Bilmem hatırlar mısınız?
Bir tarihteTBMM Başkanı Mustafa Şentop, Habertürk tv.de bir programa katıldı.
Konuşmasının bir yerinde, "milletvekili maaşlarının yetmediğini, dolayısıyla geçinemediklerini, hatta çoğunun evi ve aracının bile olmadığını" söyledi.
İnanın acıdım; içim burkuldu.
Hatta, "Acaba bir yardım kampanyası mı açsak?" diye düşünmedim değil.
Sonra vazgeçtim.
Çünkü Ramazan yaklaşıyor.
Belki Diyanetin aklına gelir de bir fetva çıkarır. "Bunca gayret, bunca çalışma, bunca fedakârlıkla el kaldırıp indirme zahmetine katlanan muhterem vekillere de fitre ve zekât caizdir." deyiverirse sorun kendiliğinden çözülür.
*
Her neyse, Sayın Başkan'ın bu ders ve dert dolu konuşmasından etkilendim.
Bu konuşma, siyasetimizde örneğini hiç görüp duymadığım bir anımı tetikledi.
Anlatmazsam vebal olur!
***
2007 seçimlerinin arifesi...
Valilikte çalışıyorum.
Aklıma geldi; milletvekili aday listeleri henüz belirlenmişti. Merak bu ya, Sakarya gazetesini önüme çekip, tam demokratik yöntemlerle (!) belirlenen adaylara bakmaya başladım.
Hakkındaki şaibeler, dedikodular arş-ı âlâya çıkmış kimileri yeniden listenin tepesine tünemişti.
Dürüstlüklerine, tüm kamuoyu gibi benim de bizzat tanık olduğum kimi vekiller ise liste dışıydı...
Bu liste dışı kalanlardan biri de o sıra Ak Parti milletvekili olan Fahri Keskin'di.
Çok da şaşırmadım, ama üzüldüm. Çünkü çalışkan ve dürüst insanların siyaset dışı kalması bizim işimizi de zorlaştırıyor ve çalışmalarımızı olumsuz etkiliyordu.
Eh be, diyerek acı acı güldüm; "otokrasiyi demokrasi zanneden saf halkımız için yeni bir seçim tiyatrosu daha..."
Mesai bitip tam çıkmaya hazırlanırken kapı destursuz açıldı.
Tevafuk diye buna denir. Çünkü gelen Fahri Keskin'di. Her zamanki sevecen, aceleci ve telaşlı haliyle, alnında boncuk boncuk terler, teşrifata aldırmadan dosdoğru yanıma geldi.
- Ooo... dedim, Sayın Vekilim hoş geldiniz. Buyurun...Buyurun!
İçinde ne olduğunu bilmediğim büyükçe bir çanta vardı elinde. Eğreti eğreti tuttuğu dikkatimden kaçmadı. İçimde öyle bir his belirdi ki, şu an bu çanta ona, sanki hırsız malı gibi ağır geliyor. Taşımakta sıkıldığı bu yükten bir an evvel kurtulmak istermiş gibi, tuhaf bir sıkılganlıkla çantayı getirip masama koydu; geçip karşıma oturdu.
Dudakları kısık, gözlerinde fırtına öncesi kıvılcımlar, suçüstü yakalanmış bir çocuk mahcubiyetiyle bir süre yere baktıktan sonra:
-Listeleri nasıl buldunuz Sayın Valim? dedi.
-Hiç şaşırmadım, dedim.
-Nasıl yani?
-Nasılı şu ki, bizdeki siyaset anlayışında iki şey çok önemli.
-Neymiş onlar?
-Birincisi: Kalabalıkların iradesi var sanıp seçmen yerine koyarsan işte o zaman yanarsın.
Halbuki bu sistemde seçmenin tek; o da genel başkandır.
Onun manyetik alanında kalacak, göz mesafesinden çıkmayacak, tam anlamıyla biat edeceksin. Çünkü vekillik onun hediyesidir sana. Bu hediyenin karşılığı sorgusuz sualsiz teslimiyettir. Liderin isteği senin gerçeğindir. Hatta rüyâlarını bile ona göre ayarlayacaksın. Ne söylerse, ne yaparsa kuyruksallayan kuşu gibi kuyruğunu, sümsük kuşu gibi kafanı sallayacaksın.
İkincisi; fikir, zikir, görüş asla beyan etmeyecek, etliye sütlüye karışmayacaksın. Hak, adalet, dürüstlük gibi değerler, genel başkanların seçim dönemlerinde sığırcık avlamak için yem olarak kullandığı kavramlardır. Bu tehlikeli kavramları ciddiye alıp peşine düşmeyeceksin.
Bundan sonrası artık senin maharetine kalmış....
Kimileri gibi, ''Siyaset kırk kulplu kazan; tut ucundan sen de kazan'' diye, hazinenin kapısına bir anahtar da sen uydurup, küpünü usturuplu bir şekilde doldurabilirsin.
Fahri Bey, yaşadığı gerçeklerin henüz farkına varıyormuş gibi silkindi. Biraz da şaşırmış gibiydi.
-Peki Vali Bey ben hata mı ettim şimdi?
-Bak değerli dostum, gördüğüm kadarıyla bizdeki siyasetin çizdiği şablona uymayan bir karakterin var. Dürüst, kitabın ortasından konuşan, dobra dobra bir insansın. O yüzden sen bu işi pek kıvıramadın. Mesela, Eski Otogar ihalesindeki tutumun... Birileri gibi, neme lâzım demedin. Ne güzel alıcı firma 8 trilyona işi bitirmişken, sen kalktın, ''saçı bitmemiş yetim hakkı'' falan gibi içi boş ve modası geçmiş kavramlarla itiraz ettin, tekere çomak soktun. Uğraştın, didindin, sonunda fiyatı 20 trilyon gibi bir bedele çıkarttın. Senin yüzünden hazineye kafadan 12 trilyon girdi. Allahaşkına bu olacak iş mi? Kimileri hazineyi boşaltmaya çalışırken senin doldurmaya uğraşman aymazlık değilse nedir?
Fahri Bey, "anladım" der gibi mütevekkil bir sabır ve ince bir isyanla kafasını salladı ve mânâlıca yüzüme baktı.
-Boşver be Vali Bey, dedi, herkesin vebali kendine; alnım ak, yüzüm pak, halisane yapmaya çalıştım görevimi. Başarabildiysem ne mutlu! Gerisi kısmet...
Gözüm masa üstüne bıraktığı çantaya kaydı; geldiğinden beri merak ediyordum.
-Hayrola Fahri Bey, bu da ne? Sakın bomba falan olmasın?
-Açıp bakmanızı rica etsem...
Baktım.
Aaa...Çanta deste deste parayla dolu; her destenin üstüne banka dekontları itinalıca iliştirilmiş...
-Yahu Fahri Bey hep şaşırtıyorsun, bu bir çanta dolusu para da ne demek oluyor Allahaşkına?
Sanki suç işlemiş de hesabını vermekte zorlanıyormuş gibi bir mahcubiyetiyle karşıya baktı uzun süre. Gözleri bulut buluttu; yüzüne yayılan buruk tebessümle bana döndü.
-Vali Bey dedi; milletvekilliğine başladığım gün kendime söz verdim: Alacağım ödenek, harcırah, huzur hakkı... Her ne ise, tüm parayı biriktirip, görev sonunda bir hayır yapacağım, diye...
İşte bu para, o para!
Sizden ricam, parayı saysınlar, dekontlarla karşılaştırsınlar; tek kuruşuna dahi dokunmadım.
Hayretten ağzım açık, bir süre öylece kalakaldım. Sonra kendimi toparlayıp,
-Saydırmağa gerek var mı? diye sordum.
-Benim için önemli, dedi, lütfen zahmet olmazsa saydırıp dekontlarla karşılaştırın. Bir kuruşu dahi eksikse tamamlamaya hazırım.
Tuhaf tuhaf kafamı sallayarak özel kalem müdürünü çağırdım. Konuyu anlatıp parayı saymalarını ve bir tutanağa bağlayarak bir suretini Fahri Bey'e vermelerini tembihledim.
Yüzüne baktım da, tonlarca yük üzerinden kalkmış gibi rahatlamıştı. Aklıma takılan bir hususu dayanamayıp sordum.
-Peki Fahri Bey, bu sürede neyle, nasıl geçindiniz?
Güldü.
-Belki biliyorsunuz Vali Bey, ben emekli öğretmenim. Bir tas çorbaya binlerce kez şükreden mütevazi insanlarız biz. İnanın sıkıntı falan da çekmedik, dedi ve çıktı, gitti.
Acaba bu olup biten bir rüya falan mı, diye kendime bir çimdik attım. Canımın yanmasından anladım ki, bu rüya müya değildi.
Aha da para masamın üzerinde duruyordu...
*
Arkama yaslandım ve düşündüm.
Bunca yıllık idarecilik hayatımda nicelerini gördüm!
Yeni göreve başladığım bir ilin milletvekili, aynı zamanda da iktidar ortağı partinin genel başkan yardımcısı ziyaretime geldi.
Bir görüşmemiz sırasında, seçim masraflarından dem vurdu, uzun uzun yakındı. Sonra da elini cebine sokup astarını çıkardı; bana doğru sündürerek gösterdi.
-Bak Vali Bey, dedi, cep boş cepken boş; siyaset parayla oluyor. Sense tutturmuşsun bir dürüstlük teranesi; halbuki seçim demek para demek. Biliyorsun, valilerin OHAL sebebiyle olağanüstü yetkileriniz var.
Bak Batman'a... Milletvekili arkadaşım vali beyle işbirliği yaparak kırk kez köşeyi döndüler; kardeş kardeş geçinip gidiyorlar. Bizse burada elimiz böğrümüzde angut gibi bakıyoruz.
Bu hak mı, adalet mi?
Biran dondum kaldım. Adamın beni bu işe müsait görmesi gücüme gitti. İçten içe kendime kızdım; demek ki bende bir eksiklik gördü ki, bu adam bana bu teklifi rahat rahat yapabiliyordu.
Artık ''bu kadarına da pes!'' diyerek,
-Sayın vekilim, dedim, beni yeni tanıyorsunuz. Bu konularda çok beceriksizimdir; ağzıma yüzüme bulaştırırım. Genel başkanınıza söyleyin buraya istediğin vasıflarda bir vali göndersin. O zaman kardeş kardeş geçinip gidersiniz.
Bozuldu. Yüzü kara sarı bir hal aldı. Bi eyvallah bile demeden çekti gitti.
Sonradan duydum, sağda solda, "Bu adam kalın kafalının biri. Bundan bir b*k olmaz" dermiş.
Adamın bu eleştirisi çok ama çok hoşuma gitti.
"Elhak adam haklı" diye güldüm kendi kendime...
*
Uzun yıllar geçti...
Bu gözler daha neler gördü neler.
Hem de o vekile rahmet okutturacak kadar...
*
Sonrası ne mi oldu?
O bir çanta dolusu para çok güzel bir okul oldu.
Adı da, "Sivrihisar Fahrettin Keskin Fen Lisesi".
Ankara-Bursa karayolunun hemen kenarında.
Yolunuz düşer de geçerseniz görürsünüz.
O zaman bu yazılanları hatırlar, helâl parayla yapılmış bu okula belki bir selâm verirsiniz.
*
Bazen tefekkür ediyorum da...
Acaba diyorum 550 vekilin 550'si de Fahri Keskin gibi "FAHRİ VEKİLLİK" yapmış olsa...
Bu memleket nasıl bir memleket olurdu sizce?
Hiç düşündünüz mü?