Son günlerde yaşadıklarımız ve sosyal medyada paylaşılanlar, “ahlak, adalet” mevzuu üzerinde bir daha durmamızın zaruretini biz müslümanlık iddiasında bulunanların önüne koyuyor. Halk tabiriyle, bir daha külahımızı önümüze koyup derin bir düşünceye/tefekküre dalmaya ihtiyaç olduğunu tekrarlarla hissettiriyor.
Hz. Ayşe’ye, Hz. Peygamber’in ahlakı sorulduğunda, “Siz Kuran okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kuran’dı” diye cevap vermesi çok anlamlı ve düşündürücü...
Kur’an hem bireyin ve hem de o bireylerin oluşturduğu toplumun ahlaki kaidelerini inşa etme iddiasındadır. Yani, Müslüman bireylerin oluşturduğu toplumların bir arada bulunmalarının zaruri kıldığı hukuki ilişki biçim ve kaidelerinin neler olması gerektiğinin çerçevesini belirlemiş. Ve en başa da kul haklarını koymuş; Onun da başına “zayıfların, yetim ve öksüzlerin hak ve hukuklarını...”
Kur’an, temelde bir ahlak toplumu inşa etmeyi hedefler. Kimsenin hak ve hukukunun çiğnenmeyeceği, birbirine geçmeyeceği bir hukuk anlayışının hayata taşınan ahlak haline getirilmesini arzu eder ve onun müeyyidelerini vaaz eder.
Böyle olmakla birlikte bugün ülkeler arasında yapılan araştırmalarda; haksızlığın, hukuksuzluğun, yolsuzluğun en çok ve yaygın olarak yaşandığı ülkeler sıralamasında, Müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelerin ön sıralarda yer alması gerçeği, Müslümanlar için düşündürücü ve üzüntü vericidir.
Kur’an’ın emrettiği ve Hz. Peygamberin pratiği ile hayata dönüşen bu insani erdemlerden geriye ne kaldı? Onun mirasını devraldıkları iddiasında olanların içine düştükleri ahlaki tefessühü nasıl izah edeceğiz?
Her ne kadar saf, duru Müslümanlar, bu anlayışı “Onların yaşadığı İslam değildir” gibi bir mazerete sığınsalar da bu izah, tatmin edici olmuyor. Karşı cephe için tatminkâr olmamasının bir sonucu olarak da, dine karşı ön yargılı veya gerçekten ikna edilmemiş kesimler için yaygınlaşma istidadında bulunan anlayışın; “Aslında iddia edildiği gibi, hata Müslümanlarda değil; -hâşâ- dinin kendisinde…” anlayışına evirildiğine şahitlik ediyoruz.
Böyle mi? Hâşâ! tabii ki hayır! Asla!
Basit bir muhakemeyle anlaşılabilecek bir mevzuu böyle sağa sola sündürülmesi, ya yeterli bilgi ve tefekküre sahip olmama veya dine karşı ön yargıların oluşturduğu bir anlayıştır. Peki, böyle olması Müslümanlık iddiasında bulunanların sorumluluğunu ortadan kaldırıyor mu? Hayır, tam aksi ağırlaştırıyor.
Allah, Bakara Suresi 143. Ayetinde; “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun diye sizi aşırılıklardan uzak (mutedil/orta yol) bir ümmet yaptık…” diye ifade buyuruyor.
Burada Hz. Aişe’nin ifadesiyle “Ahlakı Kur’an olan Peygamberin” Müslümanlar için ve onun getirdiği dine tabi oldukları iddiasında bulunan Müslümanların da diğer insanlar için bir örnek şahsiyet (numune-i imtisal) olmaları gerektiği ifade buyrulmaktadır.
Hz. Peygamber bu misyonu hakkıyla ifa etti ve “Veda Hutbesinde” orada bulunanların ikrarını ve tasdikini alarak Rabbine iltica etti.
Peki, ya onun bıraktığı kutlu mesajın iz takipçiliği iddiasında olan bizler bugün ne haldeyiz? Başkalarına örnek insan prototipi mi oluyoruz, yoksa yaşadıklarıyla, ahlaklarıyla nefret uyandıran ve dinden uzaklaştıran bir numune mi sergiliyoruz?
Ne yazık ki, Allah’ın kitabı ile bizlere bildirilen ve Hz. Peygamberin pratiği ile biz Müslümanlara miras bırakılan dinin uygulaması ve temsili dinin mahiyetini tanınamaz hale getirmiştir.
Bugüne kadar klasik İslam anlayışıyla, çocukluktan itibaren insanlara bir ezber eğitimi veriliyor; “İslam’ın şartı beş; İmanın şartı altı” diye… Ve bugüne kadar cılız itirazların dışında güçlü bir reddiye sözkonusu olmamıştır. Neden beş veya altı? Neden bunlar arasında “ahlak, adalet” yoktur. Öyle ya, mevzunun önemine binaen Kur’anda ahlak ve adalete ilişkin yüzlerce ayet vahyedilmişken…
Sadece Hadid Suresi 25. Ayet bile tek başına Allah’ın biz müminler için olmazsa olmaz diye emir buyurduğu “adalet” nerede? Neden bu şartların arasında yer almıyor? Ki buna munzam yüzlerce ayette adalet ve ahlaki erdemlerle ilgili olmazsa olmazlar sıralanıyor.
Allah, yeryüzünün halifeleri olan insanların mutlu ve mesut bir hayat yaşamalarının kural ve prensiplerini vazeder. Yüksek bir ahlaki anlayışla bunun başarılacağının haberlerini, müjdelerini verir. Aksi bir tutum ve davranış içerisinde bulunanların helak haberlerini nakleder. Yeryüzünde yaşayan insanların birbirlerine karşı adil, dürüst ve erdemli olmalarını; birbirlerinin hak ve hukuklarını gözetmelerini ve bunlarla birlikte kendileri dışındaki varlıklara da adil, şefkatli ve merhametli olmalarını öğütler.
Hz. Peygamber, “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diye ifade ediyor. Diğer bir hadisinde ise, “Sizden biriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” diye buyurur. Bu iki hadisle, yüksek bir ahlaki erdeme sahip olmadıkça imanın sahih olmayacağına işaret ediliyor. Daha kısa ifadeyle, “ahlaksız iman” olmaz deniliyor.
İnsanlar, fıtri yaratılışları gereği yeryüzünde birbirleriyle ilişkide (muamelatta) bulunmak durumundadırlar. Bu ilişkiler doğal olarak bir hukuk düzenini gerektirir. Devlet dediğimiz yapı da bu ihtiyaçtan doğmuştur. Yazılı yasaların olmadığı zamanlarda temel ahlak kuralları normlara dönüşerek yasa hükmünü almışlardır.
Yeryüzünü yaşanabilir kılmak insanların elinde; isterlerse bulundukları coğrafyayı cennetten bir numuneye; isterlerse cehennemden bir ateş yumağına dönüştürebilirler. Allah, insanları iyi ile kötü arasında muhayyer bırakmıştır. Cüzi iradesiyle tercihte bulunma hakkı tanımıştır. O zaman şu soruyu sormuş olalım; insanlar neden kötüye, haksızlığa, hukuksuzluğa meyyaldirler?
Yeryüzünde kötülük ve zulüm bitmediğine göre burada bir ahlak aşınması sözkonusudur. Zaten Peygamberler de bu ahlak aşınımının olduğu dönemlerde gelmişlerdir. Yoldan sapan insanları yüksek bir ahlaki temsiliyetle yeniden dosdoğru yola sevk etmek için…
Kur’anın tarifiyle, “zalim ve cahil insanoğlu” hükmetme ve yönetme iştahıyla ağır bir yükün altına girdi; mal ve makam sevgisi her şeyin önüne geçti; adeta onu esir aldı. Ve yeryüzü kavgaları/savaşları da bundan kaynaklanmış / kaynaklanmaktadır.
İşte burada Allah, sorumluluğun en ağır olanını âlimlere, kanaat önderlerine ve din adamlarına yüklüyor;
“Onların ileri gelenleri/önderleri ve fakihleri (hukukçuları) onların günah olan şeyler söylemelerini ve haram yemelerini önleselerdi ya! Ama heyhât! Yaptıkları şey ne kötüdür!” (Maide: 63)
Bu ayetin mesajını bugünümüze şöyle soyutlayabiliriz: “Gerçek dindarların ve din bilginlerinin, akıllarını kullanarak onları herkesçe bilinen günahların sözcülüğünü, savunuculuğunu yapmaktan, yalan söylemekten ve köklerini kurutan ve insanî değer bırakmayan haramı, rüşveti yemekten men etmeleri gerekmez miydi? Yapmakta oldukları düzenbazlıklar ne kötüdür.”
Ahlaki faziletleriyle diğer insanlara örnek olmaları beklenenler tam aksi problemin asli faili durumuna gelmişlerdir. Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin bu kadar uyarısına rağmen onlar tabir caizse “kıl beşi kurtar başı’ kabulüyle İslam’ın toplumsal hukuk ve ahlak anlayışını yok saymışlardır. İslam dinini beş ve altı şarta hapsetmişlerdir. Allah’a, Peygamberine, Kitabına iman etmenin; kelime-i şahadet getirmenin ve bir gün yaptıklarından veya yapmadıklarından dolayı mutlaka sorguya çekileceğine dair bu şartların iman iddiasında bulunanlara nasıl bir mükellefiyet yüklediğini akleden, tefekkür eden kaç Müslüman olmuştur?
Hâşâ, insanın şunu sorası geliyor; Allah insanoğluna daha ne desin? Veya Peygamber size daha neyi miras bıraksaydı?
“Kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de istemedikçe Müslüman olamazsınız” diye imanı toplumsal hukuk şartına bağlayan bir Peygamber daha ne desin?
Ve Peygamberin has dairesindeki adil halife Ömer daha ne desin; “Birinin kıldığı gece namazı sizi aldatmasın. Gerçek dindar, emaneti sahibine veren ve Müslümanların elinden dilinden zarar görmediği kimsedir.”
Bugünkü Müslümanlığın/dindarlığın neden ahlak üretmediğinin temel sorunlarından biri; topluma o anlayış ve kavrayışı kazandıracak olan ve örnek temsilleri ile onlara ayna (numune-i imtisal) olabilecek önderlerin, model insanların kıtlığıdır. Hz. Ömer gibi bir deve çobanından adil bir devlet adamının yetiştiği iklimden bahis ediyoruz; onlara örneklik eden bir başöğretmenden bahis ediyoruz.
İkinci önemli husus ise, hakların birbirine geçtiği ve bu haksızlıkları işleyenlere karşı söz söyleme ve müeyyide uygulama makamında olanların seslerini çıkarmamaları; işlenen günah ve haramların önüne geçmemeleridir. Ne kadar çok haklar birbirine geçiyorsa (yani kul hakları yeniliyorsa) orada mutlaka bir ahlaki tefessüh yaşanmış ve yaşanacaktır...
Üçüncü bir husus ise, kişi hak ve hukuklarını koruyan, geliştiren, denetleyen bir hukuk nizamından, düzeninden mahrum kalan toplumlarda da ahlaki yozlaşma kaçınılmazdır. Çünkü hukuk ve ahlak birbiriyle tam bir paralellik arz eder. Ne kadar hukuk, o kadar ahlak…
Türkiye Müslümanlarının son 20 yılda yaşadıkları ahlaki değişim, konu ile ilgilenen araştırmacılar, akademisyenler için tam bir laboratuvardır…
2017 yılında yapılan bir alan çalışmasında, kendilerine ‘Dindar olmak ahlaklı olmayı gerektirir mi?’ şeklinde soru sorulanların % 70’i ‘hayır gerektirmez’ cevabını vermişlerdi. İşte toplumun hali pürmelali…
Dinin, adalet, ahlak, makuliyet, emniyet, sevgi ve hoşgörü olduğunu unutmamak dileğiyle son sözü Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu Hoca’ya bırakıyorum:
“Siyaset ve İslam’ın iç içe olması İslam’a büyük haksızlıktır. İnsanlar artık siyasete olan ilişkilerine göre dinle ilişkilerini ayarlıyorlar. Siyasete kızan dine de kızmaya başlıyor. Siyasetin yanlışı dine ait olmaya başlıyor. (Ali Bardakoğlu, ‘Din adamları yaşadığımız çağın sorunlarının farkına varmalı’, Habertürk, 8 Ocak 2017)
Cumanız Bereketli olsun.
Fahrettin Dağlı