“BİR MEDENİYET İNŞASI” SÖYLEMİ VE EYLEMİ ÜZERİNE
MAKALE
Paylaş
25.12.2025 17:00
97 okunma
Şazeli Çügen

1

Zamanı, mekânı, insanı, hadis ve mukayyet olan tüm varlığı selamlayarak söze başlamak; en kapsamlı, en bütüncül bir şuur ve iman hali ile alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, din gününün sahibi ve maliki olan, mukayyet olmayan tek varlık Cenab-ı Hakk'tır. O, Sübhan'dır; eksik sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatları ile muttasıftır. Bütün hamd-ü senalar, takdisler, tazimler ve tebciller yalnız O’na aittir. Resulüne salat ve selam ile...

Her şeyden önce İslam medeniyet inşa hareketi; zaman, mekân ve insan tasavvuru ile başlar, bir akide ile temellendirilir ve üç dünyanın organik inşasının, gaip alem ile bütünleşmesi neticesinde amacına ulaşmış olur. Ancak İslam’da bilginin ameliliği ve bütünlüğü açısından medeniyet inşa hadisesine zaman, mekân ve insan boyutu ile baktığımızda; bilgi ile aksiyonun, söylemle eylemin, imanla amelin, ilim ile dinin bütünlüğü ilkesi net olarak karşımıza çıkmaktadır.

İşte bu ilkesel hakikat nedeniyledir ki; her bilgi, her söz ve her inanç, insan ve toplum hayatına ahlak, amel, eylem ve aksiyon olarak ferdin yaşam biçimine ve toplumun hayat tarzına yansıması zorunluluğu vardır. Bu zorunluluk nedeni ile dünün ihyasını ve yarının tasavvurunu, bugünün tecdidi ile temellendirip yarının ihyası ile bütünleştirerek inşa hareketi yolculuğuna devam eder. Bu tecdit ve ihya çabası, köklü değişim demek olan inkılabı fert ve topluma fark ettirerek benimsetmek çaba ve gayretinden ibarettir. Bu zorlu süreç, bir dizi zorunlu dini temeli olan ameli içtihatları da gerekli kılar. Zira her beşerî ıslah hareketi ya da her medeni inşa hareketi sadece söz, eylem ve aksiyondan ibaret değildir. Bu medeni aksiyon; toplumun ilmi, ahlaki, hukuki temellerinin yeniden inşası yanında, bir akide ile temellendirilerek bir amentü ile taçlandırılması; kurumları, kuralları ve kadroları ile güçle, kuvvetle teçhiz edilmesi kaçınılmaz bir zaruret olarak orta yerde durmaktadır.

Bu konuyu biraz daha açmak icap ettiğinde; modernite asla medenilik değildir.

Ne birey ne toplum ne de devlet kurumu (ya da başka bir ifade ile modernite denilen güç, kuvvet, teknolojik üstünlük, zenginlik ve büyüme) elbette ki çok önemlidir; ancak dünyanın, hayatın ve her şeyin değer ölçütü değildir. Bu nedenledir ki medeniyet kavramının anlamı üzerinde durduğumuzda karşımıza fizik dünyanın maddi yönü olan güç, kuvvet, teknoloji, zenginlik modernitenin gerekleri olarak çıkıyor. Ancak bu modernite barbarlık da olabiliyor, medenilik de olabiliyor.

Medenilik; insana, eşyaya, tabiata, canlı varlığa zarar vermemek, tabiatı kirletmemek, tabiatı israf etmemek, tohumu ve toprağı ifsat etmemek, temiz ve helal kazanç, yeme içme gibi sonuç itibariyle sade, samimi, medeni bir hayat tarzı içinde olmak demektir. Böylesi bir hayat tarzında güç, kuvvet, teknoloji, zenginlik olmayacak anlamına elbette ki gelmeyecektir. Zira insan ve toplum hayatında yegâne ölçüt, değerler sistemi dediğimiz konudur. Bu; kimliğin ve şahsiyetin oluşumunu sağlayan, dünya ve ahiret görüşü demek olan amentü akidesidir ve bu akideden doğan ilim, hikmet, edep, iffet, ahlak, adalet ve hukuk gibi kadim değerler sistemidir. İşte bu kadim değerler sistematiği ferdin de toplumun da devletin de önünde ve üstünde olarak medeni olmanın yegâne ölçütüdür. Söz konusu bu değerler sistemi; modernitenin gerekleri olan teknolojik hayatın, sosyal medyanın, popüler kültürün, paranın, hazzın, şehvetin put olduğu, ahlaki erozyonun zirve yaptığı, toplumsal hayat tarzının gittikçe tefessüh edip çürüdüğü, insanın para, kumar, uyuşturucu, şehvet, şöhret ve şiddetin aparatı haline getirildiği vahşi bir modernite çağında çok daha hayati önem arz etmektedir.

Şimdi günümüzde modernitenin çürüttüğü insan ve toplum hayatı için manevi ve ahlaki değerler sistemini, bilginin ameliliği ve bütünlüğü içinde ele alan İslam medeniyet inşasının nasıl olması gerektiği konusuna girelim. İnsanlık için gerekli olan böylesi bir ahlaki ve manevi değerler sistemi; ancak böylesi bir medeniyet tasavvurunun gerçekleşmesinin yegâne süreçleri olan tecdit, ihya ve inşa temelindeki medeni aksiyon, insan, toplum ve yönetim sistemleri olarak öyle bir ete kemiğe bürünür ki buna "medeni yaşam biçimi" ve "medeni hayat tarzı" demekteyiz.

Akide temelindeki bir tasavvur; ilim, hikmet, ahlak ve adaletin teorisi ve pratiği ile fert ve toplum üzerinden fizik, metafizik ve sosyolojik dünya dediğimiz üç dünyanın bütünlüğünü sağlayarak ancak yaşam biçimi ve hayat tarzına dönüşebilir. Böylesi bir medeni inşa hareketi düşünce ve kültür ile yoğrulur, sanat ve felsefe ile şekillenir, bilim ve teknoloji ile güçlendirilir, beşerî sermaye ile kuvvet merkezini oluşturur ve nihayetinde yeni bir yaşam biçimi, yeni bir hayat tarzı ve hayat standartları ile ete kemiğe bürünerek, çok güçlü bir manyetik etki alanı oluşturup büyüyerek, gelişerek yayılmaya başlar ki işte bu yaşanılır hale gelen şeye "medeniyet inşası" denir.

Şimdi de medeniyet inşa aksiyonunun olmazsa olmaz süreçlerine gelelim:

1. TECDİD Süreci: Yeni bir Fıkhu'l-Ekber anlayışı ile ferdin ve toplumun açmazlarını giderecek, problemlerini çözecek ve zorunlu ihtiyaçlarını karşılayacak bir dizi zaman, mekân ve sosyolojik temellerde ameli içtihatlar halkasını gerekli kılması demektir. Tecdit hareketi, fert ve toplumda yapılacak o büyük medeni inkılabın ana omurgasını teşkil eder. Bu omurga bir tavırdır, bir duruştur ve bir meydan okuyuştur. İşte bu nedenledir ki "Zamanın ve mekânın tağyiri, ahkamın tebdilini gerekli kılar," denilmektedir.

2. İHYA Süreci: Ferdin, toplumun ve ümmetin bu tecdit süreçlerinin ana fikri olan inanç omurgasının kabul ve tasdiki ile iman ve heyecan dalgası halinde öze dönüşün karşılığı olarak yeni bir yaşam tarzına dönüşmesi anlamını taşır ki bu, toplumun yeniden dirilişi demektir.

3. İNŞA Süreci: Bu kaçınılmaz süreçlerin tabii neticesi olarak fizik dünyanın, sosyolojik dünyanın, metafizik dünyanın ve gaybi alemin yeniden bütünleştirilip inşa edilerek yeni ve yepyeni bir yaşam biçimine, hayat tarzına dönüşmesi anlamına gelir. İşte bu safhadan sonradır ki medeniyet hareketi çok güçlü bir manyetik etki alanı oluşturur, kuvvet merkezini inşa ederek küresel bir güvenlik ekseni de kurarak yeni bir dünya nizamının inşası ve tesisi sağlanır.

Mademki insanı ve toplumu değiştirmek ve medenileştirmek; ancak yaşadığı kötü şartları değiştirmeyi, çevre denilen fiziki ve sosyolojik dünyayı inşa etmeyi zorunlu kılmaktadır; öyle ise insanı ve toplumu sarıp sarmalayan, ona şekil veren, ona düzen veren, onu anlamlı kılan üç dünyanın ve bütünlüğünün mahiyetinden bahsetmemiz gerekmektedir. Üç dünyanın ve organik bütünlüğünün ne anlama geldiği üzerinde duralım. Her şeyden önce insanı sarıp sarmalayan, varoluşunun ve yaşamının yegâne şartı olan ve tüm ekosistemi ile hayatı devam ettiren bu üç dünya kavramının iyice anlaşılması gerekiyor. "Coğrafya kaderdir" sözünün gerçekliği; üç dünyanın üçünün de insan ve toplum kaderi üzerinde muhakkak surette etkisi, tesiri ve tesisi vardır. İşte coğrafya, bu üç dünyadan sadece birisi olarak insanı ve toplumu sarıp sarmalamasından, insan ve toplumun varoluş şartından kaynaklanıyor.

Birinci Olarak FİZİK Dünyadır: Yaşadığımız hayatın yeryüzü ve gökyüzü ile, iklimi ile, coğrafyası ile, havası ile, suyu ile, taşı ile, toprağı ile, çiçeği ile, böceği ile, bitkileri ve canlıları ile madde ve canlı hayatın tüm ekosistemi anlamına gelir ki buna kısaca tabiat ya da doğa denilmektedir. Fizik dünyanın keşfi, tabiatın anlaşılması ve doğa yasalarının tespiti denilen şey; işte tüm ekosistemi ile, tüm nimetleri ile bize tahsis edilen, içinde doğup büyüyüp yaşayıp ve de öldüğümüz yerküremizdir. Yerküremizin fıtri yasalarının gözlemlenerek, deneylenerek keşfedilmesi, korunarak maslahatlara dönüştürülmesi, kısaca fıtratın ve fıtri hayatın keşfedilmesi insanoğlunun en temel görevi olmaktadır. Aynı zamanda bu dünyanın en küçük maddesinin, eşyasının ve canlısının genetiği ile oynanmadan ve israf edilmeden kullanılması anlamına gelir ki bu dünya tüm nimetleri ile bize emaneten tahsis edilmiştir. Netice olarak fizik dünya; bilgi demektir, teknoloji demektir, güç demektir, kuvvet demektir, savunma demektir ve güvenlik demektir.

İkinci Olarak SOSYOLOJİK Dünyadır: Tıpkı fizik dünya gibi sosyolojik dünya da sosyal bir varlık olan insanı ve toplumu sarıp sarmalayan ve insanın varoluş şartını teşkil eden, adeta insanın ve toplumun sosyolojik kaderinin bir parçasını oluşturan, kelimenin tam anlamı ile beşeri hayatın tüm alanlarını (siyaseti, iktisadı, dili, tarihi, kültürü, inancı, geleneği, göreneği ile) kısaca tüm kavmiyetlerin medeni ilişkilerini ihata edip içine alıp şekillendiren, temellendiren, kendine mahsus sosyal yasaları olan girift, devasa bir dünyadır. İşte bizler insan olarak bu dünyanın sorumlu, iradi birer parçasıyız. Aklımızla, duyularımızla, duygularımızla, nefsimizle, bedenimizle, irademizle ve ruhumuzla bu dünyanın kurucu aktörüyüz; robot değiliz, figüran değiliz, eşyanın bir parçası, makinenin bir dişlisi asla değiliz. İnsan varlığı olarak bu dünyanın hem ıztırari kaderinin (ki fıtratın) ve hem de ihtiyari kaderinin muhatabı olarak yeryüzünün sorumlu iradi varlıklarıyız.

Üçüncü Olarak METAFİZİK Dünyadır: Fizik ötesi evrenin tüm katmanları, uzay ve uzayın tüm derinlikleri, yıldız kümeleri, galaksiler, karadelikler; hülasa bu küçücük dünyamızı sarıp sarmalayan ve bugün için fizik ötesi var olan, katı, sıvı, gaz ve enerji olarak oluş halinde akıp giden tüm evren kısaca metafizik dünyamızın profilini teşkil etmektedir. Evrende hiçbir şey asla tesadüf değildir; yasaları vardır ki ölçü, yasa, denge kavramları ile ifade edilen muhteşem bir nizam ve muhteşem bir ahenk, muhteşem bir kozmik düzendir. Metafizik felsefedir ki; en başta ruh ve zihin bilim olmak üzere bilgi, varlık, ahlak, güzellik, sanat, zanaat ve siyaset alanları olarak tasnif edilir. İslam’da bir yaşam biçimi olan tasavvuf dünyası da yaratıcıya ve hadis olan varlığa Allah'ın zahiri ve batıni sıfatları ile bakan tarikat yaşam tarzı da nispeten bu metafizik alan içine girer. İşte uzay, tasavvuf ve felsefi çalışmalar tüm alanları ile metafizik bir mahiyet taşımaktadır.

Mademki insan ve toplum, madde ve manası ile değer bir varlık olarak üç dünyanın ayrılmaz bir parçasıyız; insan ve toplum olarak sorumlu varlıklarız. Öyle ise bu üç dünyanın birbirinden kopuk, bağımsız olmadığını; üç dünyanın organik bir bütünlük içinde değerlendirilip iradi ve insani sorumluluklarımızı bu büyük tasavvur dünyamız içinde hiçbir ayrım yapmaksızın yerine getirmek durumu söz konusu olmaktadır.

Medeniyet inşa tasavvuru; zaman, mekân ve insan boyutunu kucaklayan bu üç dünyanın bütünlük içinde imarı ve inşası kavramından başka bir şey değildir. Üç dünya tasavvurunun GAİP alem tasavvuru ile bütünleştirilmesi de insanın ruhi bir varlık olmasının bir gereği olarak bilinmesi ve çağımız şartlarında yeniden akide olarak temellendirilmesi gerekmektedir. Her şeyden önce insan hem dünya hem de ahirete namzet iradi ve ruhi bir varlıktır. Elbette ki insan bedeni sadece bir kadavra değildir; nefsi vardır, hisleri vardır, duyuları vardır, aklı vardır, iradesi vardır ve ruhu vardır. Nasıl evrenin ve fizik dünyanın şaşmaz yasaları var ise sosyolojik dünyanın ve gaybi alemin de kendine has yasaları elbette ki vardır. Söz konusu olan bu üç dünyanın yasalarının şifreleri, Yaratıcı'nın yeryüzünün halifesi olan insana (Halifetü'l-Arz olarak) vahiy kanalı ile indirilmekte ve nebiler aracılığı ile yaşamışlığı, örnekliği, daveti, tebyini ve temsili ile beşere eksiksiz bir şekilde sunulmaktadır.

Sonuç olarak insan ve toplumun kaderinin üzerinde müessir olan fizik dünyayı, sosyolojik dünyayı, metafizik dünyayı ve bu üç dünyanın gaybi alem ile bütünleştirilmesinin yeniden bir medeniyetin inşa hareketi için kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu ifade etmiş olduk.

İşte bu ana nedenlerledir ki; biz bu "Medeniyet İnşa" kavramsal başlığını, düne, bugüne bakarak ve yarınları tasavvur ederek bu üç dünyanın bütünlüğü içinde, zaman, mekân ve insan ekseninde yeniden bir değerlendirme yapmak üzere, halihazırda yaşayan ve iddiası olan mezkûr iki medeniyetin kurulum, büyüme ve gelişme dönemlerine giderek, kısa analizlerini yaparak açmak ve günümüze gelmek istiyoruz.

Öncelikle BATI Medeniyetini ele alarak başlayalım:

Batı medeniyeti, "Judeo-Grek kültür ve düşüncesi temelinde Hristiyan ahlakı ve Roma hukuk nizamı üzerine" oturan, vülgarize bir medeniyettir. Böylesi bir tanımlamanın ana kavramlarına dikkat ettiğimizde görmekteyiz ki; iki kültür ve düşünce sistemi üzerinden, bir ahlak sistemi üzerinden, bir de hukuk nizamı üzerinden vülgarize edilerek temellendirilen bir medeniyetin hayat sahnesine çıktığı ve yayıldığı vakıasıdır.

JUDEO kültür; inanç ve düşünce demek olan Yahudiliğin, o dönemde Yakın Doğu bölgesinde Sadukiler, Esseniler ve Ferisiler şeklinde tek tanrılı ancak seçkinci ve ırkçı bir inançla komün hayatı yaşayan, Tevrat’ın tahrifine dayanarak oluşturulan bu mezheplerin düşünce, kültür ve inanç üreterek yaşamlarını sürdürdüklerini görmekteyiz.

GREK kültür ve düşünce; Akdeniz’in iki yakasında site devletçikleri şeklinde yaşayan, çok tanrılı, pagan, demos kratos ve laikos anlayışı ile yönetimlerini ve sosyal hayatlarını temellendiren, Akademiyası olan, antik düşüncelerin merkezi konumunda olan bir kültür ve coğrafya.

HRİSTİYAN ahlakı; Hz. İsa’nın doğumu ile başlatılan ancak Doğu Roma’nın İmparatoru Konstantin döneminin 325 İznik Konsülleri ile dört İncil üzerinden "Baba, Oğul ve Ruhu'l-Kudüs" üçlemesi ile doktrine edilerek paganlaştırılan, tek tanrılı ehli kitap olan fakat tahrife uğratılan bir inanç ve ahlak sistemi.

ROMA hukuk nizamı; milattan önceki pagan bir inanç sistemi üzerinden temellendirilen, çok güçlü ordusu ve savunma sistemi olan, tanrının oğlu olduğu inancı ile Sezar ve konsül şeklinde yönetilen ve gücün hiyerarşisi üzerinden hukuk sistemi üzerine inşa edilen bir imparatorluk düzeni.

Dikkat ettiğimizde görmekteyiz ki; Batı medeniyeti antik düşünce temelinde Judaist aşısı ile aşılanmış, Hristiyan ahlakı ve Roma hukuku ile donatılmış, vülgarize edilmiş, akılcı ve maddi bir medeniyettir. Güce dayalı hukuk sistemi ile antik düşüncelere dayalı laikos, demos kratos yönetim ve sosyal anlayışı ile seçkinci, ırkçı, ötekileştirici bir Judeo-Grek kültür ile ve nihayetinde tahrif edilerek paganlaştırılan bir Hristiyanlık ahlakı ile süslenen akılcı pagan bir medeniyet olarak şekillenmiştir. Bunun içindir ki Batı medeniyeti gücü ve aklı kutsayan, çok tanrılı pagan; ancak çoğulculuk kültürü ile hem kendi aralarında ırkçıdır, rekabetçidir ve hem de başkalarına karşı seçkincidir ve ötekileştiricidir.

Günümüz itibariyle Batı’nın ürettikleri tüm ideolojiler üç kavmiyet üzerinden şekillenmekte olup Latinlerin, Cermenlerin ve Slavların sosyolojik şartlarının bir gereği olarak ve her birinin de Judaist birer aşılanma süreçlerini yaşayarak günümüze de damgalarını vurdukları bir vakıadır. En başta kapitalizm, faşizm, komünizm, sosyalizm olmak üzere ve şimdilerde de sahneye sürülen transhümanizm olarak insanlığı etkileyen bu ideolojilerin tümü ırkçıdır, seçkincidir, sınıfçıdır, kölecidir, ötekileştirici, soykırımcı ve asimilasyoncudur. 1789 Fransız İhtilali ile başlayan dönemde kiliseye karşı aklı kutsayıp tabiatın keşfine yönelerek bilgi, teknoloji ve sermaye üzerinden tekel oluşturup hegemon güç halinde yayılma gösteren, rasyonalist ve pozitivist temelde inşa edilen Batı medeniyetinin kültüründe; sömürü politikaları damarlarındaki kan gibi imtiyazlı ve seçkinci bir güç ve ihtiras olarak günümüz itibariyle halihazırda etkinliğini sürdürmektedir. Batı medeniyetinin hegemonik gücü; bilginin, teknolojinin, sermayenin, veri bankalarının ve iletişim sistemlerinin tekel halinde tutulmasından, dünya üzerinde hem siyasal hem ekonomik ve hem de kültürel olarak sözüm ona medeni bir hakimiyet tesisini sağlamıştır.

Şimdi kısaca Kendi Medeniyetimizi ele alalım:

1- İslam medeniyeti; yegâne tevhid akideli, semavi ve beşerî temelleri olan, vülgarize edilmemiş, kısaca pagan, panteist ve şirk kültürler tarafından aşılanmamış olan saf ve katıksız muvahhit bir medeniyettir. İslam medeniyetinin en temel özelliği TEVHİD akidesi üzerine oturmasıdır. Vahyi ve Risaleti tahrif edilmemiş olup, dün olduğu gibi bugün itibariyle de saf, arı duru şeklinde cümle aleme capcanlı olarak hitabı da daveti de mesajı da devam etmektedir.

Ancak medeniyetimizin kültürel ve kavmiyetler boyutuna gelip işin yaşanmışlığına baktığımızda; doğuşundan ve yayılışından sonra çok kısa zaman dilimlerinde İslam yönetimleri o günün şartlarında küresel ve geleneksel yönetim biçimleri olan krallık, sultanlık, hakanlık, şahlık, padişahlık gibi hepsi teokratik ve otokratik temelde saltanat düzenlerine evrilmiştir. O günün İslami olan saltanat yönetimleri; fetihler yapmışlar, fetih kurumları oluşturmuşlar ancak aralarında dünyevi iktidarlar uğruna kıyasıya rekabet savaşları da yaparak devlet kurup devlet yıkmışlar, güçlerini de zaafa uğratmışlar, zaman zaman yer yer bu İslam saltanat düzenlerini Müslüman halklara da baskı ve zulüm olarak yansıtmışlardır.

İkinci Olarak İslam toplumlarına baktığımızda ise; Müslüman toplumun en başta ulema sınıfı, bir taraftan ders halkaları ve nihayetinde medreseler aracılığı ile toplumun inanç, ahlak, kültür ve ameli-fıkhi ihtiyaçlarını ve itikadi inanç sistemlerini yaptıkları içtihatları ile karşılamışlardır ki bu döneme "kurucu büyük içtihat dönemi" demekteyiz.

Üçüncü Olarak; ulemanın bu ilim, ahlak ve hukuk çabaları bir zaman sonra Müslüman toplumun huzur ve refahını temin edememiş, sultanların iktidar savaşları ümmette güvenlik kaygıları da oluşturduğundan dolayıdır ki önceleri ulemadan bir kesim züht ve takva yoluna meyletmiş, sonrasında tasavvuf sürecine evrilmiş ve nihayetinde ise tarikat dönemlerinde kurumsal yapılar oluşturulmuştur. Ancak bütün bu kırılmalara ve handikaplara rağmen İslam milletleri, İslam akidesi temelinde yerkürenin üçte ikisinde, dünya nüfusunun üçte birinde birer kültür havzaları ve medeniyet standartları da oluşturabilmişlerdir. 23 yıllık Asr-ı Saadet ile 30 yıllık Emirü'l-Müminin dönemi sonunda Tabiin ve Tebe-i Tabiin dönemlerinde Arap asabiyeti, kabilecilik şeklinde kavmiyetçilik olarak tekrar nüksetmiş; Emeviler döneminde vuku bulan Harre ve Kerbela gibi üzücü vakalar yanında ezici ve yıpratıcı Mevali ve Mihne dönemleri de yaşanmıştır.

Üstüne üstlük hilafet ve imamet temelli iki teopolitik akide olan Sünnilik ve Şiilik üzerinden o gün bugün ikiz kardeş olan devasa o Müslim dünyanın kıyasıya siyasal mücadelesi ve rekabeti de günümüze kadar sürdürülerek gelmiştir. Oysa imamet ve hilafet konusu yeryüzünün insanoğluna "Halifetü'l-Arz" olarak tahsis edilmesi hakikatinden başka bir şey değildir. Günümüz itibariyle İslam inanışı akidesinde herhangi bir sapma, bozulma olmamasına rağmen amentü farklılaşması ve mezhep taassubu yüzünden Şii ve Sünni dünyası olarak itikadi ve fıkhi mezhep ve meşrepler üzerinden üçte bir oranında farklılaşmış; Sünni ve Şii coğrafyalar İslam’ın erken dönemlerinden beridir birbirlerine karşı kapasitelerini ve rekabetlerini savaşlara dönüştürüp güçlerini tükettiklerinden dolayıdır ki gerileme ve duraklama dönemlerine girmiştir.

Devam Edecek......

 

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya