Abdulbaki BİLGİN
“… Allah bize yeter O, ne güzel vekildir.” (Al-i İmran-173)
İnsanın, kendisinin kendi için yeterli olduğuna inanmaya başlaması, azgınlık ve Hakkı unutma belirtisidir. Böylesi bir şey, Yüce Rabbin kibriyâsı ile kendini bir görme dalâletidir. Yani ortak koşma hali. Hiçbir mü’min bu halin kendisinde olabileceğini düşünmez ve bu durumun Mekke müşriklerine ait bir halet-i ruhiye olduğuna inanır. Bu hezeyanların değişik alanları vardır. Bunlardan bazısı kendi gurup, cemaat, tarikat ve partisinin lider veya efendisinin nerdeyse masumiyetine ve Rab tarafından seçilip kutsanmışlığına inanmasıdır. Böyle bir kabul doğru olmadığı gibi zandan da öte İslam’a sonradan ilave bir safsatadır. Halbuki “ben Müslüman oldum” ve “Müslüman’ım” demekle hayatımızın sonuna kadar öyle kalacağımızı düşünemeyiz. Çünkü Müslümanlık dinamik dinî bir olgu olup iman ve islam çabamız, kesintisiz son nefesimize kadar devam etmelidir. Bu da, doğru söz ve salih amellerle beslenerek ancak varlığını sürdürebilir. Müminler her an ve her zamanda niyet, söz ve davranışlarına dikkat eden insanlar olmak zozundadır.
“Nihayet, ölüm gelip seni buluncaya kadar Rabbin’e kulluğu sürdür. (Hicr- 99)
Rabbimiz Allah, kulluğumuzun muhteva ve süresini, sadece Ramazan ayı ve önemine inandığımız ve kutsal kabul ettiğimiz diğer gün ve geceler ile sınırlandırılmış değildir. Bu hususun, her Müslümanın biliyor olduğunu sanılır. Ancak, toplumsal hayatımızdaki söz ve eylemlerimiz ile bu hakikat bir türlü uyuşmaz. Halbu ki doğru olan, “Takvamız” rehberimiz olmak üzere bütün ömrümüzün gün ve geceleri, kulluğumuzun yaşam alanıdır. Nebimiz’in, Allah Teâla’ya en sevimli olan kulluk (ibadet) halinin, az da olsa devamlı olanıdır, buyurduğunu hatırlamalıyız.
“İşte kendisi hakkında hiçbir şüpheye yer olmayan bu ilahi kelam, takva sahipleri için bir hidayet rehberidir.” (Bakara-2)
Günümüzde, inandığımız Din olan İslâm’ı, temel dini kaynağımız dışında tarihi kültürel müktesebatımız ve rivayet kaynaklarımızın de etkisi ile, kendi bildiğimiz, anladığımız ve yaşadığımızdan ibaret kabul etme gibi bir durumumuz var. Bu durum, İslam adına, tam ve doğru bir duruş kabul edilemez. Kendimiz gibi düşünüp inanmayanları kafir ilan edip sapıklıkla suçlama hastalığı, bazı dini çevrelerde çok yaygındır. Bundan kurtulmamız gerektiğini temenni ediyorum. Bilmeliyiz ki Allah, Peygamber ve Ahiret inancına sahip olanlar ile Kıblesi Mekke’deki Kâbe olanlar (ehl-i kıble) birbirini tekfir edemez. Bu ön kabul bizim dini ve milli birliğimizin de teminatıdır.
Müslüman insanın hayatında, iman esasları ile birlikte, öncelik verdiği ve vaz geçilmez kabul ettiği temel değer, Kur’an ve Risalet merkezli inanç ve amel bütünlüğüdür. Hakikat böyle olunca, Müslüman’ım diyen insan, Kur’an ve Sünnete rağmen, değeri zanni ve sınırının belirlenmesi de nerdeyse mümkün olamayan bir sürü rivayet kültürü içine haps olup, Yüce rabbimizin taleb-i ilahisinden uzaklaşmamalıdır.
“(Ey alemlerin Rabbi Allah’ım) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.”(Fatiha-5)
Bilinmelidir ki Yüce Rabbimiz bu son Dini (İslam’ı), kendisi dışında bir varlığa teslimiyeti insan hayatından söküp atmak için göndermiştir. Yani Allah insanın, saf tevhit üzere olmasını istemektedir. Hangi niyetle olursa olsun insanı şirke bulaştırma ihtimali olan her türlü söylem ve eylem yasak olup, bu sınırı korumamak, töbesinin bile kabul edilmediği büyük günahlardandır. Unutmamalıyız ki, kıldığımız bütün namazların her rekatinde mutlaka Fatiha suresi okunmaktadır. Surenin beşinci ayetinde, kulluğumuzu arz ve dualarımızdaki isteklerimizi yalnız ve yalnız Allah’a yapılmasının kesinliği unutulmamalıdır.
Müslümanlığımızı ifade etmek için, ibadetlerimizin şekil ve ritüel boyutunu ön plana çıkartmak ve yine ibadet ve duamızın manevi getirisi diyebileceğimiz sevapların artma ve eksilmesini, sayısal miktarlare bağlayarak ibadetimizi ve duamızı özünden uzaklaştırma gafletinden sakınmalıyız. Bizden Rabbimize ulaşan kulluğumuzda giyindiğimiz takvamızdır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da örneğimiz Kur’anı esas almak sureti ile kulluğunu Allah’a arz eden Resulüllah olmalıdır. İbadetlerde aşırılık yerine devamlılığı tercih edelim ve günaha düşmeme şartı esas olmak kaydıyla, insanlara kolay olanı tavsiye edelim. Çünkü Resulullah böyle yapmıştır. Bilelim ki, İslam’ı yaşamada kimse Resulullah’ın önünde olamaz.
“Ey şanlı ordu ey şanlı asker, Haydi gazanfer ummanı-ı safter. Bir elde kalkan bir elde hançer Serhadde doğru ey şanlı asker.”
Atalarımızın geçmişte yaptığı ve başardığı güzel şeylerin dile getirilmesinde ve böylece hamâset duygularımızın canlanmasında bir sorun olmadığı gibi, mübalağadan kaçınmak şartıyla buna ihtiyacımız da vardır. Ancak bu yöntem bu gün bizi, yani milletimizi, çağdaş ülkeler yarışında tek başına ileri götürmeye yetmez. Çünkü günümüzün gençliği dünün gençliği değildir. Bu günün gençliği hakikati anlayıp öğrenmek için sormaya, sorgulamaya önem vermektedir. Gençler bu konuda neler sorarlar?:
*Dünya milletleri içerisinde kitap okuma oranı en düşük ülkeler neden Müslüman ülkelerdir? Kaldı ki, biz Müslümanların büyük çoğunluğu, okuduğu Kutsal kitabını yani Kur’an’ı anlama konusunda da sorunludur.
*Dünyada bilim ve teknoloji sahasında Müslümanların söz sahibi olduğu bir alan var mıdır?
*Bu gün dünyada neden fakirlik, yoksulluk ve cehalet en çok Müslüman ülkelerde görülmektedir?
*Dünyada savaş, kan ve göz yaşı neden en çok Müslüman ülkelerde varlığını sürdürmektedir? Dinlerinin adı barış olan Müslümanlar neden kendi aralarında bile barışı ikame edememektedirler?
*Kur’an-ı Kerim de yer alan İslâmi ölçüleri bir endekse tabî tutmak sureti ile yapılan dünya çapındaki bir ankette, neden ilk sıralarda bir Müslüman ülke yer alamamıştır? Türkiye bu sıralamanın neden (208 ülke içerisinde) 103. sırasında yer alabilmiştir?
Karşılıklı saldırı da başı çekmeyin. Düşmanlığı körüklemeyin. Çünkü düşmanlık zâlimlerden başkasına olmaz. Bakara 2/193
Ülkemizde farklı inanç düşünce ve tasavvura sahip insanların olduğu unutulmamalıdır. Bu sosyolojik bir realitedir. Bütün bu farklılıklara rağmen biz, bir millet ve bir devletiz. Başta yönetim erkini elinde bulunduranlar olmak üzere sorumluluk sahibi herkesin, kayıtsız ve şartsız olarak, kırıcı, birlik ve beraberliğimizi bozucu ve konuşma üslûbunu derhal terk etmelidirler.
“Ey iman edenler yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz.(Niçin söylemlerinizle eylemleriniz birbirine uymuyor.) (Saff 61/2)
Halkımızın göz önünde bulunan ve kendilerinden çok şey beklediği devlet adamı siyasetçilerimiz, İslam ilahiyatı ve din hizmetleri alanında görev yapan her kademedeki Diyanet mensubu hocalarımız başta olmak üzere, herkes söyledikleri söz ve yaptıkları işler konusunda çok duyarlı ve güzel örneklikler ortaya koymalıdırlar. Aksi takdirde, toplumun bozulmasının sebebi olmaktan ötürü, hesap gününün azabından kendilerini kurtulamazlar.
Adalet devletin hem temeli hem de çatısıdır. Bunu “Adalet devletin dinidir.” Sözü ile de özetleyebiliriz. Hiçbir makam ve mevki sahibi insan, adaletin uygulanması hususunda ayrımcılığa yeltenmemelidir. Dini hassasiyeti olan hiç kimse, ‘Bir topluma karşı duyduğunuz kin ve düşmanlık sizi adaleti yerine getirmeden alıkoymasın!’ yüce hitabını nasıl unutabilir?
Son bir söz, Hesap Günü Yüce Rabbimizin huzurunda hüsran ile karşılaşmamak için, o gün gelmeden bizi uyandıracak bir alarm gibi düşünebileceğimiz Asr sûresini, ne demek istediğini de bilerek ve anlayarak sürekli okumalıyız ve içeriğini ma’ruf ile dolduracağımız bir hayatın insanı olmaya çalışmalıyız.
Velhasıl gönüllerimizin ilacı olan selâm ve muhabbeti birbirimizden esirgemeden geçireceğimiz bir ömür dileği; Allahın rahmeti, bereketi ayrıca idrak ettiğimiz Kurban Bayramının feyz ve mutluluğu da üzerinize olsun.
05.08.2019