarından haberdar edecek bir elçinin de gönderilmesi de gereklidir…”

6.Ma’ruf ve Münkeri Bilmede Aklın Yeri:                                                                                                                  

Allah’ın insanlara emrettiği iyi, aklın da iyi (ma’ruf) dediği şeydir. Yasakladığı çirkin de (münker),  yine aklın kötü gördüğü şeydir. Bilindiği gibi, Hanefi fâkihlerin çoğu, namaz, oruç ve benzeri ibadetlerin vakti, süresi, rekat sayısı, yapılış şekli gibi, teâbbudî hususlar hariç, diğer konular (iman, küfür, zina, içki, kumar vb.), insanlara risâlet ile tebliğ olunmasa bile, akl-ı selîm ile bilinebilecek şeyler olduğunu söylerler. Bu anlayış aynı zamanda, Maturidî’nin de bu konudaki görüşünü de yansıtmaktadır.

Maturidi,  ma’ruf ve münkerin akılla bilinmesi görüşünü, Te’vilat ta, Nisa 4/83. Ayet üzerinde yaptığı yorum ile anlatmaya çalışır. Bu âyetin sonun da buyruluyor ki  “…Allah ın size fazl ve rahameti olmasaydı, azınız hariç şeytana uyardınız.”  Maturidi, bu âyette geçen “fazl” kelimesini rasûl;  “rahmet” kelimesini de vahiy olarak kabul eder ve şöyle der:  “Allah vahiy ve elçi göndermeseydi bile, insanların çoğu şeytana uyduğu halde, az da olsa bir kısmı, akıllarıyla, zararlı olanı bilir, tanır ve şeytana uymazdı.”  Ayrıca,  İsrâ 17/62. Âyetini, yukarda ki âyete yapmış olduğu yorumunu destekleyen diğer bir âyet olduğunu ifade eder. Bu âyetin meâli de şöyledir: ”…(şeytan): eğer beni kıyamet gününe kadar bırakırsan, ant olsun onun soyunu, pek azı hariç olmak üzere, peşime takıp kandıracağım.”  Muturidi, bu iki âyetten, ‘insanoğlu aklını kullanmak sureti ile kendi hayrına ya da zararına olacak şeyleri bilir. Ancak, ne yazık ki insanlardan pek çoğu aklını kullanmazlar’ çıkarımını yapmıştır.                                  

7.Âyetlerin Bağlamsal (İlişkisel) Yorumu:                                                                                                                                                                          

Âyetleri bağlamsal durumuna göre okumayı ve anlamayı da öngörmüş olan Maturidi, bu konuya örnek olacak mahiyette Tevbe:9 /60. âyetini yorumlar. Âyette sadakaların (zekatların) kimlere verilmesi gerektiğiyle ilgili olarak, “müellefe-i kulûb’a”, sadakalardan pay verilmesi istenmektedir. Ancak, Hz. Ebu Bekir döneminde bu hükümle pay alan bir kısım insanlara, Hz Ömer in görüş beyan etmesi üzerine pay verilmesi iptal edilmiştir. Maturidi bu uygulamadan hareketle, şartların değişmesi durumunda, âyetlerin,  insan içtihadı ile yeni bir hükme konu edilmesini ve yeni bir anlam yüklenmesini, şartların değişmesiyle ilişkilendirmiştir.                                                                         

Maturidi, uygulamada yapılan bu değişikliği, “ictihadî nesih” olarak isimlendirmiş olup; bu şekilde bir nesh’i aklın kararı olarak kabul etmiştir.  O,  “nesihten kaçınmanın aklen imkansız olduğu durumlarda nesih caiz olur, değilse caiz olmaz,” demiştir. Ayrıca âyetin hükmünün icra edilmesini gerektiren durumlar tekrar ortaya çıkınca, başlangıçta ki uygulama aynen yerine getirilir, demeyi de ihmal etmemiştir.                                                                                                                

Kanaatime göre bu konuda Maturidi,  Kur’an da geçmekte olan, “bir âyetin başka bir âyeti nesh ettiği” ni bildiren ‘nesih’ kavramından bahis etmiş olmuyor;  O’nun üzerinde durduğu şey, sadaka âyeti indiği zaman müellefe-i kulûb’ şartlarını taşıması nedeniyle zekattan pay alan kimselerin, daha sonraları durumlarında meydana gelen değişiklikler nedeniyle, müellefe-i kulûb olma şatlarını kaybettiği düşünülerek, halife tarafından, zekat verilenler listesinden çıkarılmasıdır. İmam, Hz. Ebubekir’in bu konudaki uygulamasına “İçtihadi nesih” kavramını kullanıyor olması, O’nun nesih kelimesine verdiği anlam, klasik nesh teorisinin yüklediği anlamdan farklıdır. Maturidi’nin bu nesih söyleminde,  ayetin hükmünün ebediyen ortadan kalkmış olması söz konusu değildir. Aynı şartlar ortaya çıkınca âyetin hükmü tekrar devreye girer. 

8.Allah cc.(Ulûhiyyet) Tasavvuru :                                                                    

     Matüridi, Allah hakkında değerlendirme yaparken, Kur’an’ın kullandığı kavramların, insanların kendi aralarında kullandığı kavramlar olması kadar tabiî bir durum yoktur, der. O’na göre “Allah’ın insanlara, kendi aralarında anlaşıp bildikleri dil ve kavramlar ile hitap etmesinde, bu kavram ve kelimelerin Allah’a nisbet edilmesi açısından olumsuzluklar içermiş olsa da, Allah bu şekilde bir hitabı tercih etmiştir. Şurâ 42/11. Ayetindeki: ”…hiçbir şey O’na benzemez”  ifadesiyle, Allah, akıl açısından benzerlikten ve ortaklıktan münezzeh bir varlıktır. O, yaratma, meydana getirme ve yaşatma bağlamında bütün mahlûkattan ayrılır.” değerlendirmesini yapar.

Bu konuda, Kur’an da geçen şu ifadelere dikkat çeker:

“… Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır…” Bakara 2/187,229,230

“… Allah’a yardım ederseniz O’da size yardım eder…”  Muhammed 47/7 

“Kim Allah’a kavuşmayı/buluşmayı umarsa…”  Ankebut 29/5                                    

“… Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allaha ve Resule götürün …”      Nisa  4/59

Allah ile yarattıkları arasında ortak kullanılan bu söz ve kavramlarla kastın ne olduğu hakkında bazı yorumlar yapılabilirse de, nihâi olarak ne kastedildiğinin bilinemeyeceğini belirten Maturidi,  Kur’an da geçen, bu ve benzer ifadelere doğrudan ve olduğu gibi iman etmek gerektiğini belirtir. Ayrıca, Allah’ı, yaratılmış her hangi bir şeye benzetmekten “tenzih etmek” zorunluluğu da vardır, açıklamasını da yapar. Âyetler de Allah için kullanılan nitelemeleri, görünür ve beşeri âlemde söz konusu olan, edebî sanatlardan ‘kinâye’ sanatına benzetir. Şöyle ki: “biz, bir beldenin, birinin (bir kralın) elinde olduğu” söylerken, bu ifade ile biz, o beldenin, adı geçen kimsenin “gücü, hâkimiyeti ve otoritesi altında olduğunu”,  söylemiş, oluruz .

9.Nübüvvet/Risalet ve Peygamberlere İhtiyaç                                        

Matüridi, nebi/resul gönderilmesi konusunda; “İnsan, Allah’ın verdiği büyük akıl nimeti ile evrenin kullanımının da kendisine sunulmuş olmasına rağmen, sadece akıl ile, her konuyu anlayıp bileme ve sorumluluklarını yerine getirme yeterliliğine sahip değildir. Bunu bilen Yüce Allah, her topluma resul/nebi göndermeyi gerekli görmüştür.” der. Konuya deli olan ayetler:   

Bakara 2/213 “Bütün insanlık bir zamanlar tek bir topluluktu(ümmetti); (sonra ihtilafa düşmeye başladılar), bunun üzerine Allah, müjdelemek ve uyarmak üzere nebiler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere gerçeği bildiren kitapları indirdi. …”                                                         

Nisa 4/165 “Biz elçileri, insanların, onların gelmesinden sonra, Allaha karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri/mazeretleri kalmasın(diye gönderdik).”

İmam Maturidi’nin bu âyetlere yorumu:“Açıkça anlaşılıyor ki, Allah’ın insanlara elçi göndermesinin amacı, O’nun la, kendisine itaat ederek emirlerini yerine getirenleri, ilerde kavuşacaklar güzel bir cennet ile müjdelemek, isyan edip emirlerine karşı çıkanları ise yaptıklarına karşılık olarak cehennem ile uyarmaktır”

10.Hz. Muhammed’in (sav) Vekilliği ve O’na İtaat Konusu:                                                                                               

Enam 6/107 “ Eğer Allah dilemiş olsaydı (müşrikler), O’ndan başka hiçbir şeye ilâhlık yakıştıramazlardı. Biz seni onların üzerine koruyucu(gözetleyici) yapmadık. Sen onların üzerine (yaptıkları şeyden sorumlu) bir vekil de değilsin.”  

Yunus10/108 “(Ey Resul!) De ki: Ey insanlar, şimdi size Rabbinizden hakikat(bilgisi) gelmiş bulunuyor. Bundan böyle kim ki doğru yolda ilerlemeyi seçerse, bu kendisi için seçmiş, kim de (doğru yoldan) saparsa, o da kendi zararına sapmış olur. Ben sizin başınıza bir vekil/bekçi değilim.”

İmam Matüridi burada şu yorumu yapar: “Rasullerin asıl görevleri sadece tebliğdir. Bu, Allah’ın kendisine indirdiklerini olduğu gibi insanlara bildirmektir. Allah’ın elçileri olan rasullerin, Allah’ın vekilleri olmadıkları, olamayacakları gibi,  insanların da vekilleri değildirler. Daha önemlisi, diğer insanlar gibi rasuller/nebiler de, Allah’a karşı kulluk yükümlülükleri olan birer insandırlar.”                                                                                 

Kur’ân’ı Kerim, Allah tan aldıkları vahyi insanlara iletmekle görevli olan “rasullere” uymanın gerekli/zorunlu olduğunu bize bildirmektedir. Konu ile ilgili âyet meâllerini verdikten sonra, İmam Matüridi nin yorumuna bakalım.                              

1) Al-i İmran 3/31 “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun/beni takip edin ki, Allah’ta sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok affedicidir, eşsiz merhamet kaynağıdır.”

2)Bakara 2/285 “Rasul Rabbinden kendisine indirilene önce kendisi iman etti, sonra da mü’minler (iman etti). Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine inandılar: ‘O’nun elçilerinden (rasullerinden) hiç biri arasında ayrım yapmayız. İşittik ve itaat ettik; bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz: zira varış sanadır!’ derler.”  

Matüridi, birinci âyete şu yorumu yapmıştır: “ Muhtemel ki, Allah cc, ’biz Allah ı seviyoruz’ diyen Kitap ehlinin söylemini test etmekte ve şöyle mukabelede bulunmaktadır: ‘Bana olan sevginizde samimi iseniz, sadece beni sevmek yetmez, size vahiy nimetimi getirmekle görevli elçimi de sevip ona itaat etmeniz gerekir. Zira elçime gösterilen sevgi ve itaat, bana yapılan, gibidir.’”                                                             

İkinci ayette geçen, ‘Elçilerden hiç biri arasında ayrım yapmayız.’ İfadesinin, mü’minlerin ağzından söylenmiş olması muhtemel bir söze Allah vurgu yaparak, doğru olan bu sözü tasdik etmesidir. Zira Müslüman mü’minler, peygamberler arasında ayrım yapan Yahudi ve Hırıstıyanlar’ın aksine, Allah ın elçileri/rasulleri arasında bir ayrım gözetmiyorlardı.’ Kur’an da doğru olanın bu olduğunu bir kez daha hatırlatmış oluyor.

Yine yukarda meâlini verdiğimiz Bakara suresi 285. Ayette: “İşittik ve itaat ettik” ifadesinide Matüridi, iki ihtimalî anlama yormaktadır: Bunlardan biri, “Mü’minlerin demesi odur ki: ‘Ey Rasul! Senin sözünü ve çağrını işittik, duyduk ve bu hakikate icabette sana uyduk, itaat ettik.’  Diğeri ise, “Bu Kur’an- ı işittik, anladık ve onda olana itaat ettik.” Şeklindedir.

İmam Matüridi, aynı konu ile ilgili Enfal sûresi 8/1,20,46 ayetlerde geçen, “… Allah’a ve elçisine kulak verin/ itaat edin…” ifadeleri hakkında da şu iki yorumu yapar: Bir yorumunda şöyle der: “Allah’a itâat etmeden kasıt, O’nun emir ve nehiylerine itaat; elçisine itaatten kasıt ise, âdap ve geleneklerinde ona uymak ve itaat etmektir.”  Diğerinde ise, Allah’a itâatle Rasul’üne itaat arasında hiçbir fark yok mu dur? Sorusuna cevap teşkil eden bir yorumda bulunur. Şöyle ki: “Kim Rasul’e itaat ederse Allah a itaat etmiş olur.” Şeklinde

gelen Nisa sûresi 80.ayetine atıfta bulunarak şöyle der: “Kişi ancak Allah’a itaat amacıyla Rasul’e itaat edebilir. Zira âyette ki emir:  Rasul, Allah’a davet ettiği için, Rasul’e itaat edilmesi, şeklindedir. Allah, rasule itaati ibâdet kılmamıştır. Çünkü rasule ibâdet kesinlikle caiz değildir. Ancak, Allah, Rasul’e itaati, ibadete dönüştürmüştür. Zira itaat konusu her zaman ibadet ile ilişkilendirile mez . Bu nedenle, bazen itaat edilen kişi ‘muta’ (kendisine itaat edilen) olarak anılsa da, ‘mabud’ (Kendisine ibadet edilen) olarak vasıflandırılamaz.”         

11. Din, Siyaset Kültürü-Yönetim Erki ve Din-Mülk Ayrımı:

Fıtratı itibarı ile sosyal bir varlık olan insan, toplu halde ve güven içinde yaşayabilmesi için sosyal organizasyonlara ve kollektif kurallara ihtiyaç duymuştur. Bu da sonuçta sosyal ve otoriter kurumların oluşmasını meşrulaştırmıştır.        

Rasulullah vefat ettiğinde, Medine’de, Müslüman halkın yönetimi konusunda, sahabeler arasında bir tartışmanın yaşanmış olması, İslamda, Kur’an veya Rasulullah tarafından belirlenen bir “devlet yönetim biçiminin” yahut  “erk” kullanımının belirlenmemiş olduğunu gösterir. Mescid’in sufasında (gölgeliğinde),  yönetim erkini kullanması amacıyla bir hâlifenin belirlenmesi için yapılan görüşmelerin sonucunda, Arap toplumunun tamamen o günkü kabîle yapısına dayalı yönetim anlayışının etkisiyle, stratejik anlamı olan, ama hiçbir şekilde din ile ilişkilendirilmemesi gereken bir çözüm üretilmiştir. Neticede, toplum üzerinde siyasi ve sosyal ağırlığı ön planda bulunan ve mensubiyeti de Kureyş kabilesine mensup olan Hz. Ebûbekir, sevilen de bir kişi olarak halife seçilmiştir.

Bu seçim olayının sonundaki siyasi tercihi içtihâdî bir olgu olarak niteleyen İmam Maturidî, Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer’in seçilme biçimini de farklı nitelikte birer uygulama olarak görür. Bu ve diğer benzeri farklı uygulamaları da, yapıldığı zamanın şartları icabı, değişkenlik göstermesine bağlar ve bunun dini bir mesele olmadığına işaret eder.                                                                                                                   

Eğer halkın yönetimi için seçilecek kişinin belirlenmesi, dinin aslından bir iş olsaydı, Allah cc,  bu meseleyi boş bırakmayıp; devlet yöntemini ve devlet başkanın seçimini açıkça bildirirdi. Ancak durumun böyle olması, Kur’an’ın bu işe tamamen de ilgisiz kaldığı anlamına gelmez. O, bu konuda lâzım olan ve asla savsaklanamayacak nitelikte, genel ve temel ilkeler koymuştur. Seçilecek kişi ve seçim için gerekli olan bu ilkeler: Adâlet, Liyâkat ve Meşverettir.                                                                                                                                          

Peygamberimiz Hz. Muhammed’in hayatta iken uhdesinde bulunup da, vefat etmesiyle son bulun şey,  O’nun nübüvveti değil, devlet başkanlığıdır. Rasulullah’ ın kişiliğinde ebedi olarak temsil edilen unvanı din alanına ait olan “nübüvvet” unvanıdır. Yaşadığı süre ile sınırlı ve geçici olan ise, yönetim erkinin kullanılması, yani geçici olan, bugünkü anlamda, devlet başkanlığıdır.

Bunu bir kategorizeye tabi tutarak ifade edersek: İslam coğrafyasında şöhret bulmuş olan Ehl-i Sünnet’in görüşüne aykırı olarak, Şia mezhebi, devletin yönetimini (imameti) inanç sisteminin bir parçası olarak kabul etmiş ve böylece bunu, hem kurumsallaştırmış hem de kutsallaşyırmıştır. Çok açık ve net olmasa da genel manada Ehl-i Sünnet, bu meseleyi rasyonel bir konu kabul edip, yöntem ve uygulamayı insanın tercihine bırakmıştır. Maturidi ise,  diğer görüş sahiplerinden farklı olarak, Şia’nın bu kabulünü açık ve kesin olarak reddeder; bunu Din - Devlet Yönetimi ayrımı ilkesine uygun bulmaz ve din, gönüllülüğü esas alır, oysa devlet, yapısı gereği, zorlayıcıdır, der.

Maturidi, bu konuda Gâşiye suresi 21/22. Ayeti olan, “(Ey Rasul) onlara öğüt ver; Sen ancak bir öğüt vericisin (müzekkirsin). Sen onların üzerine zorlayıcı (musaytır) değilsin.”  ile,  Kâfirun suresinde, “ …sizin dininiz size, benim dinim bana… “ ayetlerini, bu konuda belirleyici bulur. Bunlara bağlı olarak, “ Kur’ân, Rasulullah’ı, devletin davranış biçimi olan, zor kullanımına başvurmaması yönünde ikaz etmekte ve insanlar üzerine zor kullanmayı çağrıştıracak davranışlardan uzak durması yönünde, uyarmaktadır.” der.

O’na göre: adâlet, liyâkat ve meşveret dışında, yönetim erkini elinde bulunduracak kişilerde bulunması gereken diğer iki özellik de: Takva ve Basirettir. Büyük İmâm, Takvayı: “Allah bilincini sürekli açık tutmak ve O’nun sürekli gözetim ve kontrolü altında olduğunu düşünerek sorumluluğunu bir an bile hatırdan çıkarmamak” olarak; yöneticinin basîretini ise, “İnsanlar (halk) için en iyi ve faydalı olanı seçebilme yetisine sahip olmaktır.” diye açıklar.

Matüridi, Din-Mülk (devlet) ayrımında öncelikle, şu ayrıntıyı da hatırlatır. Savaşı, dinin değil, devletin varlığı ve devamı için lüzumlu olan bir gayret ve faâliyettir. Dinin, yani İslam’ın çirkin gördüğü savaş, devletin varlığı için zorunlu olduğu zaman meşru görülebilmektedir. Savaş, küfrün (inkarın) karşılığı değil, zulmün karşılığıdır. Müslümanların, başka bir millete karşı düşmanlık yapıp savaş plânlamasının sebebi, o milletin küfür üzere olması değil, insanlara karşı yapmakta oldukları zulmüdür. İmam, bu konuya da, Bakara:193. Ayetinin sonu olan: “… artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”  İlahi kelamını delil olarak ileri sürer.

Hakkında söylenecek son söz:

Maturidi de,  Ebu Hanife gibi siyası otoriteye mesafeli durmuş bir âlimdir. Haksızlık yapan sultanları ikaz edip eleştirmeyi ihmal etmemiştir. Kaynaklarda isminin çok fazla geçmemesi ve İslam dünyasında, hak ettiği şöhrete ulaşamama nedenlerinden birinin de bu olduğu söylenmektedir. Çünkü Sultanlar, kendilerini eleştiren ve icraatlarına meşruiyet kazandıracak görüşler beyan etmeyen âlimleri sevmemişler ve onları himaye etmek sureti ile öne çıkarmayı hiç düşünmemişlerdir. Hal böyle olunca, İmam Mâturidi, bu ve benzer sebeplerden ötürü, çağdaşları diğer alimler gibi, İslam dünyasında hak ettiği şöhreti bulamamıştır. Hemen hemen aynı dönemde yaşamış ve müşterek meseleler de görüş beyan etmiş olan İmam Eşâri,  bu destek ve himayeden fazlası ile yararlanmak sureti ile, Maturidî’ye göre daha fazla  şöhrete kavuşmuştur. Öyle anlaşılıyor ki, Maturidi, vahiy, akıl ve Rasululla’ın sahih sünnetine dayanarak ulaşmış olduğu doğrularını anlatarak halkı aydınlatmayı,  Sultanların himaye ve desteğine, tercih etmiştir.

        

Sonuç Olara Mâturidî de Bulduğumuzun, Diğerleri                                                                                                   

•        Mâturidi’nin en özgün yönlerinden birisi, bilgi elde etme konusunu sistemli hale getirip, bütün çalışmalarını doğru bilgi üzerine inşa etmesidir.

•        Bu açıdan, Müslümanların, medeniyet yarışında kadro dışı kalmış olmasının ve yaşadığımız felaketlerin sebepleri araştırılırken, meselenin bilgi boyutu yani, bilgiye ulaşmada benimsenen yol konusu mutlaka gündeme alınmalıdır.

•        Maturidi ,“ tevhid, risalet ve âhret inancının birleştiriciliği”,“ amel – iman ayrımı” ve  “şirk hariç hiçbir günah insanı İslam dairesinden çıkartmaz” ilkelerine bir de “din - şeriat ayrımı” ilkesini ilave etmiştir. O’na göre “Din değişmez ama şeriat değişebilir. Allah, şeriatın peygamberden peygambere değiştiğini göstermiştir.”

•        İnsan, öncelikle kendisinin, sonra içinde yaşadığı kâinatın birer gerçek  olduğunu kabul etmeli. Düşünmek ve değer üretmenin ancak bu yolla olur. Mâturîdi, İnsanın, ancak buna inandıktan sonra bir kültür ve medeniyetin kurucusu olabileceğini, savunur.                                                   

•        Maturidi’ye göre insan, kendisinin ve kâinatın birer mümkün varlıklar olduğu kabulüne dayalı, bir ilkeden hareketle; mümkün varlıkları yaratan, ancak kendisi yaratılmaktan münezzeh olan, “zorunlu varlık”=”vacibi’l vücud” ilkesine ulaşır. Bu varlık da, Allah cc. tır.

Buradan bir adım daha ileri daha giderek, insan kalbinde, Yüce Yaratıcı olan Allah ile ilgili, sağlıklı bir “Tevhid Bilincine” ulaşmış olmasını, kaçınılmaz ve tabii bir hal olarak, kabul eder.

Bütün bunlara ilave, Mâturidi’ye göre:                                                                  

             6.“Her insan, bilincinde geliştirebildiği özgürlük düzeyi kadar özgürdür”        

            7.Tabii ki, zorunlu hallerde, “Kalbin istek ve ifadesi olmamak şartıyla,     

            sadece dil ille sarf edilen “inkar söylemi”, sahibi için küfür sebebi

            olmaz.”

8.“Müminin, imanı konusun da ki bilgisinin kesin olması gerektiği için, taklide dayalı bilgi ve imana itibar edilmez.”

9.Maturidi’ye göre: insanın akıl sahibi olmasından ziyade, onu doğru ve faydalı bir şekilde kullanmış olması önem arz etmektedir. Ancak tefekkür, tedebbür, teemmül, teakkul eden bir akıl, akleden bir akıl olması bakımından, bir anlam kazanır.

Bu gerçeklerden hareketle şunu söyleyebiliriz ki: Müslümanların, 1400 yıllık tarihleri içerisinde, zaman aralıkları ile de olsa, pek uzun denebilecek süreçlerde yaşanmış ve hala yaşanmakta olan sıkıntılar ile maddi ve manevi mağlubiyetlerin temelinde, aklın etkin kullanılmaması ve hatta onun değersizleştirilmesi serüveni, yatmaktadır.                                 

Maturidi örneği ile çözüm üretmeye çalıştığımız sorunlarımıza, Prof. Hasan Onat’ın yine Maturidi üzerinden ortaya koyduğu görüş ve düşüncelerinden bir özet aktarmak istiyorum:

 “ Bizler millet olarak, yeni bir medeniyetin hem gerekli hem de mümkün olduğu kanaatindeyiz. Bu devasa konuda, daha pek çok İslam ûleması yanında İmam Maturidî’nin de bize ışık ve rehber olacağı kanaatinde olduğumuza göre, bu devasa işe başlamadan önce mevcut din anlayışımızı sorgulayıp sonra Maturidi’nin din anlayışı konusunda ki görüş ve yorumlarını anlamak zorundayız. Ayrıca bu hususta şu iki sorunun cevabını eğri otursak da doğru cevaplandırmalıyız.  Birincisi; Müslümanların mevcut İslam anlayışları, Kur’an’ın kurucu ilkelerine ve Hz.Muhammed’ın “en güzel örnek” olarak ortaya koyduğu tatbikata ne kadar uymaktadır? İkincisi; Müslümanların medeniyet bilincini yitirmelerinde ve medeniyet yarışının dışında kalmalarında, mevcut din anlayışlarının etkisi olmuş mudur?                                                                                                                                                 

Müslümanların önemli bir kısmı, İslam’ı hazır buldukları için, onun bilgi boyutu ile ilgili hususta, gerekli hassasiyete sahip olmadıkları gibi, Kur’an’ın ifadesi ile “ataların dini” denebilecek bir din anlayışı ile hayatlarını sürdürmüşler ve halen de sürdürmektedirler. Bu da, neyin din olup olmadığının bilinmez hale gelmesini, her şeyi dinleştiren söylemlerin yaygınlaşmasını doğurmuştur. Böylece, sağlıklı bir “tevhîdi” hassasiyete ulaşamadığımız gözlenmektedir.

Bizim tesbitlerimize  göre, İslam’ın mevcut anlaşılma biçimi, gittikçe Kur’an’la ve Fıtrat’la irtibatını yitirmiş vaziyettedir. Müslümanların öncelikle insanca yaşayabilmek ve Müslüman kalabilmek için, yeni bir medeniyet hamlesi başlatmasına ihtiyaç vardır. Bunun için de kendisini insanlığın öznesi konumuna getirmesi lazımdır. Özgürlük ve yüksek güven kültürü, medeniyetlerin ihtiyaç duyduğu temel alt yapı unsurlarıdır. Buna dayalı olarak da, yeniden bir medeniyet tesisi hedefi taşıyan Müslümanların, Yüce dinimizin korunmuş ana kitabı Kur’an-ı Kerim’in üzerinde, yeniden ve bugün ki aklı ile düşünme ve yorum yapma mecburiyeti vardır. Bütün bu konularda Maturidi ve İmam Âzam Ebu Hanife’nin, Din ve Kur’an yorum metodu ve bilgiye ulaşma nazariyesi de bizlere ışık tutabilir.”                          

Son olarak şunu söylemden geçmeyeceğim. Yüce Rabbimiz göndermiş olduğu kerim Kitabı ile, her çağın ve zamanın bütün insanlarını muhatap almıştır. Buna rağmen, ne yazık ki biz, Kur’an üzerinden bilgi üretme sorumluluğunu, sadace, bizden asırlarca önce yaşamış insanların görev ve sorumluğu gibi görülmektedir. Hemen ifade ediyorum ki, bu sözlerim,  geçmişimizi yetersiz ve değersiz görme anlamı taşımaz. Geçmiş dönem âlimlerimizden faydalandığımız ve faydalanacağımız çok ve önemli şeyler mutlaka vardır. Ama bu, bizim, Kur’an üzerinde derin düşünme ve tefekkür sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz. Ümmetin her bir ferdi, kendi yaşadığı zamanda, kendi sorumluluğunu kendisi yerine getirmekle, yükümlüdür. 

Millet olarak tarih sahnesinde kalmak istiyorsak,  günümüzü ve geleceğimizi inşa etmek zorundayız. Günümüz dünyasında bunun, bizim için pek kolay olacağını düşünmek, hayalcilikten öteye gitmez. Bunu, başaramayız, anlamında almamalıyız. Bu günde, başarıya ulaşmamız için lazım olan maddi ve manevî imkanlar mevcuttur. Çünkü devasa bir tarihi birikime sahibiz. Koruyamamış da olsak, külleri üzerinde oturduğumuz büyük bir medeniyetimiz var. Bütün bunlarla, bu gün de Yüce Milletimiz, inanç ve değerlerine uygun yeni bir medeniyet inşa edebilir.                                                                                                                                  

Bunun için millet olarak hedeflerimiz olmalı, hiç bir zaman savsaklanamayacak bir hedef! Bu hedef, öncelikle, Milletimizin varlığının ve bakâsının korunması hedefidir...    

         Bunun için gerekli ve hayati rehberimiz, vahiy ve risalet olup, onu akıl ve fıtratımızla buluşturmak ve asrın idrakine sunmaktır.

      Bu hususta yapmamız gerekenleri, önceliklerimize göre belirlemeliyiz. Yeni bir medeniyet tasavvuru üzerine, mevcut durumumuzu da gözden geçirmeden de kaçınmamalıyız. Bütün bunların yerine getirirken tasavvur ettiğimiz medeniyetin gerçekleşmesi husunda Yüce Allah’ın vahyini ve onu yaşayarak bize tebliğ eden Rasulullah'ı kendimize rehber edinmeyi;                                                                                                                                     

         Siz değerli Müslümanların vicdan ve takvasına havale ediyorum.       

 

     Faydalanılan Kaynaklar:

1, Prof. Dr. Hanifi ÖZCAN, ”Türk Düşünca Hayatında Maturidilik”

2.Prof. Dr. Sönmez Kutlu, İslam Mezhepleri Tarihi ve İmam Maturidi ve Maturidilik

3. Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri

4. Editör, Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, “Maturidi’nin Düşünce Dünyası” Muhtelif Ünversitelerin Akademisyenlerinden Makaleler: Şaban Ali Düzgün, - Muammer Esen, - Mehmet Özdemir, - Ethem Akif Koç, - Hülya Alper, – Hanifi Özcan, - Hilmi Demir

5. Nureddin Es-Sabuni, ”Matürüdiyye Akaidi”, Çeviren: Prof. Dr. Bekir Topaloğlu

6. Prof. Sönmez Kutlu, Prof. Hasan Onat, Prof. Ethem Ruhi Fığlalı ( ilgili makaleleri)

7. Prof. Neşet Çağatay - Prof. İbrahim Agah Çubukçu, “İslam Mezhepleri Tarihi”

  *İlahiyatçı-Uzman Öğretmen/Kayseri

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Abdulbaki Bilgin
YAZARIN ÖZGEÇMİŞİ
 
** YAZARIN KISA ÖZGEÇMİŞİ **
 
İlâhiyatçı- Öğretmen
Kayseri’nin Eyim Köyü’nde 1953 yılında doğmuştur. İlkokulu köyünde, ortaokul ve liseyi Kayseri’de okumuştur. 1970 yılında Sümer Lisesi’nde öğrenimini tamamladıktan sonra, yüksek öğretimine Ankara Üniversitesi İlahiyât Fakültesi’nde başlamış ve 1974 yılında lisans düzeyinde mezun olmuştur. Daha sonra, öğretmenlik görevini sürdürmekte iken, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde başladığı Yüksek Lisans çalışmasını 1991 yılında tamamlayarak, Felsefe ve Din Bilimleri alanında, “İlahiyât Bilim Uzmanı” olarak mezun olmuştur.
Çalışma hayatına askerlik görevi ile başlayıp, Yedek Subay Teğmen olarak 1976 yılında terhis olduktan sonra aynı yıl öğretmenlik görevine başlamıştır. Tamamı da Kayseri de olmak üzere sırasıyla; Yahya Gazi Lisesi, Atatürk Lisesi, Merkez Ticaret Meslek Lisesi, Behice Yazgan Kız Lisesi, Ali Rıza Özderici  Anadolu İmam Hatip Lisesi ve  Mimar Sinan Mesleki Teknik Anadolu Lisesi’nde çalışmıştır.                                                                                                                                
Merkez Ticaret Meslek Lisesinde görev yapmakta iken,girmiş olduğu sınavları kazanarak, Bakanlıklar Arası Ortak Kültür Komisyonunca, 1995 ile 2000 yılları arasında, İsviçre’nin,  Zürih başta olmak üzere, çeşitli kantonlarında “Türkçe ve Türkçe Kültür Dersleri Öğretmeni” olarak görevlendirilerek beş yıl İsviçre de Türk çocuklarına dini ve milli konularda öğretmenlik yapmıştır.
Kendi ifadesi ile, sosyal ve kültürel içerikli ilâhiyat-tarih okumalarını ve araştırmalarını sürdürmektedir. “Kütüb-ü Sitte de İslamiyet Dışındaki Din ve İnançlar” adlı, basılmamış bir eseri mevcuttur. 
Kayseri’de yaşamakta olan Abdulbaki BİLGİN, 15 Mart 2018 tarihinde resmi öğretmenlik görevinden ayrılmıştır. Neriman Bilgin (Ataman) hanımla evli olup üç çocuk babasıdır.

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya