Bazı kavramlar vardır, anlaşılması kolaydır; insanlar onları anlamak için fazla zorluk çekmezler. Somut kavramlar, genellikle bu gruba dahildir. Bazı kavramlar vardır, anlaşılması o kadar kolay değildir, hatta zordur. Bunların başında ise soyut kavramlar, özellikle de Kur’an’ın “müteşabih” diye tanımladığı kavramlar gelir. Buna bir de farklı bilim dalları tarafından farklı tanımlarla terimleştirilen kavramlar ilave edildiğinde, bu zorluk daha da artar. Bu nedenle de “anla(ma) ma sorunları” ortaya çıkar. Dolayısıyla birinin kast ettiği anlamı, diğeri anlamaz, ya da farklı anlar. Zira söz aynıdır ama, anlamları farklıdır. Akıl kavramı da bunlardan biridir ve farklı tanımları mevcuttur. Bu nedenledir ki dinî anlayışımızda “akıl – nakil” çatışmasından söz edilmektedir. Böyle bir çatışma gerçekten söz konusu mudur, yoksa bir “varsayım” dan mı ibarettir? Bunun cevabını kısmen de olsa aklın terimsel tanımlarında bulabilmekteyiz. Öyleyse akıl nedir ve nasıl tanımlanmaktadır?
Sözlükte masdar olarak “menetmek, engellemek, alıkoymak, bağlamak” gibi anlamlara gelen akıl (el-akl) kelimesi, felsefe ve mantık terimi olarak “varlığın hakikatini idrak eden, maddî olmayan, fakat maddeye tesir eden basit bir cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç” demektir. Bu anlamıyla akıl sadece meleke değil özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü şıkkın imkânsızlığı gibi akıl ilkelerinin bütün fonksiyonlarını belirleyen bir terimdir. İnsanın her çeşit faaliyetinde doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve güzeli çirkinden ayıran bir güç olarak akıl, ahlâkî, siyasî ve estetik değerleri belirlemede en önemli fonksiyonu haizdir.[1]
Bazı kelamcılara göre akıl “Hakikatin bilinmesini sağlayan kaynak”tır; “İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve nazarî bilgilerin öğrenilmesini sağlayan bir güç” tür; “İnsandaki anlama ve kendisini zararlı şeylerden koruma gücüdür” veya ”Kötü şeylerden alıkoyan ve iyi şeylere yönelten bilgidir.” [2]
“Muâviye b. Kurre gibi ilk zâhidlere göre akıl Allah’ın nimetlerini tanımayı ve ona şükretmeyi sağlayan, kötü duyguların baskısına rağmen dinin iyi olduğuna hükmettiği tutum ve davranışlara yönelten ve sonuçta âhiret mutluluğunu kazandıran bir melekedir.” ][3]
“Kur’ân-ı Kerîm’e göre akıl, insanı insan yapan, onun her türlü aksiyonlarına anlam kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan yetinin adıdır. Nitekim akıl kelimesi, Kur’an’da biri geçmiş, diğerleri geniş zaman kipinde olmak üzere kırk dokuz yerde fiil şeklinde geçer. Bu ayetlerde genellikle “akletme” nin, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulur. Bu nedenle akıl “bilgi edinmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen bilgi” şeklinde tarif edilmiştir” [4]
Kur’ân-ı Kerîm, sadece “bilenlerin akledebileceğini” [5] söyler. Bu yetisini iyi kullanmadıkları için de kâfirleri, “…Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akletmezler”[[6]diyerek yermiş; Allah’ın “aklını kullanmayanları pisliğe (kötülüğe) dûçâr edeceği” [7]ayeti ile insanları uyarmış ve aklını kullananların ise cehennem azabından kurtulacağını [8] haber vermiştir. Ayrıca birçok ayette akıl sayesinde kazanılan bilginin, yine bu yetinin kontrolünde kullanılması gerektiği, bunu yapmayanların sorumlu tutulacağı da hatırlatılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’de, eşyadaki nizamı anlama gücüne sahip olan akla, aynı zamanda ilâhî hakikatleri sezme, anlama ve onların üzerinde düşünüp yorum yapma görev ve yetkisi de verilmiştir. Nitekim “Allah âyetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır” [9] ayetiyle, aklın bu fonksiyonuna işaret edilmiştir. Kur’an’da akılla aynı anlama gelmese bile ona yakın bir mânâ ifade eden kalb (çoğulu kulûb), fuâd (çoğulu ef’ide) ve elbâb (tekili lüb, Kur’an’da geçmez) kelimelerinin kullanıldığı dikkati çekmektedir. “Sezme, anlama ve bir şeyin mahiyetini kavrama gücü” anlamına gelen bu kelimeler, daha çok insanın derunî, vicdanî âlemine ve gönül dünyasına hitap etmektedir[10].
İnsan dünyaya geldiğinde bütün organları tam olarak çalıştığı, beyninin ise tam çalışmadığı; zamanla ve dış dünya ile temas edip de kendisine yeterli bilgi ulaştıkça, daha verimli çalışmaya başladığı görülmektedir. Beyne ulaşan bilgiler ise, kaynağı itibariyle biri insanlar tarafından üretilen, diğeri de Allah tarafından verilen bilgiler olmak üzere ikiye ayrılır. Dolayısıyla akıl, kendisine hangi tür bir bilgi, ya da bilgiler ulaşmış ise, onlar üzerinde işlevsel olur. Bu nedenle akıl, “Düşünme, anlama ve kavrama gücü”[11] olarak tanımlanmakta ve bilinmektedir. Şayet akıl-nakil çatışmasından söz edilecek ise, bu çatışma akıl ile bilgi arasında değil, akla ulaşan bilgiler arasında olmaktadır. Diğer bir ifade ile bu çatışma, ya beşer ürünü bilgiler arasında, ya da vahyin yorumları da dahil beşer ürünü bilgilerle vahye dayalı bilgiler arasında olmaktadır.
Nasıl ki bedenin gıdaya ihtiyacı varsa, aklın da bilgiye ihtiyacı vardır. Tıpkı bir arabanın çalışabilmesi için yakıta ihtiyacı olduğu gibi aklın da fonksiyonel olabilmesi için bilgiye ihtiyacı vardır. Nitekim birçok insanın, zaman zaman “Evvelki aklım olsaydı şunları yapmazdım” dediğine şahit olmuşuzdur. Bu söz bize, o kişinin eskiden başka bir aklı, şimdi ise başka bir aklının olduğunu ifade etmiyor; bilakis o kişi bu sözüyle bize, “Şu anda sahip olduğum bilgiye eskiden sahip olsaydım, eskiden yaptığım o şeyleri asla yapmazdım” demek istiyor. Fıtrî bir yeti olarak akıl değişmiyor, ama akla ulaştırılan bilgilerde değişim oluyor. Bundan dolayıdır ki Yüce Yaratıcı, insanın beş duyu organını, aklın ihtiyaç duyduğu bilgileri temin etmekle görevlendirmiş bulunuyor. Nitekim okuma, dinleme, tatma, dokunma ve koklama yoluyla elde edilen bilgiler, beyne ulaşıyor; akıl da beyne ulaşan bu bilgileri tasnif ve organize ediyor ve bu bilgilerden düşünce üretiyor. Bu nedenle her insan, sahip olduğu meslekî bilgilere veya ideolojiye göre olayları ve olguları anlamaya ve anlamlandırmaya çalıyor, dolayısıyla değerlendirmeler de farklı farklı olabiliyor.
Mesela determinist anlayışın etkisinde kalan bir Müslüman bilim insanı, olayları bu bakış açısıyla anlamaya ve yorumlamaya çalışıyor. Bu anlayışa göre de mucizeleri olguya aykırı bulduğu için rasyonalizasyona baş vurarak Kızıldeniz’in yarılmasını med-cezir ile, “tayran ebabil/ebabil kuşları”nı çiçek hastalığı veya volkan patlaması, “ayın yarılması” nı ise Amerikalıların aydan taş getirmesi şeklinde açıklayabiliyor.
Buna karşılık bir diğer Müslüman, Emile Bautrousx’un “Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Hakkında” kitabında ileri sürdüğü indeterminist bir anlayışa sahip ise, mucizeleri olguya aykırı bulmuyor, bilakis mümkün olan bir olgu olarak algılıyor, anlıyor ve açıklıyor. Albert Einstein’in görüşlerinden de yararlanarak “Tabiat âleminde mutlak determinizm değil, izâfîlik vardır”[12] görüşünü benimsiyor. Dolayısıyla mûcizeleri akla uygun hâle getirme ( rasyonalizasyon) çabası içinde olan bazı Kur’an yorumcularına karşılık, mûcizeyi mümkün bir olay olarak görüyor.
Bu da gösteriyor ki akıl, ancak kendisine ulaşan bilgiler üzerinde işlevsel oluyor. Bu bilgi, ister beşer ürünü her hangi bir bilgi, ister vahiy bilgisi olsun, fark etmiyor. Önemli olan akla ulaştırılan bilgilerin doğruluğu ve gerçekliğidir. Bu nedenle insana düşen görev, elde ettiği/edeceği bilgilerin doğruluğunu araştırmak ve doğru bilgiyi, doğru biçimde elde etmek için çaba göstermektir. Bunun için de insanın, “akl-ı selîm”e ve ona yardımcı olacak doğru bir mantığa ihtiyacı vardır.
[1] Süleyman Hayri Bolay, Akıl, TDVİA, İstanbul,1989,2/238-242.
[2] Yusuf Şevki Yavuz, Akıl, TDVİA, 2/242-246.
[3] Süleyman Uludağ, Akıl, TDVİA , 2/246-247.
[4] Bolay, Akıl, TDVIA, 2/238.
[10] Bolay, Akıl, TDVİA, 2,/238-39.
[11] TDK. Türkçe Sözlük, Ankara, 2005, s.49.
[12] Osman Pazarlı, Din Psikolojisi, İstanbul,1968, s.220.