Yönetici sınıfın en büyük zaaflarından birisi de kendi aklına güvenmesi ve karar alırken kendini yeterli görmesidir. Başkasının fikrine ve düşüncesine kapı ve pencereleri kapatmasıdır. Bu halet-i ruhiye insanın kendi kendini yiyip bitirmesidir. İleri aşaması uluhiyet iddiasıdır. Çünkü insan eksik bir varlıktır. Mükemmel değildir. Hele yönetici pozisyonunda ise mutlaka yardıma, istişareye, desteğe muhtaçtır.
Yönetimin en önemli işlevlerinden birisi de istişaredir. Yöneticiler/idareciler istişari kurullarını işin mahiyetine uygun olacak şekilde işletecek olurlarsa büyük ölçüde başarılı olurlar. Onun için eskiler, “Danışan dağı aşmış, danışmayan düz yolda şaşmış.” demişler. Hz. Peygamber de istişarenin önemini, yaşanmış ve vahiyle de tasdik görmüş bir vaka üzerinden ifade eder.
Malum, Mekkeli aristokratlar, Medine hicretinden sonra da Hz. Peygambere rahat vermek istemiyorlardı. Bedir’de büyük bir mağlubiyet yaşamışlardı. Dolayısıyla büyük bir kin ve intikam ateşiyle yanıp tutuşuyorlardı. Onun için de Medine’nin üzerine güçlü bir saldırı planlıyorlardı. Ve nihayet hücum hazırlıkları Medine’de duyulunca Hz. Peygamber içinde kadın ve gençlerin de bulunduğu genişletilmiş istişare kurulunu topladı. İnsanlık tarihinde bir başka benzeri var mı, bilemiyorum. Muhtemelen tarihin ilk kaydettiği bir karar toplantısıydı.
Mekke’den gelmekte olan orduya karşı nasıl bir savaş stratejisi geliştirmeleri gerektiği istişare heyetinin görüşüne sunuldu. Üzerinde uzun müzakereler yapıldı. Heyetteki genç Müslümanlar heyecanla cephe savaşı yapmayı savundular. Hz. Peygamberin de içinde bulunduğu biraz daha yaşlı ve tecrübeli gurup da Medine’de kalarak savunma savaşı yapma görüşündeydiler. Ve yapılan istişare sonunda gençlerin ısrarlı talepleri ağır basınca cephe savaşı kararı çıktı.
Toplantı sonunda bazı yaşlı sahabeler, bu ısrarlı tutumları nedeniyle gençleri tenkit ettiler; “Gidip Hz. Peygamberden özür dileyip, ısrarlarından vazgeçtiklerini” söylemelerini telkin ettiler. Gençler de bu talebe uyarak gidip Hz. Peygamber’e ısrarlarından vazgeçtiklerini ifade ettiler. Buna karşılık Hz. Peygamber istişare sonunda verilen kararın artık kesinleştiğini ve geri dönüşün sözkonusu olmayacağını kendilerine ifade etti. Malum, Uhud savaşında arızi bir yenilgi yaşayan İslam ordusunun başkomutanı Hz. Peygamber, bu yenilgiden dolayı cephe savaşını ısrarla talep eden gençlere en ufak bir serzenişte, şikayette bulunmamıştır. Onun yerine Cenabı Allah vahiyle duruma açıklık getirmiştir.
“Sen onlara sırf Allah’ın lütfu sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.” (Ali İmran – 159)
Ayetten de anlıyoruz ki, olumsuz savaş sonucuna rağmen Hz. Peygamber o gençlere yumuşak davranmış, bir olumsuz tutum ve davranışı sözkonusu olmamıştır. Cenab-ı Allah da Hz. Peygamberin bu tutum ve davranışını övüyor; “Eğer aksi bir davranış sergilenmiş olsaydı Peygamberin etrafındaki o gençler dağılıp giderlerdi” haberini veriyor. Ve gençlerin istişarede ısrarlı tutumları nedeniyle sebep oldukları bu sonuçla ilgili onları affetmesini ve onlar adına bağışlanma dilemesini ve savaşın olumsuz sonucuna rağmen Hz. Resulün yine de arkadaşlarıyla iş hakkında istişare etmeye devam etmesini ve alınan karardan sonra Allah’a güvenerek, tevekkül ederek yoluna devam etmelerini” emir buyruluyor.
Yapılan istişare sonunda bir kısım insanın sırf gençlik heyecanıyla, enine boyuna tartışıp, getirisini-götürüsünü hesaplamadan, duygularına, hislerine yenilerek sergiledikleri ısrarlı talep hoş karşılanmamakla birlikte hoşgörüyle yaklaşılması gerektiğine işaret edilmektedir. Aynı zamanda gençlerin heyecanının olgun insanların tecrübesiyle dengelenmesi gerektiği de ima edilmektedir.
Ve ayette bizim için bugün daha büyük ehemmiyet taşıyan kısmı ise, gençlerin hatalı görüşüne rağmen, istişareye devam edilmesi gerektiği yönündeki Allah’ın emri…
Kur’an bize yöntem/metodoloji öğretiyor. Bazen direk emirle; bazen olaylar üzerinden eğitiyor, terbiye ediyor.
Burada asıl önemli olan, bugün bu ve benzer ayetlere muhatap olan modern dünya insanının bunlardan ne ve nasıl neticeler çıkaracağıdır. Allah’ın hükmü kesindir, ancak manası seyyaldır/dinamiktir. Zamanın getirdiği icaplara göre yeniden yorumlanmayı gerektirir.
Burada hadisenin anahtar kelimesi istişaredir. O halde bugünümüzde bu müesseseyi nasıl işleteceğiz?
İçinde sadece Müslümanların yaşadığı bir toplum değiliz. Öyle olsa bile Müslümanların da farklı kanaat ve düşüncelerde olması gayet tabiidir. Bugüne kadar gelen tecrübede bunu göstermiştir. Bu bir yana, bugün homojen birliktelikler değil; farklı inanç ve değerlere sahip insanların bir arada yaşama iradesi ortaya koydukları bir dünyada yaşıyoruz. Ve öyle gösteriyor ki, küresel dünyada artık bu kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Bu önümüzde duran gerçeklikten hareketle toplumu oluşturan farklı kesimlerin yönetime iştiraklerini sağlayacak, onları da istişare ve karar organlarına dahil edecek, ortak aklı devreye sokacak yönetim cihazını nasıl kurgulayacağız?
Çağımız insanı bu minvalde çok farklı modeller inşa etmişlerdir. Haliyle bunlar içinde adalete/insan haklarına en uygun olan modeli bulup çıkarmak akıl ve hikmet sahiplerine düşen bir görevdir. Kimsenin burada din veya ırk milliyetçiliği yapma gibi bir eğilimi olmamalı. Çünkü bu eğilimin egemen olduğu yerde adaletin gerçekleşme ihtimali azalır. Toplumu oluşturan tüm kesimlerin/bireylerin yönetimde söz sahibi oldukları ve neticelerine beraber katlandıkları bir sistemi vücuda getirmek zor değil ama kararlı ve emin bir iradeyi gerektiriyor. Amaç, toplumun optimal mutluluğunu sağlamaksa bu niyetin tezahürü olacak eylemlerin de zor olmayacağı kanaatindeyim.
Bugün için yaşadığımız problemlerin yönetimi ilgilendiren temel kaynağı budur. Tek kişinin veya onun çevresindeki dar bir gurubun aldığı kararlarla yönetilen bir toplumu hoşnut edemezseniz. Ve pratikten anlaşılıyor ki, etmiyorsunuz da. Kendi iradelerinin de yönetimde geçer akçe olduğunu görmedikçe yönetimle ilgili sonuçlar ve onun getirdiği, tetiklediği diğer problemler konusunda kendini sorumlu görmeyeceği gibi karar vericilere karşı da hoşnutsuz kalacaktır. Yer yer kin ve nefret oluşacaktır.
Bugün ‘halkın yönetime direk veya dolaylı katılımının felsefesinin konuşulduğu ve uygulama alanı bulduğu dünyamızda bu gerçekliğe bigâne kalmak mümkün değildir. O halde yapılacak en önemli değişiklik/reform, siyaset kültürünü yeniden inşa etmek ve ona munzam yasal düzenlemeler yapmaktır. Toplumun yönetime eşit ve adil katılımını sağlamak; alınan kararlarda söz sahibi kılmak ve neticelerine de herkesi ortak etmektir. İşte o zaman sevinçte ve kederde birlikteliği ve dayanışmayı sağlarız.