Çölde zamanı tanımayan kumlar, cam fanusun ince belinden ağır ağır akarken, yalnızca kısa bir anı ölçer. Tıpkı yıllarca süren, orantısız bir savaş gibi. Her gün, her saat, içeride sıkışıp yoğunlaşan hüzün ve korku süzülür. Geride yalnızca tükenen bir yaşam kalır.
Gazze’nin sokaklarında şimdi, kum gibi savrulmuş insanlar evlerine dönüyor. Yurdundan edilmiş. Açlık ve susuzluk içinde parçalanmış bedenler. Bir çöl fırtınasında savrulan kum zerrecikleri gibi harabe sokaklar arasında süzülüyor. Çocukların ellerinde bir zamanlar oynadıkları oyuncaklar—bir taş parçası kadar anlamlıdır artık. Şehir, uzun yıllar onları bağrına basamamış, güvenli bir yaşam sunamamıştır.
Evlerin önünde bir çift küçük ayakkabı. Bir zamanlar koşuşturulan kahkahaları hatırlatır. Yıkık duvarların ardında, duvardan düşmüş bir resim sessizce bir aileyi anlatır. Sokak köşelerinde, bir poşet içinde unutulmuş birkaç ekmek kırıntısı; açlığın ve umutsuzluğun izlerini taşır. Kum fırtınası gibi süren savaş, insanların yüreklerine işledi. Nefes alacak kadar ferah alan bırakmadı. Her nefes, geçmişin ve kaybın acısını taşır.
Ama yaşam ısrar eder. Kum gibi dağılmış evlerine dönen insanlar, harabelerin arasında hayatı yeniden canlandırmak ve yaşamak için mücadele eder. Tıpkı küçük kum tanelerinin bir araya gelerek yeni bir tepe oluşturması gibi, ellerini, yüreklerini ve umutlarını birleştirirler. Açlığın, susuzluğun ve korkunun ortasında, yeniden var olmanın çabası başlar.
Her enkaz parçası, her kırık duvar, hatırlatır: Hayatta kalmak bir mucizedir. Ama her mucize biraz cesaret, biraz dayanıklılık ve tıpkı çölün son fırtınasından sonra gelen sakinlik gibi, hayli sabır ister. İnsanlar, fırtına sonrası yeniden açan güneş gibi, evlerini, şehirlerini ve umutlarını yeniden hayata döndürür.
Küçük bir çocuk, harabenin ortasında yerden bir taş alır. Oyuncak ayakkabısının içine koyar. Oyun yeniden başlar. Bir anne, çatısı çökmüş evin kalıntıları arasında ellerini gökyüzüne açar. Dua ve umut birbirine karıştıkça kumlar ıslanır. Komşular birbirine bakar. İlk kez uzun zaman sonra bir gülümseme paylaşır. Her adımda, yeniden hayata ve birbirlerine bağlanmanın küçük sevinçleri yaşanır.
Kuşlar yeniden uçar. Tedirgin ama kararlı, ilk kez serbest. Rüzgâr, toz ve enkazı savururken bir serinlik taşır: Hayat, ağır çileden sonra yeniden başlar. Sokaklar sessizdir. Ama sessizlik, gizli bir sevincin ritmiyle çarpar. Çocukların ellerindeki oyuncaklar yeniden anlam kazanır. Her gülüş, viran olmuş duvarları aydınlatır.
Sonunda katı vicdanların nihai kararları; sessiz bir sabah getirir. Gökyüzü masmavi, kuşlar cıvıldar. Gazze, kum gibi parçalanmış bedenlerle dolu olsa da, yeniden nefes alır. Tıpkı çölün ardından gelen serin ve berrak hava gibi, yaşam umutla dolmaya başlar.
Ama her kum tanesi, her enkaz parçası, geçmişin acısını ve hatırlanması gereken kayıpları taşır. Sessizlik içinde, okuyan yürek hisseder: Bu şehir yalnızca yeniden yaşamıyor. Hatırlıyor, acılarını taşıyor, umut etmeyi sürdürüyor. Her adımda, kumların izinde, ateşlerde yanan insanların kırılgan ve inatçı güzelliği doğaya yansır.
Bir avuç toprak için değer miydi bu savaş? Sahi sonunda neye, kime yarayacak? Elbette hiç kimseye yaramayacak, insanın kalbinde öfke ve hıncı biriktirmekten başka faydası olmayacak hiçbir şeye. Bertrand Russell’in ifade ettiği gibi; “Savaş, her zaman bir felaket ve insanlık için bir utançtır”.
Zafer çığlıkları atılsa da görünüşe aldanmayın; kimse hiçbir şey kazanmadı. Ne savaşı yapan, ne destekleyen, ne de soykırıma gözlerini yumup sessiz kalanlar—hiç kimse…
Esasen ziyanda olan insanlığın tümü değil midir?
Ali AKÇA
aliakca2009@hotmail.com