Güneşin kâr etmediği, soğuğun böyle insafsızca dokunduğu, dokunduğu yeri de yıprattığı Ankara’nın soğuk, gri bir kış gününde Mehmet Akif’in bir sene kaldığı evi, müzeye dönüştürülmüş olan Ulucanlar Cezaevini görmek için Hamamönü civarlarında dolaşıyorduk bir arkadaşımla birlikte.
Oralar hepten elden geçmiş. Eski izbe, harabe, döküntü evler restore edilmiş, adeta eski bir Ankara yeniden inşa edilmiş.
Bir anda kendimizi Mehmet Akif Ersoy’un; Gazinin çağrısı üzerine Ankara’ya geldiği Nisan 1920’den Mayıs 1921 tarihine kadar yakın arkadaşları Hasan Basri (Çantay), Müftüzâde Abdülgafur (İştin) ve Mehmet Vehbi (Bolak) ile birlikte kaldığı Tâceddin Dergâhı’nın selamlık binasında önünde bulduk. Akif, “Safahat”ın altıncı kitabı “Âsım”ı burada tamamlamış, “İstiklâl Marşı”nı, “Süleyman Nazif”i ve “Bülbül” şiirlerinin tamamını ise burada yazmıştır.
Eski haline ne kadar bağlı kalınsa da hemen hemen her şehirde aynı malzemenin kullanıldığı, cilalı ahşabın ön plana çıktığı, boyası badanası temiz, kiremiti kırmızı, çok uzaktan, eskiyi günümüze getiriyoruz diye bağıran mekanların restore edilmiş halleri nedense bana hep hüzün verir. Sanki mekanın bu halinden bir önceki halinde, orası her ne ise, orada yaşamış kişiden kalan son izleri de süpürüp götürmüşler gibi gelir bana.
Bu tür yeni yapma haller, hep dekor gibi dururlar. Mekanlar yaşamaz, mekanın tek işlevi eskinin modern bir versiyonu göstermek gibi durur. Oysa eski böyle bakımlı, böyle düzenli olmasa gerek. Ama neylersin bu durum bize özgü bir hal değil; hemen hemen her ülkenin başına beladır bu eskiyi günümüze getiren restorasyon işleri.
Yapının etrafında dolaştık. Bahçedeki kuyuya, rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu ve buraya gömülmüş şahsiyetlerin mezarlarına, ağaçlara, otlara, duvara dayalı bir levhada yazılı İstiklal Marşı’na baktık; on kıtalık marşın dokuz kıtasının dörder mısralık, son kıtasının beş mısralık haline baktık; Akif’in neden böyle yaptığını birbirimize sorduk, ikimiz de birbirimize ikna edici bir cevap veremeden, birbirimize İstiklal Marşı’nın kabulüyle ilgili hikayeler anlatmaya başladık.
Sahi İstiklal Marşı olmadan, yani 12 Mart 1920’de, Akif’in yazdığı şiir TBMM tarafından resmen “İstiklal Marşı” olarak kabul edilmeden önce vaziyet nasıl idare ediliyordu? Kudret Emiroğlu’nun İş Bankası Yayınları arasından çıkan, “Gündelik Hayatımızın Tarihi” adlı şahane kitabını rehber edinerek cevap arayalım biraz bu suallere.
Osmanlı döneminde “milli marş” yerine “padişah marşları” vardı. 2. Mahmut döneminde Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırılınca “Mehterhane” de kapatıldı. Onun yerine müzikte Batılılaşma hareketini başlatmak için ünlü opera bestecisi Gaetano Donizetti’nin ağabeyi Giuseppe Donizetti “Muzıka-yi Hümâyun ustakârı” unvanı ile İstanbul’a getirildi ve padişah tarafından kendisine “Donizetti Paşa” unvanı verildi. Bando bölümünün başında yirmi sekiz yıl çalışan İtalyan Donizetti Paşa 1829 yılında ilk padişah marşı “Mahmudiye”yi besteledi. Yine Donizetti Paşa'nın bestelediği “Mecidiye Marşı”ndan sonra, Guatelli “Aziziye”, Necip Paşa 1876'da “Hamidiye” marşlarını bestelediler. Sözleri olan ilk marş bu marştır. V. Mehmed Reşad'ın “Reşadiye Marşı”nı Selvelli bestelemiş, son padişah Vahdettin ise “Mahmudiye Marşı”nı benimsemişti.