ALLAH’tan başka her varlığın, eşyanın tabiatı gereği sürekli olarak BEKA sorunu vardır.
Çünkü hiçbir varlık BAKİ değildir ve her varlık zaman mekân boyutları içinde var oluşu ve an olarak yaşaması ve hayatlarının fizik ve sosyal şartlara bağlanmış olarak sınırlandırılmış olması FITRİ bir yasadır.
Bu nedenledir ki, yeryüzünde yaşamakta olan her canlı türünün yaşadığı varoluşsal olarak bağımlı olduğu fizik ve sosyal dünyanın eko sistemi ve iklimi ile kendi türü ile ve de karşıt türler ile sürekli olarak yaptığı hayatın idamesi mücadelesi ile BEKA sorunu yaşadığı apaçık bir gerçekliktir.
BEKA davası her canlı türünde olduğu gibi, BEŞER in hayatında da hükmünü icra etmektedir.
Beşerin beka davası;
ÜÇ dünyanın dinamikleri üzerinden temellendirilmekte ve MEYDAN okumak demek olan, BÜYÜK mücadele dediğimiz hayatta kalma ortamlarında kendini açık ederek TARİHİN akış ve oluşunun seyrine damgasını vurmaya devam etmektedir.
TARİHİN akışı bize göstermektedir ki; yaşamaya layık ZİNDE topluluklar hayatlarını sürdürmekte, büyük mücadeleyi başarmakta, meydan okumaya devam etmektedir. Yaşama azim ve gayretlerini kaybetmiş, ideallerini yitirmiş, ahlaken tefessüh ederek ve beşeri potansiyellerini sıfırlayarak FITRATINI bozmuş topluluklar da BÜYÜK mücadeleyi kaybederek tarihin mezarlığının çöplüğünde etnografik kalıntılar olarak yerlerini almaya devam etmektedirler.
Her şeyden önce BEKA davası hayatta kalma MÜCADELESİ olarak özetlenebilir.
Hayatta kalma mücadelesinin MADDİ, MANEVİ ve SOSYOLOJİK unsurları bulunmaktadır.
Bu unsurlarda ilki, FİZİK dünyadan GÜÇ devşirerek, tabiata karşı meydan okuyarak, başarılı olmak demektir ki, FİZİK dünyadan kopan topluluklar ya fizik dünyanın eko sistemi içinde yok olurlar, ya da fizik dünyadan GÜÇ devşiren bir başka zinde toplulukların müdahaleleri ile hayattan tasfiye edilirler.
İkincisi, SOSYOLOJİK dünya dediğimiz BEŞERİ potansiyelin, yüksek ve zinde tutulması demek olan ÜREME, ÜRETİM ve GÜVENLİK dinamiklerinin BÜYÜK mücadeleyi başaracak düzeyde olması ve sürdürülebilir olmasıdır ki, ne kadar zinde ÜREME potansiyeline sahipsek, o kadar da ÜRETME potansiyelini zinde tutmak zorundayız demektir.
Hayatta kalmak için sadece üreme ve üretmenin sürdürülebilir dinamiklerinin zinde tutmak da yetmiyor, aynı zamanda HAYATIN korunması demek olan iç ve dış GÜVENLİK eksenlerinin kurularak tedbirli olunması anlamına da gelmektedir. Güvenliklerini sağlayamayan topluluklar daima esarete duçar olabilmekte, ya asimilasyona tabi tutulmaktalar, ya da soykırıma uğrayabilmededirler.
Üçüncüsü, METAFİZİK alan dediğimiz inançların, ideallerin kültürlerin canlı olması, ahlaken yüksek olunması, hayat tarzı ve yaşam biçimleri standartlarının yüksek tutulması ile sosyal NİZAM dediğimiz evrensel HUKUK düzenlerinin sağlıklı tesis edilmesi olarak ifade edilebilir.
İşte burada devreye kültürler, sanatlar, düşünceler, inançlar, idealler ve tüm üreme, üretim ve yönetim ilişkileri demek olan MEDENİ olma, MEDENİYET inşa etme çabası karşımıza çıkmaktadır. Bu çaba kelimenin tam anlamı ile yüksek standartlı, sürdürülebilir, güvenlikli zinde bir yaşam biçimi, HAYAT tarzı inşa edebilmek anlamına gelmektedir.
Şimdi de konuyu yakın tarihten başlayarak daha müşahhas hale getirelim.
1071 Tarihi itibariyle ANADOLU topraklarında HÂKİMİYET kuran tüm anasırı İslam unsurları ile kurucu irade olan TÜRKLER, bu toprakları ortak KADER ilişkisi içinde MİLLETLEŞEREK ve şehit kanları ile sulayarak, VATAN kılarak savunmuşlar ve 1000 YIL gibi süren inişli çıkışlı zaman ve mekân süreçlerini de iyi yöneterek sürdürülebilir kılabilmişlerdir.
Bu tarih, BATI uygarlığı açısından “ŞARK MESELESİ” olarak hem toplumsal hafızalara kazınmış ve hem de kurumsal olarak tüm müesses nizamların en başat bir “jeopolitik ve teopolitik” meselesi olarak her daim POLİTİKALARINDA canlı tutulmuştur. İşte batı oryantalistlerinin son yüz elli yıl içinde kaleme aldıkları eserlerin sayısı yüz binleri geçmekte olup, devlet politikalarının ortak planları olarak da “YÜZ plan” günümüzde hala canlı tutularak devreye sokulma mücadelelerinin en vahşicesini ve en kanlı senaryolarını yaşamaktayız.
Osmanlı parçalandıktan sonradır ki, İslam dünyası parça parça, lime lime edilmiş, kuvvet merkezi dağıtılmış ve Müslümanlar karanlık bir esarete sürüklenmiştir. İşte o gün bu gündür Batının bu sömürgeleştirme politikalarına karşı İslam toplulukları, hem toplumsal ve hem de kurumsal olarak esaretten kurtulma ve bağımsızlık mücadelesi verme süreçleri içinde bir ölüm kalım mücadelesi vermektedir.
En başta TÜRKİYE olmak üzere bütün İslam toplulukları, hem BATI uygarlığına karşı ve hem kendi içlerinde medeniyet içi rekabet ve mücadele yaparken, hem de ÜÇ dünyaya karşı meydan okumak anlamında, verilmekte olan söz konusu bu BÜYÜK mücadele kelimenin tam anlamı ile bir BEKA mücadelesidir, bir MEDENİ olma mücadelesidir.
Bu büyük mücadele hem jeopolitik eksende yapılmakta ve hem de teopolitik içeriklerde sürdürülmektedir.
Hiçbir İNANIŞ sistemi DİNİ METİNLER üzerinden zülüm, soykırım ve fesat içermez. Tam tersine İSLAH edici tavsiyeler ile MERHAMET ilişkilerini ve de yeryüzünün İMARINI amaç edinirler.
Ancak dini YORUMLAR böyle değildir, dini yorumlar maalesef TEOPOLİTİK olarak, mezhepler ve meşrepler ekseninde değerlendirilmekte ve de renk, dil ve ırk gibi FITRİ dinamikler üzerinden beşer iradesinin kavmiyet ve siyasal HAKİMİYETİ için manevi bir manipülasyon aracı olarak kullanılmaktadır.
Bu gün itibariyle yaşadığımız JEOPOLİTİK hâkimiyet savaşları, TEOPOLİTİK dinamikleri ateşleyerek yapılmaktadır ki, geçmişte Batının, hem kendi uygarlığı içinde ve hem de uygarlık dışında yaptığı birinci ve ikinci dünya savaşlarını bu temel dinamikler üzerinden okumak esas olmalıdır.
Konuyu daha bir güncel hale getirdiğimizde, BATI uygarlığı tarihi itibariyle birlikte YAŞAMA kültürü ortaya koyarak güzel bir tecrübe yaşamadığından, daima kendisinden olmayanı ÖTEKİ olarak tanımlamış ve ÖTEKİNE karşı sürekli olarak düşman pozisyonlu politikalar üreterek, asimile etme ya da yok etme politikası gütmüştür.
BATI, “İSLAM KARŞITLIĞI” nı, İslam fobi (korkusu) temelinde, zihinleri formatlayarak Müslüman nefreti üretmekte ve de aşırı sağcı politikalarla Türk ve göçmen düşmanlığı olarak da sahneye sürmektedir.
Son yaşadığımız Yeni ZELANDA daki vahşi katliam da aşırı sağcı, ırkçı zihin formatlarının planlı ve organize bir terör fiili olduğu apaçık ortadadır.
BATI tüm uygarlıkları ya yok ederek, ya da pasifize ederek, tarihin sonu diyerek ulaştığı bu noktada kendisine yegâne medeniyet alternatifi olan İslam’ı ötekileştirerek, medeniyetler arası savaş var algısı oluşturarak, İslam’ı ve Müslümanları düşman hedef haline getirmektedir.
Bu ana nedenledir ki; BATI İSLAM dünyasını kamplaşmalarla, kutuplaşmalarla ayrıştırmakta, hem de parçala, böl yönet ve yut diye politikalar üretmekte ve iki medeniyet arasında kıyasıya bir üçüncü dünya savaşını da tezgâhlanmaktadır.
Bu tezgâhın bir parçası olarak İSLAM topluluklarını hem kendi içinde renk, dil, ırk gibi doğal dinamikler üzerinden, hem de teopolitik inançlar, mezhepler ve meşrepler temelinde kurgulayarak örgütlediği radikal dini, silahlı guruplar üzerinden ve hem de siyasal İKTİDAR mücadeleleri üzerinden, MEDENİYET İÇİ bir savaşa sürüklemek istemektedir.
Sonuç olarak; Komplike ve planlı bir saldırı karşısında olduğumuz apaçık ortadadır.
Ancak bu planlı saldırılara alınacak karşı TEDBİRLER; inançları, bilgiyi, davranışı ve teşebbüsleri, birlikte yaşam biçimlerini tolere etmek ve evrensel HAK ve HÜRRİYETLER temelinde bir HUKUK düzeni inşa etmekten geçmektedir.
En başta TÜRKİYE olarak, tüm İSLAM toplulukları ve devletlerinin sonu belli olmayan hem medeniyet içi savaş senaryolarına ve hem de medeniyetler arası savaş senaryolarına karşı çok çok dikkatli sabırlı ve müdebbir olma mecburiyeti bulunmaktadır.
Bir atasözü vardır, “sabır ağacının kökleri çok acıdır, ancak meyveleri çok tatlıdır”. Bu söz beklemek boyun eğmek katlanmak tembel tembel yatarak, asalak olmak, ya da ret, inkar ve taklit bataklığında ihanet odaklarıyla içli dışlı olmak anlamına elbette ki gelmez.
SABIR ağacı, tam tersine üç dünyanın ZİNDE güçleri olmayı zorunlu kılar ve kendi içimizde iç barışı sağlamak, kendi aramızda dış barışı temin etmek ve de tüm uygar dünya içinde kendimizi KUVVET merkezini tesis etmiş ve de güvenlik EKSENİ kurmuş vaziyette tedbirli olmak anlamına gelmektedir.
Bizim BEKA davasından tarihin seyri istikametinde anladığımız şey; ortak KADER birlikteliği sağlayarak ve üst kimlik ile milletleşerek, MEDENİ olmak ve MEDENİYET inşa etmek üzere, iç ve dış barışı temin ederek, bir KUVVET merkezi kurmak ve bir GÜVENLİK ekseni tesis etmek anlamına gelmektedir.
Bu yazı mahalli seçimler atmosferinde, siyasi mülahazalar dışında kaleme alınmış olup, EHİL olanlar kazansın diyerek, bizler ülkemiz adına barış, huzur ve refah isteriz, siyasi bir KAOS ve iktisadi bir KRİZ olmasını da asla istemeyiz.
Vesselam