30 Ekim 1918…
Mondros mütarekesi imzalanmıştır.
Bu bir mütareke değil, Türk Milleti’nin idam fermanıdır!
İzmir ve havalisi de Yunan’a peşkeş çekilmiştir.
*
Kara haber tez yayılır; Yunan işgali başlamak üzeredir.
Sadece İzmirliler değil bütün millet şaşkındır. Herkes doğal olarak hükümetten bir çare bekler.
Hükümetin başındaki Damat Ferit ise çareyi(!) çoktan bulmuştur. İzmir Valisi Kambur İzzet’e bir tel emri gönderir:
“Yunan birliklerine asla karşı konulmayacak, niza çıkartılmayacak ve direniş yapılmayacaktır. Tam tersi Yunan ordusu gayet misafirperverlikle karşılanacaktır…”
Vali bu emri başta Kolordu Komutanı olmak üzere, tüm ilgili ve yetkililere tebliğ eder.
Herkes şaşkındır; başı kopuk tavuk gibi debelenmektedir.
*
Padişah acziyet içinde tacının tahtının derdüşmüştür.
Sadrazam Damat Ferit, oldum olası tam bir İngiliz muhibbidir. Onları nasıl daha çok memnun ederim köpekliğiyle meşguldür.
Vali Kambur İzzet, ucu ihanete varan bir dalâlet içindedir.
Hele Ali Nadir Paşa... Ne acı ki, tam bir gaflet içinde topuyla tüfeğiyle koskoca kolordusunu Yunan’a teslim etme hazırlığındadır.
Bu gaflet, dalâlet ve hıyanet içinde şaşırmayan ve ne yapacağını iyi bilen biri vardır: HASAN TAHSİN…
Vatan mücadelesini, kendi çıkardığı “Hukuk-u Beşer Gazetesi”nde, yüreğini ve kalemini silah yaparak zaten sürdürmektedir.
31 yaşında, yağız , inceden uzun boylu, yiğit bir Türk Evlâdı’dır.Yeni evlidir ve üstelik eşi de hamiledir.
İlgili ve yetkililerin ihanete varan aczi, teslimiyeti, sinir uçlarında seğriyip ense kökünde zonklayan dayanılmaz bir ağrı olur.
Çünkü söz konusu vatandır…
V e gerilmiş yüz çizgilerinde sonsuz bir gazapla kaleme sarılır.
Son manşetini, “NAMUS UĞRUNA!” diye atar.
Ve yedi düvele meydan okur:
“Korkmuyoruz gelsinler!
Hatta masum Türk’e kastı olan bütün dünya gelsin!
İsterse süngüleriyle zaten kanamakta olan yarlarımızı deşsinler!
İsterse toplarıyla evlerimizi, yuvalarımızı yıksınlar, parçalasınlar,alt-üst etsinler!
Ama asla unutmasınlar!
Türk henüz ölmedi, İzmir’i Yunan’a asla vermeyecek!
Evet şu an silâhımız yok…
Ama direnen ruhumuzla, coşkun kanlarımızla, sökülmeyen dişlerimizle de olsa vatanımızı savunacağız.
Namusumuzu, gururumuzu, ailelerimizin, yavrularımızın, kadınlarımızın namusunu kurtaracak koruyacağız.
Hayır hayır…Üzülmeyin!
Biz henüz ölmedik!
Vatanımıza göz diken düşmanları boğacak kanımız, yakıp eritecek ateşimiz çok; hem de pek çok…”
*
15 Mayıs 1919, saat 8.55…
Yunan askeri rıhtıma ayak basmıştır.
Yerli Rumlar ve işbirlikçileri, ellerinde Yunan bayrakları ve çiçekler, “Zito Venizelos! Zito venizelos” diye çılgınca bağırmaktadırlar.
Kara sakallı, katran suratlı papaz Hristotomos karşılayanların en başındadır. Yunan bayrağını öperek efzun alayını kutsar.
İşgal başlamıştır.
Yürüyüş kolunun başı kışla hizasına geldiğinde Hasan Tahsin orada kalabalık arasında beklemektedir.
Bunaltan bir iğrentiyle ağzı zehir gibidir. Kalbinin derinliklerinde volkanlar patlar. Kanı yüreğine sığmaz, köpürüp beynini çatlatacak hale gelir. İçinin en gizli yerlerinden bir şeyler kopar. Vücudu tepeden tırnağa sıtmaya tutulmuş gibi sarsılır.
O an…
Gönlünde perva, gözünde perde yoktur gayri.
Elini cebine atar, tabancası ve el bombası yerindedir. Öfkeyle kalemini kırar; kırar ki, artık söz bitmiş, kalem tükenmiştir.
Ve zaptedemediği bir isyanla tabancasını kavradığı gibi Yunan alayının önüne fırlar.
“-Nee..! “ diye haykırır…”Ellerinizi kollarınızı sallaya sallaya İzmir’e gireceksiniz ha! Hem de güle oynaya, öyle mi? İşte bu olmaz… olamaz! Bunun sonu ölümdür kandır… Bunu şimdi anlatacağım size alçaklar!”
Kara gözlerinde çakan şimşek, Yunan bayraktarın yüreğine ok olur. Hasan Tahsin’in kahreden bakışlarında, kartalın ökselediği tavşan gibi donup kalır palikarya. Ve… Güm…Güümm!!!
At üstünde gururla ilerleyen bayraktar koca bir kütük gibi yere devrilir.
Yunan alayı ve rum ahali korku ve panik halinde , can havliyle kaçışmaya başlarlar.
Ne ki ateş edenin tek bir kişi olduğu anlaşılır. Anlaşıldıktan sonradır ki, cesur (!) palikaryalar ancak peşine düşebilirler.
Hasan Tahsin kurşun sıka sıka Kemeraltı’nın dar bir sokağında ancak 200 metre kadar gerileyebilmiştir. Tabancasındaki son mermiyi de sıktıktan sonra el bombasını kavrayıp fırlatır. Bomba Yunun birliğinin ortasında patlar.
Yoğun barut dumanları arasında, bir evin penceresinden kendine bakan bir Türk anasını görür. Ak tülbendinin ucuna sıcak gözyaşlarını sile sile ağlamaktadır.
-Nine bak…İşte sen de gördün…Son mermime dek savaştım! Kurşunum tükendi de ondan geriliyorum Nine... Yarın Allah katında şahidim ol!
Ve bunlar son sözleri olur.
Yedi düvele tek başına karşı koyma azmindeki bu asil Türk evlâdı, yüzlerce kurşun ve süngü darbeleri altında şehitler katına yükselir.
*
Hasan Tahsin…
Türk Milleti’nin yiğit evladı!
Canın pahasına attığın o İLK KURŞUN önce Ödemiş Dağları’nda yankılandı.
Toplanan efelerin arasından Yörük Ali ayağa kalkarak,
-Kızanlar! Duydum ki Yunan’a ilk kurşunu yiğit bir Türk Evlâdı sıkmıştır; hemde tek başına… Bundan sonrası artık bize düşer.
Davranın Bismillah…
Ve şehâdetinden dört gün sonra,
“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Bulunur elbet kurtaracak bahtı kara maderini”
Diye Samsun’dan gürleyen ses vatan sathına dalga dalga yayıldı.
Gayri sen müsterih uyu!
Türk Milleti seni mahcup etmedi.
Hani ilk kurşunu atmadan önce,
“Vatanımıza göz diken düşmanları boğacak kanımız, yakıp eritecek ateşimiz çok; hem de pek çok…”
Diye haykırmıştın ya…İşte tam da öyle oldu!
Bu aziz millet, topraklarını kirleten düşmanı, tam da senin istediğin gibi ateşiyle yaktı, kanıyla boğdu.
*
Sizi bilmem ama…
Her 9 Eylül’de Hasan Tahsin düşer yâdıma…
Nasıl yüce bir ruh bu aman Allah’ım!
Akıllara sığmayan ne büyük bir vatan sevgisi Ya Rabbi!
Bu gün yine 9 Eylül…
O’nun düşman karşısında yalnız bırakılmışlığını düşündükçe…
Buruk bir hüzün kaplıyor içimi.
O’nun ciğerini parçalayan kurşunlar benim ciğerime saplanıyor sanki...