O korkunç, o karanlık yıllar…
Cihan Harbi bitmiştir;
Bitmiştir ama ne acı ki Türk Milleti de tükenmiştir.
Medeniyet maskeli kan emici emperyalistler, yedi düveli toplanıp üzerimize çullanmışlardır.
Milletimizin ölüm fermanı imzalanmış, cenazesi bile kalkmadan terekesini paylaşmaya başlamışlardır.
Basiretsiz idarecilerin yönetiminde, yıllarca süren anlamsız savaşlarda vatan toprakları yanmış yıkılmış…
Karşı koyacak ne ordu kalmış, ne silâh, ne yiyecek…
Düşmandan daha da yıkıcı olan içerideki ihanetlerdir...
En kötüsü umut tükenmiş, umut yok!
En vatansever insanlar bile çareyi Amerikan mandasında görmektedir.
Hani haksız da sayılmazlar!
*
Milletimiz yapayalnız ve çaresiz bırakılmıştır ama;
Asker-sivil, bir avuç vatan evlâdı...
Tek varlıkları, ceplerinde sökülmüş rütbeleri ve idam fermanlarıdır.
“Ya istiklâl Ya ölüm” şiarıyla kutsal ve soylu bir isyan başlatırlar.
Kan, barut, ateş cehennemi içinde boğuşan bu vatan evlâtlarına, yiğit ve erkekçe bir ses katılır.
"Korkma!" diye gürler.
“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak…”
Diye başlayıp,
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım
Yırtarım bendimi enginlere sığmam taşarım…”
Diye haykıran bu yiğit, bu erkekçe ses yurt sathına dalga dalga yayılır
Ve İsrafil’in Sûr’u misali yürekleri yeniden diriltir.
Bu sesle Türk Milleti hüsranları azme çevirir.
Açlığa, çaresizliğe, yoksulluğa salgın hastalıklara, ihanetlere ve sırttan vurmalara aldırmaz.
Kanını kara toprağa harcederek yanmış, yıkılmış vatan toprağının altından dağ gibi bir zeybek heybetiyle diz vurup yeniden ayağa kalkar.
Büyük Harpden arta kalmış kollarını, bacaklarını, gözlerini, en nihayet canlarını da cephelerde bırakarak bir büyük, bir kutsal isyan başlatır.
Bu öyle bir isyandır ki, gözlerin gördüğünü dudaklar mümkün değil anlatamaz.
Yedi düvele meydan okur Türk Milleti...
Ve Büyük Şafağına doğru tarihî yürüyüş yeniden başlar.
Tarih değil, destan yazar!
İşte bu yiğit ses;
Kurtuluş Savaşı'mızın manevî mimarı Mehmet Âkif Ersoy’un sesidir.
*
Zafer sonrası bir ara Mısır’a gider.
Vatan hasretiyle kavrulduğu ve onbir yıl süren Mısır macerasından sonra maalesef hastalanır.
Hani derler ya…
“İnsan her yerde yaşar. Fakat ölmek için vatan lâzımdır!”
Gün gelir yıllarca yakıcı hasretiyle yanıp tutuştuğu vatanına döner.
Ölüm mukadderdir...
Vatan toprağına gömülmek ister.
*
O zamanın yayın organlarından Yedigün Dergisi adına Feridun Kandemir bir gün ziyaretine gider. Amacı röportaj yapmaktır. O ise hastadır, yatmaktadır. Kandemir,
-Özledin mi vatanı üstat? Diye öylesine sorar.
Âkif hafifçe doğulur.
-Özlemek mi oğlum…Özlemek mi? Mısır’dan üç gecede geldim. Bu üç gece, otuz asır kadar uzun sürdü. Orada onbir yıl kaldım. Fakat bir an oldu ki, onbir gün daha kalsaydım çıldırırdım.
*
Hastalığı iyice ilerler.
Emanetini alması için şu satırlarla Rabbine dua eder:
“Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,
Bana çok görme ilâhî bir avuç toprağını"
Duası kabul olur.
Yükünün kördüğüm olmuş bağı çözülmüş, vatan toprağına kavuşmuştur.
*
Her ne kadar,
“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyûlâyı da er, geç silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?”
Dese de asla unutulmayacaktır.
Ve bir meşale gibi geleceğimizi aydınlatmaya devam edecektir.
Bugün ölümünün 85.ci yıldönümü.
İlahî Rahmete garkolsun.
Bizleri emanetine lâyık etsin…