Afyon, İsmail Köyü…
Çocukluk işte!
O’nun koltuk değneği ile sakat ayağını sürüyerek tuhaf bir yalpalamayla yürümesi çoktandır eğlencemiz olmuştu.
Kar kadar beyaz sakallı, bozkır çehreli bir ihtiyardı. Akşam sabah köy odasında oturur, sanki uzaktan gelecek yolcusunu gözler gibi hüzünle sokağa, hep sokağa bakar dururdu. Gelip geçenlerden selam veren oldu mu, tek ayaklı o heybetli gövde, koltuk değneğine yaslanarak hafiften canlanırdı. Gözlerinde menevişlenen bir ışıltıyla bir yabayı andıran koca sağ elini göğsüne bastırarak selâmını alırdı.
O gün de cuma çıkışında bir gurup afacan etrafını çevirmiş,
‘’Zım zım zım zım çökü çöküver,
Tozu toprağı dökü döküver!’’ Diye bağrışarak gülüşerek eğleniyorduk.
Mıstık Dede, ağzı açık, bulutlu gözlerle, imdat ister gibi bir bize, bir etrafa bakıyordu. Bir imdat göremeyince koltuk değneğini sağa sola sallayarak, elimizden kurtulmaya çabaladı bir süre. Toz duman içinde kurtulmaya çabalarken sakat bacağı taşa takıldı, koca bir kütük gibi yere yuvarlandı; başındaki boz bere bir yana, değnek bir yana gitti. Çocuklardan biri değneği kapıp, onun uzanamayacağı bir uzaklığa fırlatıp attı. Çaresiz oturup kaldı. Yüzündeki bütün renkler uçmuş, göğsü demirci körüğü gibi inip kalkıyor, öfkesinden tir tir titriyordu.
Eğlencemiz zirve yapmıştı ki, babam nereden geldiyse at arabasıyla yanımızda bitti. Babamın öfkeyle savurduğu ucu kurşunlu kamçısının yılan tıslamasını andıran ıslığı kulaklarımızı titretti. Tadını iyi bildiğimiz için kedi görmüş fare ürkekliğiyle çil yavrusu gibi dağıldık. Mıstık Dede’nin göğsü demirci körüğü gibi kabarıp kabarıp iniyor, sinirinden tir tir titriyordu.
Babam Dede’yi yerden kaldırdı. Değneğini koltuğunun altına, beresini başına koydu. Üstünü başını silkeledi ve götürüp köy odasının duldasına oturttu. Başında yün beresi, buğulanmış iri siyah gözlerle konuşmadan, anlamlı anlamlı bir süre öylesine baktı. Babam öfkeli bakışlarla biz afacanları ararken saklandığım köşeden beni görüverdi. Öyle bir baktı ki, gözlerine ışık tutulmuş tavşan gibi donup kaldım. Geldi kulağımdan tutup Mıstık Dede’nin önüne dikti.
-Söyle velet bu kim?
Kulağım nerdeyse kopacak, canım fena yanıyordu; ağlayarak;
-Koca Mıstık…diyebildim.
-Hayır bilemedin sıpa! Bu Koca Mıstık değil, bu Gazi Dede, anladın mı, Gazi Dede! Öp elini deyyus!
Elini öpmeye davranırken, Mıstık Dede babamın bileğini kavradı, kulağımı elinden kurtardı,. gözlerinde sevgi ışıltısı, beni kucağına bastırdı. Korka korka yüzüne baktım. O yağız çehrede gördüğüm gözyaşları, sanki söylenememiş sözlerin sessiz ifadesiydi.
-Dur Ahmet, dedi, aklını alacan çocuğun? Bak, kuş yavrusu gibi tir tir titriyor yavrucak.
Sürekli sızlayan sakat ayağını oğuştura oğuştura mırıldandı.
-Ülen Ahmet bu yavrular korkmasın, ağlamasın diye savaştık bunca sene… Onları ağlar görünce yaralarım bir kat daha sızlıyor; yeter, ağlatma çocuğu! Eğlence lazım onlara. Varsın eğlensinler benimle, sonra elbet anlarlar.
Şerha şerha nasırlaşmış iri kemikli, sert elleriyle saçlarımı okşadı bir süre. Biraz yatıştığımı görünce,
- Hadi git koçum dedi, güzel güzel oynayın…
Çocuk aklıyla nereden bilebilirdik ki Mıstık Dede’nin, ömrünü vatan yolunda kan, gözyaşı ve ateş cehennemlerinde tükettiğini? Ve Anadolu yaylalarında yalnızlığa terk ettiğimiz adsız pusatsız o kahraman gazilerden biri olduğunu?
*
Ancak okula başladıktan sonradır ki, Mıstık Dede daha bir anlam kazandı gözümde.
Hele uzun kış geceleri boyunca, dışarıdaki fırtına ve kurt ulumaları eşliğinde, nice savaş hatıraları anlattı; her biri bir roman olacak ne destanlar…
Yine böyle gecelerden birinde, öylesine sordum:
-Gazi Dede, sende hatıra çok, bu belli. Bunlar içinde hiç unutamadığın var mı?
Gözleri parladı, bakışları başka bir aleme , başka bir zaman dilimine kaydı. Acısı sızısı dahi ona haz veren bir geçmişi seyrediyor gibiydi.
-Var efendi oğlum, dedi, hem de çok… deyip devam etti.
Birisi, İnönü Savaşları sırasında başımdan geçti. Askerin çoğu başıbozuk gibiydi. Üst yok, baş yok, silahı mermisi tam değil. Benim Balkandan kalma Muaddel bir Osmanlı mavzerim vardı. Dörder fişek verdi komutan.
-Sakın boşa atmayın, bitince derhal süngü takın!
-Dört fişek… n’olacak hemen bitti. Süngüyle gavur haklarken, bende merminin bittiğini anlayan bir Yunan süvari zabiti, kılıcını çekip atını üzerime sürdü. Gavur beni neredeyse ikiye biçecek. Can havliyle kendimi yana attım. Kâfir kafaya koymuş bir kere, tekrar saldırdı. Şaşkınlıktan olacak, düşünmeden tüfeği doğrultup tetiğe bastım. Anaa…Güüm! Yunan zabiti yerde…Şaşırdım kaldım; tüfekte mermi yok, kesin eminim; çünkü daha önce kaç kere tetik çektim. Allah’ın hikmeti, hala işin sırrını çözebilmiş değilim.
Öteki, dedi, Sakarya Muharebelerinde, Duatepe’de…
Bu tepeyi almıştık. Fakat Yunan bütün gücüyle yüklendi tepe elimizden çıktı. Bu tepeden Yunan’ı söküp atmamız emredilmiş; yoksa ordumuzun kuşatılma tehlikesi varmış. Gece zifiri karanlık… En ön siperlerde, biz ilk hücuma kalkacak birlikleriz. Düşmanın neredeyse nefesi duyuluyor.
Tam bu sıra kulaktan kulağa bir fısıltı, “Başkumandan Gazi Paşa geliyor” diye. İnanamadım… Olacak iş mi, hiç Başkumandan ön siperlere gelir mi? Bir de baktık arakasında kürk, göğsünde dürbün eğilerek geldi. Susun, kıpırdamayın işareti yaparak, yanımıza çöktü. Elini omzuma koydu. Aha tam buraya...
-Adın ne evlat?
-Köyde Koca Mıstık derler paşam.
-Adaşmışız be Mustafa…dedi, gülerek. Mustafalar cesur olur değil mi?
Nutkum tutuldu bir şey diyemedim. Gün ağarmasına az kalmıştı. Hücuma kalkacağımız için kahvaltı çok erkene alınmış. Kahvaltı dediysem, içinde üzümü olmayan üzüm hoşafı ile yağsız bulgur çorbası. Biz onları usul usul yerken, az ilerden kızartılmış tavuk kokuları geldi. Gazi Paşa ve büyük kumandanlara getirmişler. Koskoca Başkumandan, elbet olacak o kadar derken, hayret tavuklar bize geldi.
Meğer Gazi Paşa, askerin ne yediğini sormuş. Üzüm hoşafı ile bulgur çorbası demişler. O da,
- Götürün bunları en ön siperdekilere verin! Bize asker ne yiyorsa ondan getirin, demiş.
Tatlı bir hatıranın uzaklarda kalmış güzelliği yüzünde şavkıdı. İç geçirdi. gözlerinin içi gülerek:
-Ülen, dedi, Başkumandan böyle olursa o askere düşman mı dayanır be! Valla o Duatepe’yi hallaç pamuğu gibi attık.
*
1973 Yılı…
Afyon Valiliği nezdinde staja başladım. İlk işim, bir köşede unutulmuş Gazi Dede’ye devletin vefasını göstermek olmalı diye düşündüm. Durumu Askerlik Şube Başkanına anlattım. Duyarlılık gösterdi, birlikte köye gittik.
Mıstık Dede, her zamanki gibi köy odasında yapayalnızdı. Eski bir hasır üstüne sırt üstü uzanmış, beresini gür kaşlarının üzerine kaydırmış, uyuyor gibiydi. Biz girince şaşaladı, değneğine yaslanarak ayaklandı. Albayı görünce, bir an askerlik günlerine gitmiş olacak ki, tek ayağıyla çakı gibi dikilip esas duruşa geçti. Varıp elini öptük.
-Buyur zabit efendi, dedi, hoş geldiniz!
Uzunca bir sohbetten sonra Şube Başkanı:
-Gazi Dede, senin durumunu inceledik. Hem madalya ve hem de gazilik maaşı hakkın. Başvurunu alıp işlemleri başlatacağız.
Hatları kalınlaşmış çehresinde utangaç bir ifade, titreyen sesiyle zorla ayağa kalktı. Yamalı gömleğini yırtarcasına çıkardı. Bütün vücudu harita gibiydi.
-Madalya dediniz; işte benim madalyalarım zabit efendi! Yunan kurşunu da aha bu kalçamda, hala durur. Maaşa gelince, şu kuru canım kara toprağa hala karşı koysa da Azrail aleyhisselâmın gelmesi yakın. Öbür tarafta silah arkadaşlarım, ‘’Koca Mıstık, vatan için, din için savaştın diye para mı aldın?’’ derlerse ben ne cevap veririm? İstemem, devlette kalsın!
Şube Başkanı Albayın ısrarları fayda etmedi.
*
Eli boş şehre dönüyoruz. Albay bir yandan gözyaşlarını silerken
-Kaymakam Bey, dedi; bugün ben yıkılan koca bir tarihin altından kalkışımızı da, yeni bir devletin doğmasına vesile olan çelikleşmiş iradeyi de Gazi Dede’nin yağız çehresinde gördüm...
*
Bu gün 30 Ağustos…
Koca Türk Dumlupınar’da…
Küllerinden yeniden doğduğunu ilan etti; çelik namlularla bütün cihana…
İşte Balkan Savaşlarından Dumlupınar’a, her cephede bulunmuş o gazilerden birini tanıtmak istedim.
O’nun şahsında Yüce Allah bütün şehit ve gazilerimize rahmet eylesin!
Ve...
Bizleri, onların emanetine layık etsin!